Bu yazının kaleme alınmaya başlandığı 10 Ekim gecesinde, muhasara altındaki Gazze Şeridi’nden İsrail’in güneyine yapılan ve üzerinde hayli çalışıldığı belli olan kapsamlı saldırılarda 1000’den fazla İsrail vatandaşının öldüğü kesinleşmiş; aynı günlerde yoğunlaşan ve 2006 Gazze harekatından daha şiddetli bombardımanın yaşanmakta olduğu ifade edilen hava saldırılarında, 1000’den fazla Filistinlinin hayatını kaybettiği basın organlarında paylaşılmaktadır. 7 Ekim sabahı saat 6.30 sularında başlayan ve Arap-İsrail çatışmasının önemli basamaklarından biri addedilen Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümüne denk getirilen saldırılar, hiç şüphe yok ki, hem İsrail toplumuna verdiği psikolojik etki bakımından hem de beraberinde getireceği bölgesel etkiler bakımından, Filistin-İsrail tarihine şimdiden damgasını vuracak bir saldırı olarak tarihe geçmiştir. İki tarafa da vermiş olduğu etkiler neticesinde bu saldırıların, bir dönüm noktası olduğunu bugünden ifade etmek abartılı bir yorum olmayacaktır.
7 Ekim sabahı, Gazze şehrini kontrol eden İslami Direniş Hareketi (حركة المقاومة الاسلامية), diğer adıyla Hamas örgütünün, sayısı resmî olarak açıklanmasa da yüzlerce denebilecek unsuru ile havadan, karadan ve denizden başlatmış olduğu saldırılarda Gazze şeridi etrafında kümelenen askerî üs, karakol ve yerleşim yerlerine hızlı ve etkili bir sızma harekatı icra ettiği görülmüştür. Bölgedeki işgal güçlerinin hazırlıksız yakalanması nedeniyle pek çok karakol ve askerî üs ele geçirilerek başta Merkava tipi tanklar olmak üzere çok sayıda askerî aracın imha edildiği sosyal medya platformlarında yayılan video ve görüntülerde görülmüş, saldırılar sırasında, ülkede daha önce örneği görülmemiş düzeyde İsrail vatandaşlarının rehin alındığına şahitlik edilmiştir. İki tarafın da farklı sayılar vermesi ve yazının kaleme alındığı saatlerde, İsrail güçlerinin Hamas’ın saldırı düzenlediği alanlarda tam hakimiyet sağlayamaması nedeniyle hasarın tablosu net olarak çıkartılamamış, esir sayısı muğlak kalmıştır ancak ölü/yaralı sayısının, içinde sayısız çatışmanın olduğu İsrail tarihi için bile anormal olduğunu ifade etmek şimdiden mümkün.
İstihbarat Zafiyeti İddiaları
Askerî üslerdeki personellerin hazırlıksız yakalandığı, Hamas’ın yayınladığı çatışma görüntülerinde açık bir şekilde görünmekte. 30 km kadar içeriye giren Hamas unsurlarının bu derece kapsamlı bir operasyonu nasıl yapabildiği tartışılırken, saldırının büyüklüğü ve şiddeti dünya gündemine girdiği andan itibaren hararetle tartışılan diğer mesele saldırı istihbaratının nasıl alınamadığıdır. Dünya çapında adından söz ettiren istihbarat teşkilatına sahip olan İsrail’in, bu saldırıyı önleyememiş olması, beraberinde soru işaretleri getirdi. Ayak oyunları ile tanınan Netanyahu’nun bu istihbaratı, iç kamuoyunda uzun zamandır cereyan eden gerilimleri ve siyasi kamplaşmayı kendi lehine sonlandırmak ve pozisyonunu sağlamlaştırmak için “sümen altı ettiği” tezi gerek ülkemizde gerekse de İsrail’de dile getirilmektedir.
