Pelin Batu’yla Erhan Afyoncu ve Murat Bardakçı’nın meşhur sosyal tarih tartışması, sosyal medyada dönem dönem paylaşılan videoların başında gelir. Sosyal medyada bu video daha çok cinsiyet rolleri (mansplaining) üzerinden paylaşılsa ve tartışılsa da benim bir tarihçi olarak dikkatimi çeken konu, elbette sosyal tarih tartışması ve “belge olmadan tarih olmaz” vurgusu olmuştu. Zira Koç’taki tarih eğitimim boyunca sosyal tarih üzerine eğilen hocalarla çalışmıştım. Diyarbakır bölgesi özelinde şer’iyye sicillerini inceleyerek cariye–efendi ilişkileri üzerine çalışan Yavuz Aykan, Rock’n Roll tarihi dersiyle ’68 hareketlerinden Sovyetlerin son dönemindeki muhalif akımların rock müziğiyle ilişkisi gibi siyasi tarih örnekleriyle Mark Baker, Nev’îzâde Atâyî’nin biyografik eseri “Hadâiku’l-hakâik fî tekmileti’ş-Şekâik” üzerinden 17. yüzyıl Osmanlı mutasavvıf ve şairlerinin rüyaları üzerine çalışan Aslı Niyazioğlu… Aslı Hoca sayesinde yüz yüze de tanışma fırsatı bulduğum Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun” kitabı bu konuda bir kilometre taşıdır diyebilirim. Özellikle “Mütereddit bir Mutasavvıf: Üsküplü Asiye Hatun’un Rüya Defteri” kısmı hem o dönemin Üsküp’ünün yapısı hem de Osmanlı Rumeli’sinde kadın figürü hakkında fikir sahibi olmanızı sağlayacaktır. İlham verici bir eserdir.
Tarih, elbette her zaman savaşları, anlaşmaları, saray entrikalarını yazmak zorunda değildir. Yukarıda belirtildiği üzere, rüyalarını kaydeden bir Osmanlı mutasavvıfı da, efendisinden çocuk sahibi olarak “ümm-ü veled” statüsü kazanan bir cariyenin Diyarbekir Şer’iyye Sicillerinde geçen özgürlüğünü kazanma çabaları da, Vladimir Vısotski ve Viktor Tsoy gibi muhalif Sovyet rock figürlerinin “yeraltı kültürüne” etkileri de tarihin konusudur. En basit örnek olarak, 50 yıl sonrasının tarihi yazılırken belki bu yazıyı okuyanların sosyal medya ekran görüntüleri Türkiye siyasi tarihi için belge yerine geçecek. Dolayısıyla evet, sosyal tarih vardır, olmalıdır, olacaktır. Sadece sosyal tarih değil, iklim tarihi de gitgide önem kazanan bir disiplindir. Celali İsyanları’ndan Osmanlı’nın Mısır’ı kaybına yol açan sürece kadar “Küçük Buz Çağı”nın etkileri Sam White ve Alan Mikhail gibi tarihçiler tarafından ele alınmıştır. Ancak bu tarih dalları da en nihayetinde yine yazılı ve somut belgeye dayanmaktadır. Sosyal tarih ya da iklim tarihi günlüklere, mahkeme kayıtlarına, hasat defterlerine, kurumlararası yazışmalara ya da yakın tarih için video kayıtlarına dayanarak yazılabilir. Bu yüzden konuyu Tarihin Arka Odası kesitindeki başka bir söylem üzerinden, bir adım daha ileriye götürüyorum: Yazılı belge olmadan tarih yazılır mı? 21. yüzyılda geldiğimiz noktaya bakacak olursak bence bu sorunun cevabı, evet.
