9:49 am Siyaset

Küresel Siyasette ve Türkiye’de Siyasal İslam ve Progresif Solun Gayriresmi İttifakı

Siyasetin özü, ilkelerin yüceltilmesinden ziyade siyasi aktörlerin analiziyle ele alındığında siyasal İslam ve geleneksel sol birbirine düşman karşıt kutuplar olarak değerlendirilir. Lakin özellikle son yıllarda, gerek küresel siyasette gerekse yurt içinde siyasal İslam ile progresif solun birçok konuda ortak temellere dayalı bir iş birliği içinde olduğunu gözlemlemekteyiz, hem de bu birliğin varlığını kendi tabanları bile reddederken.

Bu reddiyenin nedeni elbette siyasal İslam ile sol arasındaki uyuşmazlıkların genellikle kültürel farklılıklar gibi görünen konulardan kaynaklanması ve her iki tarafın da birbirinin zıt kültürel değerleri ile anılmak istememesidir, LGBT hakları ve dinî inanç farklılıkları gibi. Gelgelelim bu grupların, her ne kadar inkar da etseler, ekonomik anlaşmazlıklarda ve özellikle uluslararası siyasette sık sık benzer saflarda yer aldıklarını açıkça görebilmekteyiz.       

Siyasal İslamcılar ve sol kesimler, genellikle emperyalizme ve kapitalizme karşı eleştirel bir bakış açısı benimserler. Bu düşünce akımları, küresel ekonomik sistemi sık sık tenkit ederek daha farklı bir ekonomik düzenin gerekliliğini vurgularlar. İki grup da Avrasya blokuna yönelik bir eğilim göstererek Batı’nın ve liberal değerlerin eleştirisiyle birlikte, dünyanın birkaç aile tarafından yönetildiğine dair komplo teorilerine sıklıkla yer verir. Bu vaziyeti, emperyalizm eleştirilerinin söz konusu aktörler Çin ve Rusya gibi Avrasya ülkeleri olduğunda durulduğunu gözlemleyerek teşhis edebiliriz. Bunun en belirgin örneklerden biri her iki grubun da Rusya’nın Ukrayna saldırısının ana nedeninin “NATO genişlemeciliği” olduğunu öne sürmüş olmasıdır. Böyle bir perspektifin NATO’ya ulusal güvenlikleri için gönüllü olarak girmek isteyen milletlerinin taleplerini tamamen yok saymasına ek olarak Putin’in Kasım ayında yapmış olduğu, Rusya’nın daha önce Rusya İmparatorluğu veya Sovyetler Birliği tarafından yönetilen tüm ülkeleri fethetme hakkına sahip olduğuna dair irredentist açıklamaları ile çelişmekte olan bir argüman ortaya çıkardığı sarihtir.

Benzer bir biçimde, her iki siyasi akımın da Çin-Uygur çatışmasındaki veya yüz binlerce insanın katledildiği Darfur soykırımındaki tepkisizliğinin yerini, İsrail-Filistin çatışmasında koyu bir Filistin taraftarlığı almaktadır. Bu taraftarlık, Hamas’ın İsrail devletine benzer olarak sivillere uyguladığı terör eylemlerini aklamaya kadar gidebilir. Batı solunda woke akımı Frankfurt Okulu temelli eleştirel teoriden yola çıkarak postkolonyal bir aktivizm yürütürken, siyasal İslamcılar mevzubahis çatışmayı doğrudan din temelinde okurlar. Türkiye’de ise solun Filistin ile manevi bağına katkıda bulunan bir başka unsur daha vardır: Zamanında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kamplarına gerilla eğitimi almaya gitmiş olan silahlı sol örgüt üyeleri. Yom Kippur Savaşı sırasında bu örgütlerin içindeki Türklerin İsrail kuvvetlerinin yaptığı saldırılarda yaşamlarını yitirmiş olması, Türk solunun İsrail nefretini körükleyen faktörlerden biri olmuştur. Tabii SSCB’nin dağılmasından sonra FKÖ de giderek güç kaybetmiş ve Filistin direnişi İslamcı bir çizgide güç kazanmıştır.

Atlantik karşıtlığı ile tanımlanan bu tür postkolonyal hareketlerin özel mülkiyet hususunda da sözde farklı, özde benzer bir duruş sergiliyor olmaları dikkate değer önemli bir noktadır. Bir taraf özel mülkiyet nosyonunu değersizleştirmeyi “Mülk Allah’ındır.” diyerek yaparken diğer taraf Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır.” sözünü temel alarak yapmaktadır. Benzer olarak, çocukların birey olarak kabul edilmesi hususunda ve bedensel mülkiyet konusunda her iki grup da bedensel mülkiyetin ihlaline varan bir müdahalecilik sergiler. Progresif sol, ergenlik dönemine giren ve cinsiyet normlarına uymayan çocuklara mastektomi yapmak gibi radikal cerrahi operasyonları desteklerken diğer taraf sünnet pratiğini savunmak konusunda kararlı bir duruş sergiler ve sünnetin sebep olabileceği problemin bilimsel bir temelde sorgulanmasına bile tahammül edemez.