Mossad, Şin Bet ve askerî istihbarat teşkilatlarının saldırıdan haberdar olmayışı, sinema-televizyon dünyasına damgasını vuran İsrail istihbaratının operasyonları ile büyüyen bizler için afallatıcı gelebilir. Saldırıdan 48 saat sonra Associated Press ajansına konuşan kimliği açıklanmayan Mısır yetkilisinin “10 gün önce uyardık” mealindeki ifadeleri (1), İsrail tarafından gelen çelişkili açıklamalar, başta güvenlik bürokrasisi olmak üzere bazı İsraillilerin, “Netanyahu’nun İsrail güvenlik mekanizmasına müdahil oluşu” nedeniyle kendisine yönelttiği benzer eleştiriler (2), 11 Eylül sonrası gündeme gelen tezlerin yeniden dile getirilmesine yol açtı.
Geçtiğimiz 4-5 gün boyunca muvazzaf ve emekli yetkililerden gelen yorumlar İsrail güvenlik bürokrasisinin Gazze’den tehdit algılamadığını, odaklarını Batı Şeria’da yaklaşık 1,5 yıldır sürmekte olan çatışmalara çevirmiş olduğunu ve bu bölgeden hamle beklediğini göstermektedir. 2021 Ramazan ayında, Gazze ve Batı Şeria dışındaki şehirlerde bile, alışılmadık şekilde kaosun yaşanmaya başladığı günden bu yana Tel Aviv yönetiminin dikkatleri bu bölgeye yoğunlaşmış, neredeyse her hafta saldırının olduğu geçtiğimiz yılda, kaynaklarını bu bölgeye sevk etmişti.
2021 yılında yaşanan saldırıların ardından ise Gazze ile ciddi bir gerilim yaşamayan Tel Aviv yönetiminin, o hattan tehdit algılamaması anlaşılabilir. Nitekim, Gazze şeridinden İsrail’e günlük olarak gelen işçi sayısının arttırılmasına yönelik görüşmelerin olduğu bilinmektedir. Hükümetin, böylesine şiddetli saldırıyı kasıtlı olarak göz ardı edip etmediği hala İsrail kamuoyunda tartışılırken, geçtiğimiz aylarda yargı reformu nedeniyle görevlerinden istifa eden yahut açıktan Başbakan Netanyahu’yu eleştiren güvenlik güçlerinin olduğu İsrail’de istihbarat zafiyetinin yaşanması için tüm unsurların var olduğunu tekrar ifade etmekte fayda var.
İstihbarat zafiyeti tartışmaları ve Netanyahu’ya yönelik sert eleştirilerin ardından yatan ve İsrail iç siyasetinde ciddi bir tıkanmayı ve gerilimi beraberinde getiren birtakım hadiseler silsilesinden kısaca bahsetmek gerekiyor. 80’lere doğru geldiğimizde İsrail’de güçlenmekte olan sağ akımın, yerini artık radikal akıma bırakmakta olduğu görüyoruz. Dindar siyonist hattın, artık İsrail meclisinde ve hükümetinde olan temsilcileri, müesses nizamın kurumlarını tabiri caizse “gevşek” görmekte, çoğu kendi seçmeni olan yerleşimciler eliyle de İsrail siyasetine ve sokağına etki etmektedir.
Örnek vermek gerekirse, Itamar Ben Gvir ve Bezalel Smotrich gibi isimlerin girişimleriyle ile başlatılan program, yerleşimcilerin yoğun yaşadığı sınır bölgesinde Filistinlilerle sıcak çatışmaya giren Sınır Polisi güçlerinin İsrail güvenlik mekanizmasından bağımsız olarak dizayn edilmesini içermekte, bu plan da İsrail’de yerleşik yapıya paralel silahlı güç riskini beraberinde getirmektedir. Nitekim geçtiğimiz yıl, Netanyahu hükümetinin önemli figürlerinin koruması altındaki yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik yapmakta olduğu baskı ve cinayetler öyle bir noktaya geldi ki İsrail ordusunun, iç istihbarat kurumu Şin Bet’in ve İsrail Emniyeti’nin şefleri bu grupların provokatif eylemlerini “milliyetçi terörizm” olarak ilan etmek durumunda kaldı. (3) İsrail sağının müesses güvenlik bürokrasisi ile girmiş olduğu gerilimden bir süre sonra gerçekleşen saldırı, yargı reformu tartışmaları sırasında dile getirilen “devlet içinde aksama” uyarısının gerçekleştiğini göstermektedir.
