“El” ve “Bey” Meselesi yahut Toplumdaki Düalite…
“El (il) mi yaman, bey mi yaman” yahut “Bey mi yaman el mi yaman” atasözü çoğunlukla “kimin daha güçlü olacağının belirsiz olduğunu, her zaman daha güçlü kişilerin çıkabileceğini”[1] vurgulamaktaysa da, arka planda daha başka bir noktaya, daha lokal bir otoriteye işaret etmektedir. Sözün iki farklı söylenişinden de görüleceği üzere bir düalite (çiftelik) söz konusudur ve belli bir çevreye dikkat çekmektedir. Nasıl ki tarihe bakılırken büyük savaşlar, kudretli isimler, şiddetli dönüşümler hengamesinde, başat rol oynayan hayati detaylar göz önünden kaçma eğilimindeyse, bu atasözü de bugüne kadar salt güç açısından, dar bir çeperden değerlendirilmiştir. Tarihin/tarihlerin koşturmacasında “mahallî-yerel hususiyetler” sıklıkla tetkiklerin dışında unutulup giderken, mezkur atasözü de artık asıl vurguladığı manadan epey uzaklaşmıştır. Halbuki mühim dönüm noktalarında rol oynamış “şahsiyetlerin” kimliği ve geçmişine dikkat kesildiğimizde, birçok çatışmayı, ittifakı ve olay silsilesinin gidişatını, haritasını çıkarmak kabildir. Nitekim “Şahsiyet” nam dizide Hüseyin Avni Danyal’ın hayat verdiği Cemil Havran karakterinin, “İnsanın geleceğini de kişiliğini de doğum yeri belirler… Bizim Anadolu insanı bunu bilir mesela. Bir kişiye burcun ne diye sormaz, memleket nere diye sorar.”[2] repliği, “Kambura” isminde taşradaki kasabadan gelip büyük şehirde, merkezde düzenini kurmuş, büyük düzenin parçası olmuş birinin alamet-i farikasıdır. Kişinin hikayesi çoğu zaman köklerinden, memleketinden, nerede doğup büyüdüğünden belli olur. Bu arka planı görebilmek için de kişinin yöresindeki “maffios” hususlara, alışkanlık ve kabullere bakılmalıdır.
Araştırmalarına gerek sosyal medyada gerek kendi yazılarımda atıfta bulunduğum duayen gazeteci Murat Çulcu, Türkiye’de Maffia’laşmanın Tarihi (E Yayınları)[3] adlı 6 ciltlik çalışmasında “mafya”nın kaba tabirle “yerel-örfi güç” anlamına geldiğini, salt organize suç örgütü mensuplarıyla, “beli silahlı” kimselerle sınırlandırılamayacağını, konak ve toprak sahibi nüfuzlu kimseleri de, “durumdan vazife çıkarıp” mahallesinin “meccanen” asayişini sağladığını iddia edenleri de, hatta belli okullardan mezun olmuş kimselerden oluşan ilkel dayanışma gruplaşmalarını[4] da “maffios” olarak nitelendirir. Çulcu’nun bu tanımlaması, Alman kriminolog ve sosyolog Henner Hess’in Mafia-Zentrale Herrschaft und lokale Gegenmacht (Mafia-Merkezî Otorite ve Yerel Karşı Güç, 1986) adlı çalışmasındaki “merkezî otoriteye karşı yerel güç odaklarının (hukuki ve kriminal anlamlarda) direnişi” değerlendirmesine dayanır. Bu değerlendirmeye göre merkez ile yerel arasında “çifte ahlak-çifte hukuk” bağlamında bir çiftelik-düalite durumu meydana gelmekte, merkezî otoritenin egemenliğine karşın gelenekten gelen örfi-yerel ahlak ve örfi hukuk sosyal hayatı düzenlemektedir. Böylece ortaya çıkan bu çeper veya havza içerisinde kabul gören belirli alt kültürler “mafya” tanımı içerisinde sayılırlar. Söz konusu havzanın etrafında “Yerellik” ve “yerlilik” çerçevesinde “namus”, “şeref”, “onur”, “ölümüne sadakat” gibi belli davranış kodları inşa edilir.[5]
Devlet İçinde Devletçiklerden, Töre İçinde Töreciklerden Önce…
Başlıktan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti’nin bu veçhesi, yani merkez ve taşra çatışması, hatta son dönemlerine kadar görülen paşalar, devlet ricali arası hizipleşmeler, klikleşmeler ekseriyetle göz ardı edilmiştir. Devletin hangi koşullarda nasıl politikalar izlediğini ve olayların nelere göre zuhur ettiğini irdeleyebilmek, tabloyu daha sarih görebilmek için oldukça mühimdir. Aksi halde Osmanlı toplumu içerisinde tevcih edilen, dağıtılan bir toprak sistemindeki “yurtluk”, “ocaklık”, “hükümet” denilen istisnai sancak uygulamaları[6] anlaşılamadığı gibi, 1700’lere doğru imparatorluğun muhtelif bölgelerindeki mahallî hanedanların bir anda türediği zannedilebilir.