Özel mülkiyet ve serbest piyasa aleyhtarlığının geniş kitlelerce birbirine zıt olduğu düşünülen bu gruplar tarafından iktisadi politikalarda nasıl el ele müdafaa edildiğinin somut örneklerini Türkiye’de her gün tekrar tekrar görmekteyiz. Erdoğan rejiminin sebebiyet verdiği ekonomik çöküşün sorumluluğu, enflasyon oranları ile tamamen kopuk % 25 kira artış sınırı ile ev sahiplerine atılırken siyasal İslamcılar gibi Türk solu da bu uygulamadan oldukça memnun görünmektedir. Erdoğan bu şekilde ekonomik çöküşün sorumluluğunu almadan “Biz devlet olarak elimizden geleni yapıyoruz ancak ev sahipleri vicdansız.” mesajını rahatlıkta verebilmekte ve hükümet böylelikle konut krizi gibi ciddi bir başarısızlığın tüm yükünü, tüm yatırımını 1-2 taşınmaza yapmış insanlara yıkarak “popülist sol” olarak bile tanımlayabileceğimiz söylemlerle alkış alabilmektedir.

Türkiye’de serbest piyasa savunuculuğu baskın devletçi siyaset geleneğinden ötürü “vahşi kapitalizm” ve “sömürü” ile özdeşleştirilirken kapitalist sistemi insan hakları ve özgürlükleri ile bağdaştırmak, bu çizgide geleneksel solun ezberlerinden azade olmuş bir muhalif söylem üretmek Türkiye özelinde zor bir eylem olmaktadır. Buna ek olarak, Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında en uzun çalışma saatine sahip ülke olduğu istatistiklerle defalarca ortaya koyulmuş, pek çok insan için 6 gün çalışmak bir norm haline gelmiş, işinden nefret eden çalışanların verimliliği de yüksek çalışma saatine karşı düşük ücretlerden ötürü düşmüştür.

Oysa sağlıklı işleyen bir kapitalist sistemde verimliliği maksimize etmek, çok ama verimsiz çalışmaya tercih edilmelidir. Sağlıklı işleyen bir piyasa ekonomisinde devlet sendikal örgütlenmelerin hak aramalarını bastırmamalıdır, böylelikle sendikal örgütler ile iş verenler arasında daha düzgün bir geri bildirim mekanizması piyasa mekanizmaları dahilinde kurulabilir ve çalışanlar da insani olmayan çalışma saatleri gibi konularda haklarını arayabilirler. Bu çalışanların iş yerlerine sadakatini ve verimliliğini de olumlu etkileyecektir.

Piyasa mekanizmaları ile hak arama teşvik edildiğinde ve insani çalışma koşulları sağlandığında “İş hayatı, modern köleliktir.” şeklindeki algının da son bulmasa bile önemli ölçüde azalacağını ve üretkenliğin azalmak yerine artacağını görebiliriz. AKP iktidarının siyasal İslamcı tabanı ise buna zıt olarak sol gruplar gibi çalışmayı modern kölelik olan lanse eden bir retoriği benimsemiş durumdadır ve kadın istihdam oranının zaten yeterince düşük olduğu ülkemizde ev hanımlarını devlet desteği ile emekli ederek çalışmaya değil, çalışmamaya teşvik etmektedir.

Birbirine kökten zıtmış gibi görünen solun ve siyasal İslam’ın bu kadar ortak yönünün olmasının bir tesadüften ibaret olduğu elbette düşünülemez. Nihayetinde bu durumun temelinde tüm dünyayı ve siyasi aktörleri yüzeysel bir ezen-ezilen dikotomisinden, iyiler ve kötülerden ibaret gören Marksist, siyah-beyaz bakış açısı yatar.

Türk siyasetinde, gerek sağ gerek sol geleneklerde devlet tahakkümünü yücelten, çocuklara sadece iyi birer devlet memuru olmayı öğütleyen bu anlayış baskınlığını sürdürdüğü sürece ise katma değer üreten bir toplumun önünün açılması ve uzun vadeli bir ekonomik kalkınma ne yazık ki realist bir senaryo gibi görünmemektedir. Merkez Bankası’nın semptomatik tedavilerinin etiyolojiyi ortadan kaldırması söz konusu değildir.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 704 times, 1 visit(s) today

Close