İbrahim Anlaşmaları Sonrası Arap-İsrail Meselesi
Radikalleşmenin arttığı, “Yalnız Kurt” saldırılarının yükselişe geçtiği Filistin’de bu derece toplumsal psikolojik değişikliğin arkasında, adına “Yüzyılın Anlaşması” denilen ve Ortadoğu’da yeni düzenin tesisini öngeren programın tetikleyici etkisi olduğunu düşünmekteyim. Geçtiğimiz 2-3 yıllık süre zarfında meydana gelen hadiseler BM raporlarında da yer almış ve toplumsal gerilimin artık kaynama noktasına geldiği ifade edilirken, geçtiğimiz yıl itibariyle “3. İntifada’nın imkanı” üzerine görüşler paylaşılmaya başlamıştır. (4) Tüm bu gerilime, temelleri 2015 yılında Kızıl Deniz’de demirleyen bir yatta (5) atılan “Yüzyılın Anlaşması” projesi temel teşkil etmiştir.
Trump döneminde yaşanan hadiseler elbette Trump’ın seçmen kitlesinde çok önemli ağırlığı olan Hristiyan Siyonist Evanjelist akım temsilcilerinin, bu düşünceden etkilenen siyasetçilerin ve bürokratların, Siyonist İsrail ile yapmış olduğu teo-politik ittifakının tezahürü idi. İsrail topraklarını Tanrı’nın kutsal toprakları olarak kabul eden ve bu toprakların şeksiz şüphesiz Yahudilere ait olduğuna inanan Hristiyan Siyonist akım, İsa Peygamberin ikinci kez yeryüzüne gelişinin bir şartı olarak İsrail’in başta Kudüs olmak üzere bölgede tam hakimiyet kurmasını öngörmektedir. Büyük İsrail’in kuruluşu akabinde yaşanacak İsa Peygamberin ikinci gelişi ile Mesih’in riyasetinde Armagedon savaşı başlayacak ve “İyiler” grubu bu savaşı kazanacaktır.
Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dışişleri Bakanı Pompeo, Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması sırasında İsrail nezdinde Amerikan büyükelçisi olan ve projenin mimarlarından David Friedman, Trump’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Jason Greenblatt gibi isimler mezkur akımın takipçisi olarak Evanjelist kehanetlerin gerçekleşmesi adına Siyonist İsrail ile önce teo-politik ardından jeo-politik ittifaka girerek, ‘Büyük İsrail’in kuruluşunu tesis etmek adına girişimlerde bulunmuştur. (6) Benzer kehanetlerin Yahudilerde de olduğunu görürken, 2018’e geldiğimizde karşımıza, dini fikirler etrafında birbirini kullanan iki güçlü grubun ittifakı ve bölgede yeni bir düzen tesis etmek için atılmış adımlar çıkmaktadır.
Filistin’in, adeta vassal bir aktör olarak kağıt üstünde “devlet” olmasına imkan sağlayan bu proje, Doğu Kudüs’ün, 2018 yılında resmi olarak da kabul edilen (7) ‘Yahudi ulus devleti İsrail’e verilmesini öngörürken adına bağımsız Filistin Devleti denilen yapıya oldukça sınırlı bir alan sunmaktadır. Filistin Devleti’nin toprakları, Gazze, Gazze’ye yakın iki arazi parçası ve İsrail’in işgal ettiği Batı Şeria’nın sadece bir kısmında inşa edilecek olup, toplamda 6 bağımsız kantondan oluşmaktadır. Bu birbirinden bağımsız kantonların dış güvenliği İsrail tarafından sağlanacak iken “bağımsız Filistin devleti” içerisinde kalan alanlarda asayiş, ağır silahlara sahip olmayacak olan Filistin güçleri tarafından sağlanmakta ancak Ürdün Vadisi, hava ve deniz kontrolleri İsrail’e teslim edilmektedir. (8)
İsrail’in Yahudi karakterini tasdik edici olan bu anlaşma, sayıları 6 milyonu aşan ve bölgeye dağılmış olan Filistinli mültecilerin uluslararası hukuk gereği ellerinde olan geri dönüş hakkını ortadan kaldırarak, 20. Yüzyılın başından itibaren bölgedeki en temel problem olan Arap-İsrail meselesini, Filistin’i ortadan kaldırarak kökten “çözme” eğilimindedir. Projenin kabul edilmesi halinde inşa edilecek altyapı ve üstyapının finansmanı Körfez ülkeleri tarafından karşılanacak olup miktarın 50 milyar dolar tutacağı yazılı ve görsel medyada ifade edilmiştir.