Anadolu Selçukluları döneminden itibaren bölgedeki “beylikler” ve “yerel hanedan”ların zuhur edişiyle birlikte ortaya çıkan bölgelere has örf ve âdetler[7] aşiretlerin, ailelerin bünyesinde, Osmanlı’nın beyliklere hâkim olmaya başladığı dönemde yaşanan dönüşümlere[8] karşın varlıklarını sürdürmüş, Türkmen aşiret örgütlenmeleri siyasi güçlerini kaybetseler de[9] hayat tarzlarını ve konar göçer hayat tarzına dayalı iktisadi faaliyetlerini, (itaatleri ve vergilendirilmeleri hedeflendiğinden[10]) sancak veya kaza statüsü altında devam ettirmişlerdir.[11] Burada vergilendirme ve itaatin yanında asayişin temini de gözetilmektedir. Nitekim Osmanlı yol güvenliğini tesis etmek ve asayişi korumak için konar göçerleri belli yerlerde iskan ederek kontrol altında tutma yoluna gitmişse de[12] farklı bölgelerde kayıtlara geçmiş eşkıyalık vakalarının önü alınamamıştır.[13] Kontrol zorluğu, akrabalık ve çıkar ilişkileri sebebiyle (komşu aşiretlerden yardım ve yataklık sağlayabilme vs.) himaye görebildiklerinden çeteleşmeleri yerleşik unsurlara göre daha kolay olmuştur. Böylece yayla yolunda denk gelinen yerleşimlerin tahribattan kurtulamaması, yerleşik unsurlara göre çatışmalarda daha baskın olmaları “çoban ile saban hayatı arasında mücadele” psikolojisinde bu unsurları şekavete teşvik etmiştir. Tabii bu kabına sığmaz, dinamik yaşayış “su testisi su yolunda kırılır” misali diğer aşiretlerle de çatışmayı (kah yaylak arayışı kah birbirlerine karşı Dadaloğlu’nun deyişiyle “fırsatı ganimet bilmeleri” sebebiyle) kaçınılmaz hale getirmiştir.[14]
Söz konusu başına buyrukluğun sebebi konar göçerliğin avantajı olarak müteharrik olabilme, hatta çete teşkil edip varlığını sürdürebilme kabiliyetidir. Bazı durumda köylüler, yerleşikler dahil kendi göç düzenlerini kurabiliyor, kırsaldaki seyrek yerleşim de bu hareketliliğe imkan tanıyordu. Suraiya Faroqhi, bu “kaçamak yapabilme olanağı” sebebiyle köylülerle sipahiler arasındaki sürtüşmelere rağmen Avrupa’da Ortaçağ ve Yeniçağ’ın başlarında görülen türden köylü ayaklanmalarının ortaya çıkmadığını ifade eder. Ancak vakalara baktığımızda çoğu zaman bu “kaçamak” özellikle bekar genç erkekler açısından ya levent, sekban misali paşa, bey kapılarına asker yazılmak kabilse de genellikle eşkıyalık olmuştur.[15] Nitekim günümüzde dahi söylenegelen “kurt bunalınca düze iner, kul bunalınca dağa çıkar” deyişi, bu tavrın bir tezahürüdür. Her mücerred (bekar), göçer taşralı potansiyel bir Köroğlu olmuştur o devirde.
