Akıllısın ama hiç akıllıca değil söylediklerin.
[Sophokles, Philoktetes, 1240]
Cumhuriyetin ilk asrı nihayete ererken henüz açık seçik tartışılma imkanı bulamadığımız mühim bir husus olduğu kanaatindeyim: Türkiye hakkında nasıl konuşmalıyız? Soruyu mühim buluyorum çünkü sorunların nasıl çözüleceğine dair normatif programların, sorunların kaynağını tespit etmekle hazırlanmayacağını, hazırlanacak programların da uygulanmadığı takdirde kendini ispat imkanı bulamamış kehanetler olduğunu unutuyoruz. Diğer yandan, “Türkiye hakkında konuşmak için metodolojik ilkeler koyabilme çabasında bulunmalıyız” söylemimin lüzumu, yapılabilirliği ve bizi götürebileceği yerle ilgili kaygılarım vardı. Ancak negatif teolojiye benzer şekilde, en azından Türkiye hakkında nasıl konuşmayacağımız üzerinde ittifak edeceğimiz kimi hususların olabileceğine kani oldum. Türkiye hakkında konuşmalar üst başlığıyla, olabildiğince “Türkiye hakkında nasıl konuşulmamalı” sorusuna yanıt arayışına girmeye karar verdim. Dolayısıyla bu deneme de bir yazı dizisine medhal olarak düşünülebilecek hüviyeti haizdir. Bu doğrultuda öncelikle, Türkiye’nin nasıl kurtulacağına dair çözüm arayışıyla bezenmiş düşünce ekollerinin, gerçekleştirmeye niyetli oldukları programların sunuluş tarzlarıyla ilgili bir tadile gidebiliriz.
Her ideoloji, bir kehanetin peşinde koşmaktır. Türkiye’de düşünce dünyasının esaslı sorunu, kehanette bulunma ve uygulama arasındaki sürelerin kısıtlı olması, ciddi anlamda durup düşünecek vaktin, tartışma ortamının hazır bulunmuyor olması gibi gözüküyor. Modernleşme hareketlerinin başlangıç evrelerinde vakit darken son dönemlerde ortam hazır değil. Konuşma malzemesinin bolluğu ve aciliyeti içerinde teorinin, hemencecik sorun çözme mekanizmalarını işler hale getirmesini ummak, ulus-devlet cumhuriyeti formuna bürünmüş modernleşmemizin bütün safhalarının müşterek niteliklerindendir. Dolayısıyla Prens Sabahaddin’in Türkiye Nasıl Kurtarılabilir (1912) ya da Galip Erdem’in darbe ortamında kaleme aldığı Beşiktaş Nasıl Kurtulur (1981) başlıkları, düşünürlerin maksadını ayan eden numunelik örneklerdir. Dünden bugüne yara bere içerisindeki topluma, pratiğe geçirildiği takdirde merhem olacak fikrî programları üretebilme, çoğu kalem erbabının motivasyon kaynağıdır. Sosyal hayatın her safhası, mefuliyetlerimizin izdüşümlerini görebildiğimiz yerler haline geldiği için toplumun bütün fertlerinde aynı arzu hissedilir. Nihayetinde, Türkiye’nin karşılaştığı problemlerin üstesinden gelip gelemediği, gelemiyorsa nasıl gelebileceğine ilişkin kaygı duymak, tabii olarak Türkiye’de yaşayan herkesi ilgilendiren bir muammadır. Ne var ki Türkiye hakkında düşünmenin formlarının farklılaşması kaçınılmazdır. Bu düşünmeler, birbirinden farklı içerikler, kaygılar, sunuluş tarzları taşır.