Başta Ürdün Kralı 2. Abdullah ve Filistin’deki yönetim olmak üzere pek çok aktör, oluşum ve gruba projeyi kabul etmeleri için yoğun baskı uygulanmıştır. Proje, mezkur grupların sert ve aleni tepki göstermesi (9), Cemal Kaşıkçı cinayeti sonrası Suudi Arabistan yönetiminin pozisyonun değişmesi, Türkiye ve Katar gibi ülkelerin proje karşıtı hamleleri, Amerikan iç siyasetinde yaşanan çalkantılar vb nedenlerle istenen ölçüde hayata geçirilememiş, bunu yerine Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail ile normalleşmesi, Amerikan büyükelçiliğinin Kudüs’e nakli ve Golan tepelerinin İsrail’in parçası olduğunun kabulü ile süreç tamamlanmıştır.
Filistin meselesinin dünya siyasetinin bir konusu haline geldiği günden bu yana milliyetçi, sol ve İslamcı akımlardan Filistinlilere türlü destek verildiği herkesin malumu. Bugüne gelindiğinde ise Arap milliyetçiliğinin 80’lerden sonra kendi içine çekildiği, sol düşüncenin alan kaybettiği, İslamcı camianın bilhassa Arap Baharı ayaklanmalarının ardından kendi içinde çatışmaya girdiği bir bölge ile karşı karşıyayız. Körfez’den gelen mali desteğin, ulusal kimliği önemseyen Muhammed bin Selman yönetimindeki Suudi Arabistan tarafından kesildiği hatta, bağımsız Filistin devleti ihtimalini ortadan kaldıran İbrahim Anlaşması’nı kabul etmeleri için Filistinlilere baskı yapıldığı ortamda, 2014’ten sonra IŞİD fenomeni nedeniyle küresel kamuoyunun Müslüman camiayı IŞİD parantezine aldığı bir düzlemde Filistinliler terk edilmiş ve yalnız kalmış olduklarını düşünmektedir.
2020 sonrası dönemde İsrail içinde yaşanan ve 2. İntifada sonrası en kanlı dönem olduğu tescillenmiş çatışma dönemi, bize, terk edilmişlik duygusu etrafında daha saldırgan hale gelen bir Filistin manzarası sunuyor. Üçüncü İntifada uyarıları, daha önce çatışma ve gerilimlerin yaşanmadığı şehirlerde kanlı saldırıların yaşanması, Mahmut Abbas liderliğindeki Filistin Yönetimi’ne olan itimadın ve dolayısıyla siyasi çözüme olan inancın özellikle 30 yaş altı gençlerde aşınıyor olması (10) bugün şahit olduğumuz tablonun işaretlerini vermekteydi. Gelinen noktada, daha önce ister istemez zihinlerde dönebilecek “Batı’daki destekçilerimizi veya Körfez’dekileri zor duruma düşürür müyüz” endişesinin artık Filistinlilerde eskisi kadar güçlü olmadığını düşünüyorum. Zira Filistinlilerin arkasında dikkate almaları gereken bir siyasi ve ekonomik lobi, eskisi kadar, yok. Filistinli gençlerin, var olan kurumların ve fikri akımların ötesinde önümüzdeki dönemde hangi çatı altında hareket edeceğini bugünden kestirmek güç olsa da şiddet sarmalının büyüyerek devam edeceği kanısındayım.