Reşad Ekrem Koçu’nun, Anadolu’yu kasıp kavuran ünlü Celali reislerini ve devrin korkunç şakilerini anlattığı Dağ Padişahları nam eserindeki: “Her vilayette dağı mesken etmiş üç beş harâmî müstesna, Anadolu kasaba ve köyleri kısa bir zaman için huzura kavuştu. Küçük şekavet, harâmilik vakaları ise Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanına kadar ahvâl-i tabiyeden (doğal hallerden) sayılacaktır.”[16] tespiti fazlasıyla yerindedir. “Zorbalığa dayalı ekonomik geçim kaynağı” eşkıyalık, Celali keşmekeşinin akabinde taşrada inkıraza uğrayan otorite yüzünden muhtelif bölgelerde eşkıyalar zuhur edecek,[17] bunlar farklı isimler altında mitleşecek, kendi törelerine de kavuşacaktır. Devlet içinde devletçikler, töre içinde törecikler… Niye eşkıyalık tarihine girdim yine? Açayım…
Ya Seninle Ya Sensiz: Devletin Töresi versus Aşiretin Töresi (mi?)
Burada es geçilen nokta, eşkıyalığa geçişin bu denli kolay olması değil, buna daima hazır ve nazır bekleyen “tavır”dır, “davranış kodları”dır. Faruk Sümer, Adana’da Avşarların eski dönemlerdeki sosyal yaşantısından bahsederken, “Avşarlar işaret edildiği gibi, yazın Zamantı Çayı kıyılarında, kışın da Çukur-Ova’da Ceyhan’ın sol kıyısında yaşıyorlardı. Her iki yudlarında da kovgunlar yapılıyor, ticaret kafileleri soyuluyor. Diğer oymaklar ile savaşılıyor ve derebeğlerin mücadelelerine katılınıyordu. Bu gün dahi onların torunları arasında bunlara dair hatıralar anlatılır ve bu devir Avşar’ın ‘al-vur devri’ adıyla anılır. Bu devir onların en mutlu günlerini meydana getirir.” der.[18] Yine de “al-vur devri” eski de kalsa da kimi kültürel hususiyetler, alışkanlıklar kendini gösterir. 1960’larda Konya’da Bozkır dağları havalisinde dağda kaçak gezmişliği de olan, hapishanelerde olduğu yıllarda “Konya Canavarı” lakabıyla gazetelerde anılan Halil İbrahim Örs, Firar-Demir Parmaklıklar ve Yaşam Mücadelesi adlı hatıratında çocukluğunun geçtiği köyünü şu ifadelerle anlatır: “1946 yılında dokuz çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Çocukları çok olsa bile babam ile annemin benim doğumuma sevindiklerini biliyorum. Çünkü köy yerinde her çocuğun yapacağı bir iş vardır ve bir erkek çocuğa daha çok iş düşer. Köylülerimin eğitim durumları yok denecek kadar azdır. Bu yüzden eskiden beri köyde bir gelişme olmamıştır. Her şey insan ve hayvan gücüne bağlıdır. Ailede nüfusun kalabalıklığı bu yüzden önemlidir. Ailenin ve sülalenin kalabalıklığı köyde onların birçok hakka sahip olmalarını da sağlar. Haklı haksız olmaları önemli değildir, güç önemlidir. Bu insanların sert bir karaktere sahip olmalarında doğa şartlarının da etkisi vardır.”[19]
