Dün (11 Kasım 2023) dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin doğum günüydü. 202 yıl önce doğan büyük usta, yazdığı romanlarla hepimizin hayatını derinden sarsmaya devam etmekte.
TRT’de, Doğan Hızlan’ın programına katılan Cemal Süreya “1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur. Biyografim bu kadar.” diyerek özetler yaşam hikayesini. Benim durumum da Cemal Süreya’yı anımsatmakta esasen. Lise yıllarımda, kendimle ve herkesle, dünyayla çatışan bir ergenken okumuştum Suç ve Ceza’yı. O gün bugündür, pek huzurlu sayılmam ben de.
Dünya Edebiyatı dediğimizde neden bahsederiz? Bir metni dünya edebiyatı dizgesine sokan nedir; barındırdığı unsurların genelgeçer oluşu mu, yazıldığı dönemden yüzyıllar sonra bile şevk ve merakla okunup yorumlanması mı bir metni klasik yapar? Ya da kanon mu onu klasikleştirir?
Yukarıda acemice sorulmuş sorulara verilen cevap ne olursa olsun, dünya edebiyatı dendiğinde akla gelen yazarlar pek çok isme göre üç aşağı beş yukarı aynıdır; “dünya edebiyatı” kavramının kurucusu Goethe –ki onun dünyadan kastının devrinin özellikleri açısından daima Avrupa olduğunu unutmamak gerekir-, Dostoyevski, Balzac, Hugo, Proust ve sayfalar boyunca yazılabilecek diğer büyük edebiyatçıların isimleri…
Dostoyevski’nin hemen herkesin edebiyat dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri oluşu da bu bağlamda anlaşılabilirdir; o hem yazdıklarının genelliği ve yüzyıllar ötesine kalması nedeniyle hem de hazin bir hayatın biriktirdiği güzel ve vurucu öykülerle dünya edebiyatının dizgesinin merkezindeki ve tabii gönüllerimizdeki yerini almıştır.
Sıkıntılı bir çocukluk geçiren, ruhuna Tanrı tarafından hastalıklı bir bünye miras bırakılan Dostoyevski’nin yaşamı metinlerine tesir etmiştir denebilir. En azından bu kolaylıkla kabul edilebilecek klişe ve usa vurumu Ölüler Evinden Anılar’ı için söyleyebiliriz. Devlete karşı işlediği bir suçtan dolayı kurşuna dizilmesine ramak kala canı bağışlanmış ve Sibirya’ya kürek mahkumiyetine gönderilmiştir. Belki de eserlerinde ölümün bu kadar çok karşımıza çıkmasının nedeni de bu direkten dönüştür. Öyle ya, Dostoyevski’nin hemen her metni bir cinayete ya da intihara tanıklığımızdır. En bilineni de şüphesiz Suç ve Ceza ve onun büyük dram yaşayan kahramanı Raskolnikov’dur.
Dostoyevski’nin metinleri pek çok yönden irdelenebilir, farklı okumalara yol açabilir. Dostoyevski metinlerinde babanın ölümü teması Freud’dan beri üzerinde belki de en çok durulan konulardandır örneğin. Ayrıca Dostoyevski varoluşçu felsefenin edebiyata yansımaları açısından da önemli bir kaynaktır. Özellikle Karamazov Kardeşler romanında geçen “Tanrı yoksa her şey mübahtır” cümlesi bile tek başına varoluşçu düşüncenin tüm felsefesini içermektedir. Karamazov Kardeşler’deki Alyoşa ile İvan, dine bakışları ve dinin karşısındaki nihilist tavrın sorgulanması açısından okura zorlu bir zihinsel yolculuğun kapısını açar.
Dostoyevski’nin temel problemlerinden biri daima –pek çok edebî metin gibi- ötekidir. Hatta dilimizde Öteki ya da İkiz adlarıyla yayımlanan metni, eski İskoç efsanelerinden gelen ikizini görme, ölmeden ikiziyle karşılaşma mefhumunun edebî metinlerdeki yansımasıdır.