İran’ın Parmağı
Filistin merkezli bir oluşum olan Hamas’ın İran ile dönem dönem iyi ilişkileri olmasına rağmen, İslami Cihad örgütü gibi İran’ın vekil unsuru olmadığı, Arap ülkeleri/Körfez ve İran arasında bir denge siyaseti güttüğü bilinmektedir. Suriye iç savaşı nedeniyle hem Esad rejimi hem de İran ile arası bozulan, o dönemde Suriyeli muhaliflerden yana tavır alan Hamas yönetiminin Şam’daki ofisini Doha’ya taşıdığı herkesin malumudur. Ancak Suriye iç savaşının yıllar içindeki seyri, Esad rejiminin hala Şam’da varlığını sürdürmesi, İran’ın ağırlığını koruması ve en önemlisi Körfez’in Hamas’a yönelik tavır değişikliği Hamas idaresinin yeniden İran ile angajeye girmesine sebep oldu.
Hamas’ı yalnızlaştırmak siyaseti kapsamında Suudi Arabistan’da Filistin davası destekçilerine uygulanan baskı neticesinde 2019 yazından itibaren resmi kanallar aracılığıyla neredeyse hiç kimsenin Suudi Arabistan’dan Filistin’e yardım gönderemediği rapor edilmektedir. Yine bu tarihlerde Suudi basınında Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmet Yasin, Hamas’ın bir önceki siyasi lideri Halit Meşal, Hamas’ın şu anki siyasi lideri İsmail Haniye gibi isimlerin terörist olarak yayınlandığı görülmüş, akabinde Hamas’tan Filistinlilerin tutuklanması nedeniyle Riyad yönetimine açıktan eleştiri gelmiştir. (11) Sisi darbesi ile Mısır’ı kaybeden ardından Suudi Arabistan ile arası bozulan Hamas’ın son durağı yeniden İran olmuş, ikili ziyaretlerin başlamasının ardından Hamas heyeti Şam’da Esad’ı ziyaret etmiştir.
Hamas tarafından gerçekleştirilen 7 Ekim saldırısının, önceki saldırılardan hem teknik hem taktik hem de vermiş olduğu etki bakımından önceki saldırılardan bir hayli farklı olması, saldırının plan aşamasında başka güçlerin lojistik ve kurmay desteğinin olduğu fikrini, ister istemez beraberinde getirdi. Her ne kadar resmi olarak üst düzey yetkililerce reddedilse de İran, yukarıda kısaca temas edildiği üzere, bu denklemde ilk akla gelen şüpheli. Trump’ın görevden ayrılması, pandemi ve Ukrayna savaşı nedeniyle kenarda bekleyen Suudi Arabistan normalleşmesinin, ki saldırıdan bir hafta önce “an meselesi” olduğu ifade ediliyordu, İran tarafından arzu edilmeyen sonuçlar doğuracağını tahmin etmek güç değil.
2019’da Riyad’ın yaşadığı füze saldırıları, Yemen’de bir türlü giderilemeyen güvenlik endişeleri ve İran’ın vekil unsurları ile yaşadığı sıkıntılar Suudi Arabistan’ı uzun süredir yeni arayışlara sevk etmekteydi. Geçen süre zarfında İsrail ile girilen arka kapı diyalogları, alt/orta düzeyde ziyaretler ve küresel güçlerin desteğini alma isteği, Suudi Arabistan’ın girmiş olduğu yolu bizlere göstermektedir. Ulusal milliyetçiliğin yükselişte olduğu Suudi Arabistan’da yönetimin, Amerikan güvenlik şemsiyesinden ve garantörlüğünden faydalanmak karşılığında İsrail ile normalleşme arifesinde olduğu bilinmektedir. (12)
Saldırının arkasındaki makul şüpheli İran, bu saldırı sayesinde hem bu cephenin resmileşmesinin önüne geçmiş, hem de uzunca bir süredir Suriye’de kendi güçlerine hava saldırıları düzenleyen ve İran içinde fiziki veya siber operasyonlar gerçekleştiren İsrail’e kendi evinde cevap vermiş oldu. Dünya kamuoyundaki bakışların kendisinden uzaklaşıp, Filistin-İsrail hattına çevrilmesi de kısa vadede menfaatinedir. Tüm bunların yanında İran için en büyük kazanım, Suriye savaşında almış olduğu tavır ve yüzbinlerce Müslümanın kanına girmesi nedeniyle İslam dünyasında alt üst olan itibarının bir nebze geri alınma ihtimalidir.