Kontrol ve asayiş daha sıkı sağlanmaya çalışsa da (bilhassa 1683’teki Viyana Bozgunu’nu takip eden karışıklıklar sürecinde iskan politikası ağırlık kazanmaya başlamıştır[20]), töreler, kültürel kodlar gündelik yaşama, alışkanlıklara öylesine sinmiştir ki bunlar “merkezî otorite” tarafından da “de facto” kabul görmüştür. 1913 yılında Balkan Savaşları akabinde Dahiliye Nezaretine bağlı olarak kurulan “Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi” nam birim, bu kadar geç bir dönemde bile Türkmen aşiretlerinin iskanına yönelik çalışmalar yürütmüş, nitekim Habil Âdem yahut Naci İsmail Pelister’in “Dr. Frayliç ve Mühendis Ravlig” müstear adıyla yazdığı Türkmen Aşiretleri adlı çalışma bu birim aracılığıyla 1918’de basılmıştır.[21] Mezkur eserde aşiretlerin kendilerine ait “şahsi hukuk”ları olmasına dair: “Burada, münakaşayı tevlit edecek (doğuracak) bir cihet vardır. Bu aşiretler ne gibi esbap tahtında (sebepler altında) kendilerine hususi bir hayat kıymeti veriyorlar? Ne için Türkmenlerin her aşireti ayrı bir şahsiyet gibi hareket ediyor da, şehirlerin hareket etmiyor?” sorusuna yer verilir. “Aşiretlerle Hükümet Arasındaki Vaziyet-i İdariye” kısmında ise, “Bu mesele her yerde aynı değildir ve her yerde aynı hududu şamil bulunmuyor (sınırı kapsamıyor). En doğrusu, karma karışıktır. …Türkmen aşiretleriyle Türk hükumeti arasındaki münasebatın (ilişkilerin) suret-i cereyanını (ne şekilde olduğunu) değil, hatta hudud-ı umumiyesini (genel sınırını) bile kat’î surette göstermek mümkün olamayacaktır. Türkiye hükumeti, bu aşiretlerin bir nevi hukukunu kabul etmiş gibiydi. Filhakika resmen böyle bir taahhüt yoktur ve aynı zamanda Türkiye ricalinin de böyle bir kanaati olmasa gerektir. Lakin vaka bunu gösteriyor… Görülüyor ki, ilk zamanlarda aşiretlerin istiklâl-i dahilileri (iç işlerinde bağımsızlığı) kabul ediliyordu. Halbuki, elimizdeki Türk tarihi, bilahare bunlar hakkında bazı istiklâli mucip (gerektiren) bir iradenin mevcudiyetinden bahsetmiyor. O halde Türkiye’nin beş, altı asırlık hayati tesirlerinden başka, bu aşiretler üzerinde hükumet tesiratı vuku bulmamıştır.”[22] denilerek yukarıda değindiğim hususa dikkat çekilmiştir. İş burada bambaşka bir yere evriliyor. Merkezî otorite neden yerel otoriteye göz yumuyor? Bir iş birliği mi? Yahut “Alien vs. Predator”[23] filmindeki gibi “varlığından meşruiyet devşirme” meselesi mi?
Mafios Toplum Yapısı ve Mafios Tavır
Burada “merkezî otoriteye karşı yerel otorite”den bahsederken, merkezî otoritenin bu tavrına neden değindim? Burada asayiş bozukluklarının farkında olunması ve tesisi için uğraşıldığı halde “mahallî” anlamdaki “örfi” kanun ve ahlakın “de facto” kabulü, sadece otorite yoksunluğuyla açıklanamaz. Karen Barkey’in Eşkıyalar ve Devlet adlı çalışmasında bahsettiği “eşkıyalarla anlaşma yapılarak merkezî hakimiyetin sağlamlaştırılması”[24] fikri de eşkıyaları pasifize etmek için şakiden faydalanmak, hatta klasik dönemde sipahi zorbalarına karşı yeniçeri zorbalarının rical tarafından desteklenmesi bağlamında düşünüldüğünde “iti ite kırdırmak” adına “kurdu basmaya kurt gibi köpek gerektiği” ile yorumlanabilir ancak bu da eksik kalmaktadır. Eksik kaldığını düşündüğüm noktayı Murat Çulcu’dan yapacağım iki alıntıyla, “yorumsuz” ifade edebileceğimi düşünüyorum.