Farklı yakarışlar, tepkiler, umutlar içerisinde Türkiye hakkında entelektüel düzeyde konuşma vazifesi, elbette entelektüellerin, düşünürlerin, fikir işçilerinin üzerine düşmüştür. Türkiye hakkında konuşma ifadesinin, geniş bir tabloyu kapsadığı açıktır. Hangi yönden bakarsak bakalım, Türkiye hakkında konuşmak, Türk istikbalini düşünmektir. Gündelik görünen problemlerin çözümüne ilişkin kanaatlerimizin zemini, bilimlere yaslansa bile, bilimsel olmayan bir nesneye gönderimde bulunur: istikbal. Dünden bugüne, önce kavramların, artık büyük ölçüde gündelik tartışmaların konuşulduğu gazeteler ve medya kuruluşlarında, normatif yargılar vasıtasıyla gelecek hakkında konuştuğumuz keşfedilmiş değildir. Burada söylem biçimlerinin mecralarının ticari kurum olmaları ile ya da yetişmiş kimselerin problemlere bakış açısıyla ilişkisi yadırganamaz ancak Türkiye hakkında konuşmaların problematik kitap seviyesine taşındığı numunelik örnekler, artık yok hükmündedir. Sözgelimi eğitim meselesine ilişkin problemlerin, gündelik siyasete malzeme verdiği bir yönü vardır, bir de entelektüel anlamda ciddi tartışmalara gebe tarafı; sorunun esaslı çözümü ikinci ayaktan temin edilebilecek olsa bile siyasi retorik tarafı meseleleri çetrefilli hale getirip zorlaştırırken yine çözüm de siyaset pratiğindedir. Bu hususta bir örnek verebiliriz. Eğitim sistemimizin mahvolmuş durumda olduğunu düşünenler içerisinde geçen bir tartışmayı düşünelim. Orta düzeyde ilgililerin, farklı cihetlerden şu yargılarda bulunması, yaygınlığa uygundur:
“Karma sınıfların varlığı, eğitim verimini düşünüyor.”
“Evrim teorisini derslerden kaldırdıkları için böyle oldu.”
“Andımız okutulmadığı için eğitim sistemimiz güdük kaldı.”
Verilen farazi yargı biçimleri, siyaset programlarında sarf edilebilecek düzeydedir. Oysa bu yargı biçimlerinin her birisi, eğitim meselesinin nirengi noktalarını yakalamış olmaktan uzak olduğu için çözüm mekanizmalarını işler kılmazlar. Her biri aynı zamanda doğru ya da yanlış olabilen, problemin farklı noktalarına temas eden yargılardır. Diğer yandan, sorunu doğuran sebep ile çözümün kaynağı aynı nokta olmayabilir. Üstelik bu iddiaların zayıflığı, retorikçi siyasetin doğasına uygundur. Retoriğin işletilmesi, meselelerin künhüne vâkıf olmadan, sorunlara çözüm getirmeden tartışmayı idare edilebilir, lehte nihayetlenecek konuşma ortamını temin etmesi anlamına gelir. Geçmişe ya da şimdiye dair durum tespitleri, aynı zamanda istikbali kurmak adına atılması gereken adımların rotasını tayin etmesi bakımından, yalnızca geçmişe ve şimdiye dair bir konuşma değildir. Normatif söylemlerimizin kendi hayatımıza geçirildiği bir düzlem düşünelim: Şahsi geleceğimizi konuşmaktan kaçındığımız retorik, Türk istikbalini konuşmak için başvurduğumuz bir yöntem haline geldiği takdirde rasyonel zeminde kurduğumuz geleceğimizin önüne set çekmiş oluruz. Bu düzlemde retorik, iç ferahlatan bir istikbal katili oluverir. Nihayetinde Türkiye hakkında konuşmaların entelektüel formu, retorikten arındırılmış, geleceğe dair konuşulduğunun bilincinde olmalıdır. Bu bilinç, eli kalem tutanların mütevazı ve hesabı verilebilir iddialarda bulunması lüzumunu hissettirmesi bakımından bir hatırlatma levhasıdır.