İnsan ırkının elli bin yılda neredeyse sıfırdan başlayarak başardıklarının hikayesi, başrolü akıl olan bir çabanın hikayesidir. Fizyolojik olarak baktığımızda doğadaki en donanımsız, en zayıf ve çevre koşularına en dirençsiz varlık olarak sahneye çıkmış olmasına rağmen sahip olduğu akıl bir noktadan sonra onu doğanın efendisi haline getirmiştir. Sanat, bilim, felsefe ve elbette kan, savaşlar, gözyaşı, iç içe geçmiş bir sürü hikayenin hem nedeni hem sonucu olmuştur. Ama bu büyük nimetin, aklın insana kazandırdığı pek çok şeyin yanında sebep olduğu öyle bir trajedi vardır ki o trajedi, çoğu zaman bütün nimetlerin önüne geçer ve insanı mutlak bir bedbahtlığa iter. Varoluşçuların durmadan tekrarladıkları, Schopenhauer’den Kafka’ya, Dostoyevski’den Nietzsche’ye, Sartre’a bütün büyük yazar ve düşünürlerin durmaksızın yüzümüze çarptığı trajedi. İnsanın sürekli kendisiyle kavga etmesi, hayatını anlamlandırmaya çalışması, içinde bulunduğu “saçma”lıktan sıyrılamaması ve durmadan kendi varoluşunu sorgulaması trajedisi… Bunu bir lanet gibi yaşayan tek varlık, bir akla ve doğal olarak vicdana sahip olan tek varlık insandır ve bundan daha büyük bir ontolojik travma düşünülemez…
Yeraltından Notlar kitabı da bence en önemli başyapıtlarının başında gelir Dostoyevski’nin. Hacmen bakıldığında Karamazov Kardeşler, Ecinniler, Budala kadar kapsamlı bir eser değildir. Ama gerek felsefesi gerek vurucu anlatımıyla yazıldığı dönemden itibaren pek çok kuşağı derinden etkilemiş, bir çok insan için başucu eseri haline gelmiştir.
Benim için edebiyat tarihinin en unutulmaz kahramanı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanının başkişisi Raskolnikov’dur. Belki de aslında kahraman olmayan tek gerçek kahraman olduğu için. Aslına bakarsanız son derece silik sayılabilecek bir karakterdir Raskolnikov. Buna rağmen birazcık okumaya yazmaya düşkün hiçbir edebiyatsever ona kayıtsız kalamaz. Neden? Çünkü hepimiz anlarız Raskolnikov’u. Çünkü o bazı yönleriyle hepimize çok benzer. Kolektif bilinçaltımız gibidir çünkü Raskolnikov. Başkalarına göstermeye çalıştığımız bize değil, herkesten köşe bucak sakladığımız bize çok benzer. Ve yine belki, en kolay duygudaşlık yapılabilecek karakterlerin başında da o gelir…
Kötü bir şey yapmıştır Raskolnikov. Belki de çok kötü bir şey yapmamıştır, orası mühim değil. Ölümü sonuna kadara hak eden rezil bir tefeci kadını öldürmüştür. Yasa ve Tanrı önünde suçludur, evet. Ama yine hem Yasa hem de Tanrı önünde bir sürü hafifletici nedeni de olabilir. Zaten bir şekilde kaçmış, yakalanmamıştır. Velhasıl biz roman okuyucusu olarak onu anlarız ve çok kızmayız, ciddi bir tövbeyle Tanrı önünde, hafifletici nedenler göz önüne alınırsa Yasa önünde bir şekilde affedilebileceğini ve çok ağır bir şekilde cezalandırılmayacağını düşünürüz. Çünkü hepimiz Raskolnikov’u tutarız, ondan yanayızdır hepimiz. Ama işte o ontolojik trajedi Raskolnikov’un yakasını asla bırakmaz. Ve verilebilecek en büyük cezayı keser kendisine. Vicdan azabı, kendisiyle girdiği ve sonu asla gelmeyecek bir kavga ve acı… İnsan ontolojisinin elli bin yıllık bir hikayesi varsa eğer, Raskolnikov bunun en basit ve yalın özetidir. Bütün dünya kendisini affedecek, mazur görecek bile olsa o kendisini affedemez, korkunç vicdan buhranları yaşar ve sonunda gidip suçunu itiraf ederek Yasa önünde cezalandırılmasını ister.
Suç ve Ceza‘nın tek cümlelik özeti şöyle yapılabilir bence: İnsan kendisiyle kavga etmeye mecbur bir hayvandır! Ve bu durum olabilecek trajedilerin en büyüğüdür. Çünkü gerektiğinde insan bütün dünyaya kafa tutup sonuçlarına katlanabilecekse de herkesle kavgaya girebilir. Sonuçta ya kazanır ya da kaybeder. Ama kendiyle kavga eden insan kazanırsa mağluptur aynı zamanda, kaybederse de galip. Bu paradoks bizim büyük ontolojik açmazımızdır. Böyle böyle delirir insan, yavaş yavaş, acı çeke çeke ve suçlayacak kimseyi bulamadan…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.