İlki: “Önasya’nın siyasal tarihinde en çarpıcı çatışmayı, ‘otorite çatışması’nın oluşturması meselesi; hem özgün Önasya sentezinin yok sayılmasından, hem de bunun kapsamı içinde işlevi bulunan yerel-bölgesel sentezlerin dikkate alınmaması meselesinden kaynaklanıyordu. ‘Otorite çatışması’ irdelenerek analiz edildiğinde ortaya çıkan tabloda şu temel ‘ikilem’ dikkati çekiyordu: merkez ve yerel… ‘Otorite çatışmasının’ iki ‘tarafını’ (ayağını-odağını) oluşturan merkez-yerel olguları, ‘Önasya sentezi’nin bütününde olduğu gibi, sentezi meydana getiren tüm diğer unsurların özelinde de varlığını ve etkisini gösteriyordu. ‘Otorite çatışması’ her dönemde öncelikle siyasi ve askeri alanda belirginlik kazanıyordu. Bu alanlarda girilen kanlı hesaplaşmalar giderek ‘toplumsal kan davalarına’ dönüşüyor, bitmez tükenmez zıtlaşmalar ‘merkez ile yerel’ arasındaki çatlakları kapamak yerine -her devirde büyüterek- uçurumlara çeviriyordu.
Gerek Türklerin Önasya’ya gelişine kadarki süreçte, gerekse 1000’li yıllardan günümüze kadar ulaşan dönemde merkezi otoritenin ideal anlamda etki ve egemenlik tesis edememesinin nedenini, Önasya’daki toplumsal sentezin, yerelde -ve yerelden yerele de- gösterdiği farklılıklarda aramak gerekiyordu. Yüzyıllarca sürgit devam eden ‘merkez-yerel çatışması’ her seferinde yerele yeni kazanımlar sağlıyordu. Zira merkez-yerel çatışmasında ilk ayağı oluşturan (iç veya dış kaynaklı) merkezi otorite -dış kaynaklı olan işgalci bir anlayışla, iç kaynaklı olanı ise despotça ve müstebitçe- yerel tüm değerleri, oluşumları ve kurumları tam anlamıyla yok sayıyordu. Merkezi otorite bu yoldan kendi değer yargılarını benimsetmeye ve egemen kılmaya çalışıyordu. Bu, her ne kadar otorite çatışmasının temel nedenini oluşturuyorsa da; merkezi otoritenin zafiyete uğraması da yerel otoritenin kendi düzenini tesis etmesine olanak tanımıyordu. Önasya genelinde, toplumsal sentezin ‘yerelden yerele/bölgeden bölgeye’ farklılık göstermesi, bu kez de yerel güç odakları arasında rekabet ve husumet kaynağı oluyor, bu da yeni çatışma ve hesaplaşmalara yol açıyordu. Bu tür çatışmalar ilse yerel güç odaklarının otoritesini pekiştiriyor, merkez-yerel rekabetine, husumetine ve çatışmasına bırakıyordu. Nihayet; kültürel, dinsel, ahlaksal, hukuksal ve etnik farklılıklar ‘yerel-yerel’ çatışmasını adeta legalize ederek ‘minimal düzeye’ indiriyor, olabildiğince tabana yayıyordu.
Tüm bu çatışmalar Önasya genelinde ‘kronik anlamda’ otorite boşluğu/otorite zafiyeti yaratıyordu ki bu boşluk, yine tarihin her devrinde birtakım yasal veya yasadışı güç odakları tarafından doldurulmaya çalışıyordu. Otorite çatışması sonucu meydana gelen otorite boşluğu ise yerelde ve genelde ‘mafios güç odaklarının her alanda ön plana çıkmasına; sosyal yapının mafios bir karakter kazanmasına ve tüm alanlarda kaçınılmaz bir MAFİA’laşmanın gerçekleşmesine yol açıyordu.
