10:43 am Ali Lidar, Edebiyat

Avrupa’nın Kanayan Vicdanı: Stefan Zweig

Avrupa'nın Kanayan Vicdanı: Stefan Zweig

Hem kendi döneminin hem de günümüzün en çok okunan yazarlarının başında gelen Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da hukuk eğitimi almış zengin bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Çok erken yaşlarda gazete ve dergilere yazılar göndererek edebiyat dünyasına giren Zweig, Viyana Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde okudu. Öğrencilik yıllarında ilk kitabını hazırladı. Aynı dönemde ünlü siyonist Theodore Herzl’in çıkardığı “Neue Freie Presse” dergisinde de yazmaya başladı.

Gerçek anlamda bir Avrupa vatandaşı olarak kabul edilmesi gereken Stefan Zweig, Berlin, Viyana, Paris, Londra gibi Avrupa’nın önde gelen şehirlerinde yaşadı. Gezgin ruhu Avrupa ile yetinmeyince önce Hint Adaları’nı ve Hindistan’ı dolaştı, peşinden de kapsamlı bir Amerika seyahati gerçekleştirdi. Bu seyahatler esnasında Auguste Rodin, Rainer Maria Rilke, Romain Rolland, W.B. Yeats ve Pirandello gibi dönemin önemli sanatçılarıyla tanıştı, dostluklar kurdu.

Birinci Dünya Savaşı patlak verince gönüllü olarak orduya katıldı ve arşiv müdürü olarak görev yaptı. Savaş esnasında karşılaştığı dehşet verici sahneler, yaşamı boyunca devam ettireceği savaş karşıtlığına neden oldu. Askerlik sonrası peş peşe eserler kaleme almaya başladı. 1920 ve 1934 yılları arası onun ününün doruğunda olduğu ve eserlerinin en revaçta olduğu dönemdir.

Nazilerin iktidarı ele geçirmesi ve Yahudi karşıtlığının devlet politikasına dönüşmesi ile Zweig için kabus dolu günler başlamış oldu. Evvela kitapları Almanya’da yasaklandı. Polis tarafından sürekli takip ve taciz edilmeye başlandı ve ilkin Avusturya’yı terk edip Londra’ya taşınmak zorunda kaldı. 1940 yılında da kendi ifadesiyle Avrupa’nın acılarından uzaklaşmak için New York’a yerleşti. Ne var ki hiçbir göç acılarına merhem olamadı, savaşın ve soykırımın ruhunda açtığı derin yaralara çare bulamadı ve 22 Kasım 1942’de Brezilya’ da karısıyla birlikte aşırı dozda hap alarak intihar etti… 

Roman, öykü, biyografi, novella gibi pek çok türde eserler veren Zweig, 60 yıllık ömrüne çok sayıda eser sığdırdı. Eserlerinin neredeyse tamamını severek okudum lakin benim için Zweig, her şeyden önce çok büyük bir biyografi yazarıdır.

Şahsi kanaatime göre üretimi en zor edebî tür otobiyografidir. Kişinin belirli bir yaş ve olgunluğa eriştikten sonra çocukluğuna, gençliğine dönmesi ve o günleri tarafsız bir gözle yazması çok büyük uğraş ve özveri ister sanırım. Çünkü birey olarak hayattaki hiçbir nesne ya da olaya karşı takınamadığımız eleştiri mesafesini ya da objektif uzaklık/yakınlığı kendimizi, hayatımızın en güzel anlarını, en büyük acılarını, travmalarını anlatırken ya da aktarırken de gösteremeyiz. Günah çıkarma olmadığı için bizde roman gelişmemiştir diyenlere ek olarak utanma duygumuz olduğu için de otobiyografi türümüz gelişmemiştir diye ekleyebiliriz belki de.

Bu nedenle de kendi geçmişini yazmak yerine başkasının hayatını yazmak daha akla yatkın ve belki daha kolaydır. Ama bu sözde kolaylık çalakalem yazmayı ya da uydurmayı da beraberinde getirmez ya da en azından Avusturyalı ünlü yazar Zweig için bu durum böyledir. Dünya edebiyatının en büyük biyografi yazarı olan Stefan Zweig, Erasmus’un, Maria Antoinette’in, Macellan’ın, Dostoyevski’nin, Dickens’in, Balzac’ın ve olumlu ya da olumsuz yönleriyle tarihte yer almış diğer kişilerin biyografilerinde daima nesnel mesafeyi koruyabilmiştir. Onun yazdığı romanlar ve öykülerinin yanında iyi bir biyografi yazarı olduğu aşikardır. Bugünün dünya edebiyatında, Zweig’ın bu bağlamda takipçisi İngiliz yazar Peter Ackroyd’dur. O da tıpkı ustası Zweig gibi önemli isimlerin biyografilerini kaleme almaktadır; Oscar Wilde ve Edgar Allan Poe gibi.

Zweig’in edebî anlamda bu derece başarılı bir yazar olmasının başka bir nedeni de kısa fakat duygusal yoğunluğu sarsıcı derecede yüksek olan eserleridir. Zweig metinleri okuyanların da şehadet edeceği üzere, asla abartılı bir trajediye dönüşmez. Eserde verilmek istenen duygu, yaratılmak istenen dram ya da tiyatrodan ödünç alabileceğimiz terimle okurlarında uyandıracağı katarsis duygusu asla aşırıya kaçmaz. Örneğin Satranç adlı metninde hapishanede yıllar geçiren bir adamın tek eğlencesi olan satranç kitabını adeta beynine kazıması sonucunda kazandığı satranç maçında, biz okurlar kısıtlı imkanlara sahip bir adamın inkişafına şahit oluruz. Zweig o metniyle bize haksız yere hapse atılan bir adamın pes etmesinden, düşmesinden ziyade hayata tutunmasını, kendisine yine de bir nefes penceresi açmasını anlatır. Daha büyük bir anlamlandırmayla; Gestapo’nun hücresinde yıllarca yatan ve tek avuntusu satranç kitabı olan bir adamın, dünya şampiyonu bir satranç ustasını yenmesini; naif ve elinde kaleminden başka bir silahı olmayan dönem aydının şaşaalı Nazi iktidarına, sistemli ve bürokratik yapılanmasına çalacağı ümit edilen galebenin tasavvurudur bu metin.