Geleceğe dair konuşma zaruretimiz, her durumda bakidir. Kant’ın metafizik adına kurduğu prolegomena cinsinden, ilkesel ve metodoloji açısından problem bazında belirlenebilecek, uzlaşımsal çeşitli taslaklara ihtiyacımızın olduğu açıktır. Nitekim sosyal bilimler metodolojileri, sosyal bilim yapmaya yetecek ölçüde akademik çıktılar üretebilse de gelecek hakkında konuşmayı vadetmez. Sosyolojinin istatistiğe yaslanan verileri ve felsefi kuramları, tarihin tekerrür umudu, hukukun yasalılığa olan inancı, liberal iktisadın gelişme, sosyalist iktisadın eşitlik maksadı taşıyan teklifleri, ayrı yönlerden gelecek hakkında konuşma vadederler. Bu vaat, bilime yaslanan bir geleceğe konuşma olmak bakımından bilimin vaadinden hariçtir. Temellendirme gücü hayli zayıflamış politik düşünce hayatımızda, entelektüel olarak meselelere yaklaşmakta önemli olan, problemi tespit etme ve sorun çözme mekanizmalarının nasıl işleyeceğine ilişkin sorularda, rasyonel olarak değerlendirmelerde bulunmak ve şahsiliğin ölçütünü mümkün olduğunca azaltmaktır. Bugüne değin gerçekleşen tartışmalarda, Türkiye’ye ilişkin düşüncelerde epistemolojik kurguların ve yargıların soruşturulması ihmal edilmiştir. Bu ihmal, bizi çoğu kez Türkiye hakkında entelektüel olarak konuşup konuşmadığımız noktasında hem sorusuz hem de cevapsız bırakır. Böylece bir ayrım yapılabilir: Türkiye hakkında entelektüelce konuşmak ve bir entelektüelin Türkiye hakkında konuşması birbirinden farklıdır. Nasıl bir bilim adamının Tanrı’nın varlığına ilişkin soru karşısında vereceği cevap, bilim adamlığından müstağni ve kişisel oluyorsa bir entelektüelin Türkiye hakkındaki durumu da buna benzerdir. Entelektüelliğe ve akli düşünmenin gereklerine riayet önceliklidir. Sophokles’in Philoktetes’te Neoptolemos’a söylettirdiği cümleyi hatırlamak yerindedir: “Akıllısın ama hiç akıllıca değil söylediklerin.”Türkiye’de entelektüel eleştirisi, büyük ölçüde entelektüellerin içinde yetiştikleri coğrafyanın değerlerinden ve sorumluluklarından uzaklaştığı yönündedir ve bu eleştirilerde anti-entelektüalist tavır hâkimdir. Cemil Meriç örneği, bu meselenin en kaliteli örneklerinden biridir. Bu Ülke’de, Türk entelijensiyası üzerine yaptığı tespitler ve tenkitleriyle kendini gösteren Cemil Meriç’in, Türkiye hakkında konuşurken ortaya koyduğu aforizmavari cümlelerin hesabını verdiği söylenebilir mi? Müelliften haricen, ilgili literatürü düşündüğümüzde aforizma düzeyinde yargıların kamusal karşılığı ne olmalıdır? Türkiye’de entelektüeller, Türkiye hakkında entelektüelce konuşabiliyor mu? Siyasi işlevleri yerine getirme arzusu, entelektüelleri hatibe dönüştürürken söylemlerin temellendirilmesi göz ardı ediliyor. Entelektüeller arasında karşıt görüşlerin tartışma ortamı sağlanamaması, belirli konu etrafında yöntemli bir temellendirmeden yoksun politik düşünce hayatımızın neticesidir. Güncel siyasete dair bir düşünürün, “Ayarlanmıştır o işler” söylemi, versiyon değişiklikleriyle bir temellendirme biçimi olarak kamusal alanda düşünce numuneleri oluşturuyor. Birilerine inanmak, Türkiye’nin, istikbalini kurmak için yeterli düşünme emaresi olarak kendini gösteriyor. Bu durumda, entelektüel olarak konuşmanın öncelikli şartı, gelecek hakkında hüküm veriyor olduğumuzun idrakinde olmamızdır. Geleceği bilebilecek bir insan zihninin var olmadığı bilgisinin rahatlatan yönü, Türk istikbali hakkında düşünürken hatalı olabileceğimizi bize hatırlatmalı; argüman kurarken yaslandığımız sosyal bilimlerin esaslı vazifesinin sınırlarını aştığımızın bilincinde olmalıyız. Türk istikbali hakkında konuşmanın ciddiyeti, normatif dille kullandığımızda, bize kehanette bulunduğumuzu hatırlatmalıdır. Entelektüellerin gelecek hakkında komploculuktan uzak, uzlaşılabilir argümanlarla konuşmasının gereği, gün geçtikçe yakamıza yapışacaktır.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.