Önasya toplumsal zemininde MAFİA’laşmanın bu denli etkin ve yaygın biçimde gerçekleşmesine yol açan bir diğer husus ise şu oluyordu: ‘Merkez-yerel’, ‘yerel-yerel’ ayaklarına dayanan otorite çatışmasının geri planında; aynı ayaklardan kaynaklanan dinsel, kültürel, ahlaksal, hukuksal ve ekonomik zıtlaşmalar ve çatışmalar yer alıyordu. Zira her kavimsel, dinsel, etnik ‘grup/topluluk/cemaat/kabile/aşiret/geniş aile’, bir diğeri ile rekabet, husumet ve çatışma halinde bulunuyordu. Bu zeminde tam olarak tesis edilemeyen ‘tekil/merkezi otorite’ her seferinde ancak kısmi ve geçici bir kimlik taşıyabiliyordu. Kronikleşen ‘otorite boşluğu’ herhangi bir güç tarafından sadece belirli bir süre doldurulduğunda, o otorite kendi değerlerini ‘kaba kuvvetle’ egemen kılabiliyordu. Görünürde egemen olan otorite ve o otoritenin benimsediği değerler, otoriteye boyun eğmiş görünen topluluklar tarafından da benimsenmiş izlenimini veriyor, ancak reddediliyordu. Bu gruplar/topluluklar/cemaatlar/kabileler/aşiretler/geniş aileler vb., dışa kapanarak kendi değerlerine taasupla (tutuculukla) bağlı kalıyor, benimsediği değerlerden asla ödün vermiyordu. Bu ‘ikili’ davranış biçimi, Önasya genelindeki MAFİA’laşmanın da nedeni oluyor, ‘MAFİA’laşmanın sosyal zeminini oluşturuyordu. Kısaca ‘çifte ahlak-çifte hukuk’ diye adlandırılabilecek ‘çifte değerlere’ dayanan Mafios Toplum Yapısı’ bu kaynaktan beslenip güçleniyordu. Mafios Toplum Yapısı zemininde ise güç odaklarıi kendi minimal otoritelerinin dışında diğer otoritelere -eğmiş gibi görünseler bile boyun eğmiyor, bir süre sonra onları her alanda zafiyete ve yenilgiye uğratacak davranışları ve eylemleri sergilemekten çekinmiyorlardı.”[25]
İkinci alıntı, Çulcu’nun 3 Şubat 1995 tarihli “Dünya Kitap Dergisi”ne verdiği “Türk toplumu mafiosdur” başlıklı röportajından: “Dr. Henner Hess Mafia’yı ‘merkezi otoriteye karşı yerel gücün direnişi’ diye tanımlıyor. Ancak Doktor Hess bu tanımı 25 yıl kadar önce yaptı ve aradan çok zaman geçti. Bana göre Mafia’yı artık ‘yasadışı sivil toplum örgütü veya örgütlenmesi’ diye tanımlamak daha yerinde olur. Mafia anlayışı ve bu anlayışın şekillendirdiği bir yaşam biçimini ifade ediyor. Bireylerin benimsediği bu yaşam biçimi ise genelde ‘Mafios Toplum Yapısını’ oluşturuyor. Çağdaş hukuk toplumunun değerleriyle Mafios toplumun benimsediği değerler çelişiyor. Mafios toplum çağdaş ahlak ve hukuka saygılı görünüyor ama kendisi çarpık değerlerinin sınırladığı bir biçimde yaşıyor. Bu durum ‘çifte ahlak’ ve ‘çifte hukuk’ anlayışına dayanıyor. Mafios toplumun çarpık değerlerine göre, hakkını aramak için adalet mekanizmasına başvuranlar ‘hain’, ‘korkak’, ‘kalleş’, hatta ‘kancık’ gibi sözcüklerle aşağılanıp lanetleniyor. Keza yine bu çarpık değerler arasında ‘Omerta’ var. Yani çağdaş hukuk ve güvenlik kurumları karşısında ‘susma’ kuralı var. Mafios Toplum Yapısı, üstün değerler olarak bu çarpıklığı kabul ediyor. Nihayet Mafios Toplum Yapısında Vendetta var. Kan davası. Bu saydıklarım Mafios Toplum Yapısının benimsediği sivri, yani en göze batan, birinci dereceden çarpık değerler var. Örneğin rüşvet alıp vermenin meşru kabul edilmesi gibi. Çağdaş hukuk ilkelerine ters düşen örf, gelenek vs. gibi.”[26]