Sonuç ve Muhtemel Senaryo
2020 yılı itibariyle bölgede yeni bir dış politika programını yürürlüğe koymaya başlayan Türkiye, bir dönem gerilim yaşadığı Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, İsrail ve nihayetinde Mısır ile yeni bir angajmana girmiş, Arap Baharı’nın başladığı dönemde ve Türkiye’nin güvenlik alanına giren hususlarda (Suriye, Libya, Irak vb) kendileri ile karşı karşıya gelmiş olduğu ülkelerle yeni bir dil inşa etmeye çalışmıştır. Geçtiğimiz haftalarda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu marjında New York’ta bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk Evi’nde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yıllar sonra ilk defa görüşmüş, başta enerji olmak üzere çeşitli dosyalar etrafında resmen iş birliği imkanı aranmıştır.
İsrail CB Herzog’un girişimleri ile başlayan ve 4 yılın ardından karşılıklı büyükelçi ataması ile devam eden sürecin Türkiye’nin Filistin özelindeki tutumunda değişikliler getireceği, Hamas üyelerinin yurtdışına gönderileceği gibi, beklenti kısmı ağır basan yazılar ve analizler, bugün olduğu gibi o gün de revaçta idi. Ancak Türkiye’nin 2 devletli çözüm ve BM kararı ile desteklenen 1967 sınırları çerçevesinde kurulacak bağımsız Filistin devleti siyasetinden vazgeçtiğini görmüyoruz. Hamas’ın, sivilleri de hedef alan ve İsrail tarihindeki en kanlı saldırılardan olan 7 Ekim saldırısına rağmen Türkiye’nin pozisyonunda köklü bir değişiklik yaşanması beklenmemelidir.
4-5 yıldır ağırlığı artan “seküler milliyetçilik” fenomeni etrafında konumlanmış kişi ve gruplar dışında, Türkiye’deki tüm siyasi partilerin İsrail’i kınayan geleneksel tutumunu sürdürdüğünü görmekteyiz. Türkiye’nin pozisyonunu sabit tutması ve CB Erdoğan’ın gün geçtikçe tonu artan eleştirileri, İsrail ile başlayan yeni dönemin, dolayısıyla Amerika ile devam eden sürecin türbülansa girmesine yol açabilir. Adeta şok geçiren İsrail hükümetinin, 2001 Amerikası gibi “ya bizimlesin ya da teröristlerle” yaklaşımı ile ülkeleri taraf olmaya zorlaması, “40 bebeğin kafası kesildi” gibi yalan haberlerle dünya kamuoyuna etki etmeye çalışması, olayın sıcaklığı geçtikten sonra ilerleyen dönemde ters tepebilir.
Gazze’ye başlaması muhtemel kara operasyonu neticesinde bölgede yaşanacak mezalimlerin dünya kamuoyunda farklı dalgalanmalara yol açması da beklenmelidir. 2,5 milyon insanın açık cezaevi düzeyinde yaşadığı bir yere, önce elektrik ve suyun kesilip ardından süpürme harekatı gibi bir saldırı ile girilmesi, hem insan kaybı açısından hem de dünya kamuoyundaki pozisyonu açısından İsrail için yıpratıcı olacaktır. Körfez ile normalleşme ve karşılıklı yatırım/proje geliştirme arifesinde olan İsrail’in bu saldırının ardından başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleri ile yakın temas kurması zorlaşacaktır. Beklenen kara operasyonun başlaması ile birlikte, imza aşamasında olduğu ifade edilen anlaşmanın uzun bir süre rafa kaldırılacağını tahmin edebiliriz. İran’ın kısa vadede avantajına olacak bu durum, Lübnan ve Yemen’deki vekil unsurların Filistin’deki çatışmalara katılıp katılmayacağına bağlı olarak ilerleyen günlerde bakışların kendisine dönmesi ile sonlanabilir.