Modern tarihyazımının babası olarak bilinen Leopold von Ranke, Wie es eigentlich gewesen yani “Nasıl olduysa (öyle)” sözüyle bilinir. Tarihçiye bir ayna görevi veren Ranke, “Belge yoksa, tarih de yoktur” anlayışına sahipti. 19. yüzyılda başlayan bu anlayış, çok süre geçmeden tenkitlere maruz kalmaya başlamıştı bile. Carl Becker ve Edward Hallet Carr gibi düşünürler, tarihte sadece belgenin değil, tarihçinin bakış açısının ve olgular arasında kurduğu bağların da önemini vurguluyordu. Ranke’ye gelen başka bir eleştiri ise yazılı tarihin erişemediği bölgeleri araştıranlardan gelmeye başlamıştı. Okyanusya, Amerika, Afrika tarihi çalışanlar bunun başında geliyordu zira Batılı tarihçiler dönemin kolonilerinde araştırmalara başlamışlardı ve araştırmaları çoğunlukla sözlü belgelere dayanıyordu. Modern tarihyazımı, Avrupa tarihi içinde kalmaktan çıktıkça kendini yenilemek, salt yazılı belge temelli tarih anlayışını gözden geçirmek zorunda kalıyordu kısacası. Aslında genel olarak dünya tarihi değil, Avrupa tarihi de sadece yazılı belgelerle açıklanamaz. Hint-Avrupa yayılması olmasaydı, günümüz Avrupa halkları var olur muydu? Peki, beş bin yıl önce gerçekleşmiş Hint-Avrupa yayılmasını yazılı belgeler üzerinden nasıl açıklayacağız? Hadi, onu tarihin değil, tarih öncesinin konusu kabul edelim ve tarihe değil arkeolojiye havale edelim. Oradan Kelt, Cermen, Latin halklarının ön aşamalarının oluşmasını, bunun zamanla tarihte Latino-Faliskan, Gal, Got, Suebi gibi aşamalardan geçerek konfederasyonlara, devletlere dönüşüm sürecini tek başına yazılı belgelerle nasıl açıklayacağız? Mutlaka arada bir geçiş olması lazım. Bu geçişi yıllarca arkeoloji ve tarih disiplinlerinin el ele vermesi ile anlamlandırabildik zaten, bunun da en iyi örneği meşhur Litvanyalı Arkeolog Gimbutas’ın Hint-Avrupa yayılmasını açıklayan Kurgan Teorisi’dir. Ancak günümüzde onun da ötesine geçtik. Bu makalemin ilk kısımlarında da açıkladığım üzere, artık Hint-Avrupa göçleri, Etrüsklerin İtalya Yarımadasının yerli Villanova Kültürü ile süreklilik arz etmeleri, hatta 90-100 asır önce Sahra Çölü’nün yeşil ve nemli bir arazi olduğu dönemden kalan kıtalararası göçlerin günümüz Afrika toplumlarındaki izi bile çok kolay bir şekilde ispatlanabiliyor. Bunu ispatlayabilmemizi sağlayan bilim dalı ise genetiktir. Sırf ağızdan alınan bir epitel doku örneğiyle bireyler ve toplumlar arasındaki binlerce yıllık bağlantılar açıklanabiliyor, baba hattından geçen ata soyları, anne hattından giden büyük nine soyları, tabiri caizse Âdem ve Havva’ya kadar tespit edilebiliyor, birinin atalarının hangi coğrafyalardan geldiği yüzdelikli oranlar halinde açıklanabiliyor. Bunun elbette bildiğimiz tarihi tekrar okumaya da katkısı olacaktır.
Yine Koç’ta okuduğum dönemde, Hunların Türklüğü konusu tartışılmıştı. Sevdiğim ama sıkça zıtlaştığım sınıf arkadaşım, daha önce bahsettiğim Ranke perspektifinden bakarak Attila döneminden bir yazılı kanıt olmaması üzerinden “Avrupa Hunlarının Türk olduğunu bilemeyiz” derken ben ise özellikle Çuvaş Türkçesinin göç yolundan, Macarlarda bulunan Türk menşeli kelimelerin çoğunun ise Çuvaş Türkçesi bağlantılı olduğundan bahsediyor, bu göç yolunun başka açıklamasının olmadığını söylüyordum. Bu tartışma sonuçsuz kalmıştı. Ancak elimize Avrupa Hunlarından genetik veriler geçmeye başladı ve bu verilerin Asya’daki Hun topluluklarından alınan arkeo-genetik örneklerle hem baba hattında hem de yüzdelikli oranlarda eşleştiğini görmeye başladık. Hatta Anadolu Türkleri ve Uygurlar dahil olmak üzere günümüz Türk halklarından da bu bağlantıya delil olacak güncel genetik sonuçlar gelmeye başladı. Dilbilim ve genetiğin birbirini doğruladığı bu örnek, “belge olmadan tarih olmaz” anlayışının yanıltıcı olabileceğinin bir başka kanıtı.