Eşkıyaların, Korsanların, Kabadayıların Harman Olduğu İklim: Akdeniz
Söz konusu “mafios tavır”ın zuhur etmesinde yukarıda üstün körüdeğindiğim gibi coğrafyanın ve iklimin etkisi var. Hatta Akdeniz’in belli bölgelerinde eşkıyaların kültürel mahiyet taşımasında da Osmanlı’da dönem dönem ön plana çıkan zorbazların, kabadayıların, haydukların zuhurunda da iklim ve coğrafyanın başat etkisi bulunmaktadır. Eşkıyalık yaşantısı bazı bölgelerde “vaka-i adiye”den sayılıp kültürle iç içe geçer. Coğrafyadan kaynaklı sebeplerle yani geçimin sınırlı ve belli sayıda nüfusu besleyemeyeceği yerlerde önce olağan bir geçim kaynağına, sosyal bir yaşam biçimine dönüşür. Ardından zamanla folklorik ve kültürel bir arka plan kazanıp bölgeleriyle müsemma hale gelir.
Akdeniz coğrafyasının çalkantılı ekonomik ve iklimsel yapısı[27] göz önüne alındığında, kimi bölgelerdeki eşkıyalık folkloru ve günümüze dek uzanan maffios (yerel otorite) oluşumların ortaya çıkışı bu açıdan şaşırtıcı değildir. Bu açıdan Fernand Braudel’in “…İşte İtalya’ya yüzyılın sonunda ilginç bir iklim veren budur. Açlık burada bazı bölgelerin tümünü etkilemektedir, eşkıyalık burada Sicilya’dan Alplere, Tiren denizinden Adriyatiğe, her yerde birden, uzun hırsızlık, yangın, cinayet, korsanlığınkilerle eşdeğer kıyıcılık dizileri halinde fışkırmaktadır. Herkes bundan nasibini almaktadır.”[28] tespitiyle vurguladığı üzere, Akdeniz eşkıyaların, korsanların, kabadayıların harman olduğu bir iklim olacaktır.
1570’lerden-1580’lerden itibaren Osmanlı’da iç ticaretin genişlemesini sağlayan iktisadi canlılık tersine dönmüş, bu tarihlerden itibaren iç ticaret daralmış, kentlerdeki üretim gerilemiş, kırlarla kentler arasındaki iş bölümü ve iktisadi bağlar zayıflamaya başlamıştır.[29] Sam White meşhur çalışması Osmanlı’da İsyan İklimi’nde, 1580’lerden itibaren Osmanlı coğrafyasında etkisini gösteren “Küçük Buzul Çağı”nın[30], özellikle Anadolu vilayetlerinde, Karaman illerinin bulunduğu İç Anadolu platosunda daha yıkıcı olduğunu, kuraklık süreçlerinin köylüleri ve konar göçerleri hayatta kalma gayesiyle daha da hırçınlaştırdığını anlatır.[31] Kıtlık, savaş ve bedelli alımlar Anadolu eyaletlerinde muazzam bir eşkıyalık ve karışıklıklar silsilesine yol açmış, eşkıyalık vakaları, konar göçerlerin “al-vur”ları bu dönemde ivmelenerek artmıştır.[32] Sekbanların, leventlerin, hoşnutsuz softaların, Anadolu’nun serseri takımının kaçıp sığınabilecekleri bir yer aradıkları[33], Türk toplumunun ekonomik, sosyal ve siyasi bütün yapılanmalarını büyük şehirlerden köylere kadar derinlemesine etkileyen, büyük çaplı toplumsa kavga yani “Büyük Celali Kavgası”[34] yahut “Celali İsyanları”[35] denilen dönem başlamıştı. Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti romanındaki Bektaş Emmi’nin, “Eşkıya devri hükümetin hasta olduğu sıradadır. Aslında hükumet kısmı bir vakit ölmez, arada bir hastalanır. İnsan gibi canım! Hükumeti sıtma tuttuğu zaman eşkıya başkaldırır. Sulfato yutup yahut ki bir zorlu dedeye sıtmasını bağlatıp dirildi mi hükumet, bu kez marazlanmak eşkıya sürüsüne düşer.” [36] tespiti adeta bu dönemi özetlemektedir.