Arap dünyasında toplum ile siyaset kurumu arasındaki makasın, Arap liderlerin Filistin’de yaşanacaklara sessiz kalmaya devam ettirmesi halinde büyüyeceğini düşünüyorum. Bunun yanında başkanlık seçimlerinin yaklaştığı Amerika’da neredeyse tüm siyasiler İsrail’e destek yarışına girerken, Çin’den gelen 2 devletli çözüm uyarısı, zamanında Amerika’yı Çin ile dengeleme arayışında olan İsrail’i tekrardan ABD hattına yaklaştırabilir. Amerika’nın nüfuzu altındaki bölgeye diplomasi ile girmeye çalışan Çin’in aksine, Doğu Akdeniz’e uçak gemisi filosunu gönderen bir Amerika ile karşı karşıyayız. Ancak Amerikan tarafının, 2024 yarışının kim tarafından kazanılacağına bağlı olarak, İsrail içindeki iç karışıklığın giderilmesi, anayasal düzenin toparlanması ve uç sağ grupların kontrol alınması gibi bazı talepleri olabilir.
Çin’in Kuşak-Yol projesine alternatif olarak son G-20 toplantısında ilan edilen Hindistan – Avrupa ticaret yolunun, daha projenin inşası başlamadan, akıbeti hakkında kafalarda soru işaretleri oluştuğunu ifade edebiliriz. Yukarıda bahsi geçen Ben-Gvir gibi İsrail uç sağının temsilcilerinin, müesses güvenlik kurumları ve yöneticileri ile girdiği kavga, Başbakan Netanyahu’nun dikkatli bir şekilde idare etmesini gerektirecek bir mesele olarak önünde durmaktadır. Aynı dine mensup olsalar da, dünyanın farklı noktalarından gelen Yahudi grupların zaman içerisinde oluşturdukları farklı yorumlar, etnik farklılık ve ideolojik ayrımlar bugün “İsrail’de iç savaş mümkün mü?” sorularının sorulduğu bir noktaya gelinmesine yol açtı. Tel Aviv yönetiminin karşısında hayati sorunlar durmaktadır: Bir yandan, yukarıda bahsedilen nedenlerle radikalleşen Filistinliler, diğer yanda ise Oslo anlaşmasına imza atıp 1994 yılında Arafat ile Nobel Barış Ödülü alan dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin’i yeri geldiğinde suikast ile öldürebilecek ve bugün hükümetin bir parçası olan İsrail aşırı-sağı…
Kaynakça:
- https://apnews.com/article/israel-hamas-gaza-attack-intel-a5287a18773232f26ca171233be01721
- https://www.middleeasteye.net/news/israel-palestine-war-colonel-bad-intelligence-analysis-political-interference-blame
- https://www.yenisafak.com/dusunce-gunlugu/yerlesimci-terorunun-golgesinde-israil-isgalinin-gelecegi-4542699
- https://www.foreignaffairs.com/israel/third-intifada-israeli-palestinian-conflict
- https://www.middleeasteye.net/news/exclusive-secret-yacht-summit-realigned-middle-east
- https://x.com/DBrodyReports/status/1222933373749997568?s=20
- https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilde-yahudi-ulus-devlet-yasasi-kabul-edildi/1208156
- https://www.inss.org.il/publication/where-does-the-deal-of-the-century-lead/
- https://www.aa.com.tr/tr/dunya/filistin-devlet-baskani-abbas-tarihe-kudusu-satan-veya-vazgecen-biri-olarak-gecmeyecegim/1721199
- https://www.bbc.com/news/world-middle-east-65812444
- https://www.aa.com.tr/tr/analiz/suudi-arabistan-hamas-uzerindeki-baskiyi-artiriyor/1626195#
- https://www.reuters.com/world/us-saudi-defence-pact-tied-israel-deal-palestinian-demands-put-aside-2023-09-29/