Zweig, metinlerinde kadın duygularını en iyi yansıtan yazarlardan da biridir. Tıpkı Anna Karenina’yı yaratan Tolstoy’un bir kadının tüm iç dünyasına hakim oluşu gibi Zweig da kadın karakterlerinin duygularını, hezeyanlarını ve hayal kırıklıklarını metinlerinde büyük bir ustalıkla yansıtır. Özellikle Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat ve Bilinmeyen Kadının Mektubu adlı öykülerindeki ana karakterleri olan kadınları tüm yönleriyle okura sunması onun yetkinliğini göstermesi açısından önemlidir. Zweig’ın metinlerindeki kadınların hemen hepsi aslında sağlam bir duruş ve karaktere sahiptir. Fakat muvazeneleri bir dramla ya da tanıştıkları biriyle olan münasebetlerinden dolayı bozulur. Bu da Zweig’ın kadınlarının ya bir felakete ya da bir pişmanlığa sürüklenmelerine yol açar.

Zweig hem dünyada hem de ülkemizde en fazla okunan yazarlardan biridir. Bunun nedeni aslında modern edebiyat dönemine hemen hemen denk düşmesine rağmen Zweig’ın modern edebiyat olarak niteleyemeyeceğimiz metinler yazmasıdır. Bilindiği üzere dünya edebiyat dizgesindeki modern dönem edebî metinlerin muğlaklaştığı, konu, mekan ve zaman gibi o döneme dek çokça vurgu yapılan ve edebî metinlerin bir anlamda özünü oluşturan unsurların ikinci plana atıldığı dönemdir. Artık aslolan zamandır fakat bu zaman algısı da kendinden önceki edebî metinlerle özdeşlik göstermez. Moderniteyle birlikte önem kazanan “şimdi”, modernist edebiyatla birlikte metinlerde de karşımıza çıkar. Modernitenin temel düsturu olan “an”ın yakalanması edebi metinlerde de zaman kavramını vurguyu doğurmuştur. İşte hemen hemen bu dönemde Marcel Proust, James Joyce ve Faulkner zamanın elde tutulmasını, akıp giden yaşamda anlatılan anın, “şimdi”nin önemini işleyen metinler yazmışlardır. Artık olayların takip edilmesinin yerini zamanın yakalanması almıştır edebiyatta bu anlamda. İşte Zweig, bu akımın doğuş ve yükselişine tanıklık etse de metinlerini daha bilindik, okura daha yakın olan klasik tarzda yazmıştır demek yanlış olmasa gerek. Onun metinlerinde önemli olan duygudur ve bu duygu hemen hepimizin karşılaşabileceği olaylar neticesinde uyanır yani metinlerinin okura geçmesi bahsi geçen yazarlara oranla daha kolaydır. Akıcı bir üsluba sahip olması ve yerinde gözlemleri onu bugün de hala en çok okunan ve çevrilen yazarlar arasına sokmaktadır.

Tabii ki Zweig’ı anlatan ya da anlatmaya çalışan bir yazı, onun üzüntülerinden, felaketlerinden bağımsız olamaz. Zweig bir estettir, estetiğe olan tutkusu onu iyi bir yazar yapmıştır fakat bu naif ruh halini sürdürmek için çok yanlış bir zamanda ve yanlış bir coğrafyada yaşamıştır. Nazi zulmünün iyiden iyiye palazlandığı dönemlerde Avusturya’da yaşamış ve bu dönemde Yahudi kökenlerinden ötürü kitaplarının yakıldığına şahit olmuştur. Özellikle ülkesi Avusturya’nın Nazi toprağı haline gelmesiyle Avusturya’dan ayrılmış ve pek çok ülke gezmiştir. Hatta Avusturya vatandaşlığından ayrılarak İngiliz tabiyetine de girmiştir. Daha sonra yerleşeceği Brezilya ise onun için bir huzur uzamı olmuştur. Orada enfes metni ve aynı zamanda biyografisi olan “Dünün Dünyası – Avrupa Anıları” kitabını yazmıştır. Bu metin Avrupa’nın göbeğindeki bir ülkede yaşamış olan bir estetin zamana direnemeyişini, değişime ayak uyduramayışını ve hepsinden öte değişen Avrupa’nın totaliterleşmeye doğru yürüyüşünü anlatması açısından önemlidir, değişime direnemeyen bir adamın ağıtıdır adeta. 

1942 yılında eşi Lotte ile birlikte intihar ederek bu dünyadan ayrılan Zweig, arkasında onlarca metin bırakmıştır. Hitler zulmünden kurtulmak için ülkesini ve ülkesiyle olan bağlarını terk eden Zweig, aslında bir daha kendi dünyasının, yukarıda da bahsettiğim o naif ve estet dünyanın tekrarlanmayacağını düşünür. Bir umut yazarı olarak adlandırabileceğimiz Zweig, artık umudunu yitirmiş ve dünyadan kendi rızasıyla ayrılmıştır. Yazdığı intihar mektubunda son sözleri şunlardır: “Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 157 times, 1 visit(s) today

Close