Genetiğin Türk tarihine uygulanışı elbette salt Avrupa Hunları ve Asya Hunlarını bağlamaktan ibaret değil. Türklüğün en erken köklerinin aydınlatılması da tıpkı Hint-Avrupa yayılmasının anlamlandırılması gibi genetik verileri okumaktan geçmektedir. Belçikalı Dilbilimci Martine Robbeets, Altay Dil Teorisi üzerine yazdığı “Triangulation supports agricultural spread of the Transeurasian languages[1]” isimli 2021 tarihli makalesinde, Türk, Kore, Moğol, Japon ve Tunguz dillerinin Amur-Mançurya havzasından yayıldığını öne sürmüş ve bu dil ailesine Altay yerine Transavrasya demeyi tercih etmiştir. Bunu iddia ederken ise dilbilimin yanı sıra genetik ve arkeolojiyi hatta özellikle arkeo-botanik disiplinini kullanmıştır. Söz konusu toplumların tarihsel süreçte Amur Havzası genetiğini ortak taşıdığını iddia etmiş, aynı zamanda darı çiftçiliğinin Mançurya’dan bu bölgelere yayılmasını da dayanak olarak göstermiştir. Türkçe dahil, Altay/Transavrasya dil ailesine girdiği iddia edilen tüm dillerde tarıma dair sözlerin, mesela tahıl ve kuruyemiş çeşitlerinin, ekinciliğe dair fiil ve terimlerin, tekstil ile alakalı sözlerin eskiye tarihlenmesini de güçlendirici bir kanıt olarak göstermiştir, bunun üzerinden ise Türk, Tunguz ve Moğolların atlı göçebeliğe sonradan adapte olan, esasen tarımcı bir toplum olduğunu öne sürmüştür. Dolayısıyla arkeo-botanik, dilbilim ve genetik üçlüsü üstüne tezini inşa etmiştir. Bu da günümüzde sosyal bilimlerin nasıl ilerlediğine dair etkileyici bir örnektir. Robbeets’in tezi halen ana akım olarak kabul görmemiştir ve halen eleştiriler gelmektedir. Daha önemlisi, bu eleştirilere dayanak oluşturabilecek veyahut Robbeets’in tezini desteklemesine rağmen doğrultusunu değiştirebilecek kanıtlar da yine bu tarz sosyal bilimler ile pozitif bilimleri kesiştirecek argümanlara sahiptir. Mesela darı tarımının Asya’daki yayılımı üzerine geçtiğimiz haftalarda çıkan “Adaptability of Millets and Landscapes: Ancient Cultivation in North-Central Asia[2]” başlıklı makale, darı tarımının Mançurya’dan MÖ 6. binyılda çıkıp MÖ 2100 gibi Doğu Türkistan’ın kuzeyine, MÖ 1600’lerde ise Tuva-Hakasya civarı Minusinsk Havzası’na ulaşıp oradan MÖ 1000-800 gibi Moğolistan’a yayıldığını göstermektedir. Bu da Türklerin tekamül aşamasında Orta Sibirya bölgesinin, Moğolistan’dan daha öncelikli olabileceğine dair bir fikir sunmaktadır. Görüldüğü üzere, artık tarih yazarken sadece genetik değil, botanik dahil olmak üzere pozitif bilimlerin de katkısı artmaktadır. Sosyal bilimlerin günümüzde geçireceği evrimi buradan da tahmin edebiliriz.
Tarihyazımda pozitif bilimlerle el ele giden bu tarz disiplinlerarası açıklamalar, sadece binlerce yıl öncesini aydınlatmakta değildir, çok daha yakın dönemler için de geçerlidir. Azerbaycan üzerine ilgimi arttıran ve çalışmalarımı Türkiye-Azerbaycan bağlarına yönelten birkaç durumu buna örnek gösterebilirim. Annemin anneanne tarafının Konya’nın İsmil köyünden olduğunu 2018’de e-Devlet alt-üst soy verilerinin yayımlanmasıyla öğrenmiştim. İsmil köyünü araştırınca Osmanlı kayıtlarında Hoy-Tebriz çevresinden göçen “Acem Türkman oymağı”nın da bu köyde bulunduğunu öğrenmiştim. Bunun üzerine annemin dayısına bir DNA testi aldım ve cidden de değerleri İç Anadolu Türk ortalamasıyla Güney Azerbaycan ortalamasının arasında görünüyordu. Bu da atalarımın bir kısmının kimi araştırmacılara göre 1500’lerde, kimilerine göre ise 1700’lerde bölgeye yerleşen Güney Azerbaycan menşeli Türkmenlere dayandığına kanıt oluşturuyordu. “Turkish DNA” isimli genetik portalının yöneticiliğini yaptığım için farklı bölgelerden bireysel DNA sonuçlarını görme şansım oldu. Antalya/Elmalı’daki Yörüklerin, Azerbaycan’ın muhtelif yörelerinde Y-DNA[3] eşleşmelerinin olduğunu ve bunun tarihsel olarak Şahkulu İsyanı ertesinde Teke yöresinden Azerbaycan’a olan göçlerle ilgili belgelerle uyuştuğunu görmek heyecan vericiydi. Hakeza Afyonkarahisar’ın Dinar ve Emirdağ yörelerinde Azerbaycan ortalamasına yaklaşan sonuçların varlığı ve bunların bölgeye 17. yüzyılda iskan edilen Karabağ kökenli Türkmen aşiretleriyle köy köy, nahiye nahiye uyuşması da öyle. Anadolu’dan Azerbaycan’a, Azerbaycan’dan Anadolu’ya böyle sonuçların artması da beni iki bölgenin boy, oymak, tayfa, aşiret ortaklıklarını araştırmaya itti. Yukarıda örneklediğim Robbeets çalışması gibi, çok disiplinli çalışmaların Türkiye ve Azerbaycan ortaklıklarını daha iyi ortaya çıkaracağına inanıyorum. Hatta bu çalışmaların yazıya geçerek bir veri havuzu oluşturması sonucunda bir gün sırf aşiret, köy ya da aile lakabını bilen rastgele bir Türkiye Türk’ünün, Azerbaycan’ın herhangi bir köşesindeki akrabasını bulma ihtimalini hiç uzak görmüyorum ve bunun için çalışıyorum. Hatta Türk dünyası boyunca şecere bilgilerini, boy ve aşiret bilgilerini, genetik bilgileri, bölge bölge kaydedilmiş ağız-şive kıyaslarını barındıran bir veri havuzu oluşturursak Türk dünyası arasındaki akrabalıkları ve networkleri bulmanın kolaylaşacağına, bağların da bugün tahayyül edemeyeceğimiz kadar sıkılaşacağına inanıyorum.
Görüldüğü üzere, tarih boyunca gelişen iklim değişiklikleri, genetik kıyaslar, arkeolojik bitki verileri yani fen bilimlerinin parçası olan olgular artık tarihyazımının bir parçası, öyle de olmak zorunda. Sosyal bilimcilerimize de Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılına yaraşır şekilde düşünüp yazmak, 19 ve 20. yüzyıl kalıplarını aşmak bir yana, çağımızın da ötesinde düşünmek düşüyor. Artık yazılı olanın, insan ürünü olguların ötesine geçmemiz, insanın ve tabiatın kendisini temel alan, belgeye dayanmanın ötesinde belgeleri insan hücresinden ve tabiatın derinliklerinden çıkarıp derleyen ve onun üzerinden fikir üreten araştırmalar sunmamız şarttır.
[1] “Üç Yönlü Araştırma, Transavrasya Dillerinin Tarımsal Yayılımını Destekliyor
[2] “Darıların ve Coğrafyaların Uyumluluğu: Orta-Kuzey Asya’daki Antik Ziraat”
[3] Ata hattından geçen Y kromozomuyla bağlantılı DNA sınıflandırma türü. Yani bireyin babasının babasının babasının… soyunu temsil eder.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.