Osmanlı topraklarını, hatta Akdeniz coğrafyası, kabaca 1600’ler başı ile 1800’lerin başı arasında kasıp kavuran bu sıtma döneminde, öncesinde Celalilerin[37], sonrasında âyan[38] denilen derebeylerinin türediği, haydukların çoğaldığı[39], “Dağlı eşkıyası”nın[40] da Balkanları kasıp kavurduğu, şehirlerde de yeniçeri zorbalarının “şehir eşkıyalığı” yaptığı[41], 1800’leri takiben de Sicilya’da “Mafia”nın[42] veya “Cosa Nostra”nın, Napoli’de “Camorra”nın, Calabria’da “’Ndrangetha”nın[43], Puglia’da “Sacra Corona Unita”nın[44] doğduğu bir devirdir bu. Bakıldığı zaman Osmanlı’da 1700’lere doğru yeniçeri zorbalarının ve onların mafios yapılarının kültürel mahiyet kazanması[45], servet yağmasında pervasızlaşan âyan ve eşrafın[46] “mahallî hanedanlara” dönüşmesi[47] birbirlerine paralel ortaya çıkmışlardır, “merkez-taşra” çatışmasının en göz önündeki veçheleridir.
Yazıda yer verdiğim aşiretlerin coğrafi şartlarla şekillenen kültürleri ve sosyal yaşantıları, sonrasında Osmanlı tarihindeki “merkez-taşra çatışması”nın en göz önündeki veçhelerine bakarsak, burada temel bir “asabiye”den bahsedebiliriz. Bu “asabiyenin” tarihte es geçilen veçheleri ise Anadolu’da “beyliklerin” hatıraları iken Rumeli’de de “uç geleneğinin” uzantısı olarak varlıklarını sürdüren “uç beyleri”ydi.
Anadolu’da Dolaşan “Beylikler” Hayaleti…
Osmanlı’nın kurulduğunda Kastamonu bölgesi sipeh-sâlârı Çobanoğulları’na yani Kastamonu emîrine, onun da Konya’daki Selçuklu sultanına, sultanın da İran’daki İlhanlılara bağlı olduğu ifade edilegelmektedir.[48] Anadolu’daki beylikler yahut “tavâif-i mülûk” içinde başlarda kimsenin dikkatini çekmeden Kastamonu uç bölgesinde zuhur eden ve ekseriyetle Bizans’a yönelik hareketlerde bulunan küçük bir beyliğin güçlenmesi[49] muhtemelen pek beklendik bir gelişme değildi. Ne İlhanlılar’a Eretnaoğulları’na ve Karadeniz sahillerine yönelik politikalar izleyen Candaroğulları; ne Bizans’la mücadele ederken Aydın ve Saruhan Beyliklerinin kurulmasıyla denizle bağlantısı kesilen, bir yandan da Hamidoğulları ve Karamanoğulları’na karşı mücadele eden Germiyanoğulları; ne de Batı Anadolu sahillerinde varlık gösteren Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları ve Karesioğulları, Osmanlı Beyliği’ni başlangıçta hasım olarak görmüştür.[50] Osmanlı’nın en güçlü komşusu konumundaki Germiyanoğulları tüm dikkatini Orta Anadolu’ya çevirmişken, Selçuklu sultanları güçlerini yitirmiş ve İlhanlılar da kendi içerisindeki taht kavgalarıyla, Anadolu’ya yolladıkları valilerin isyanlarıyla uğraşırlarken, Bizans’a karşı saldırılarını arttıran Osmanlıları geriden durdurabilecek bir güç yoktu.[51]
Anadolu Beylikleri, 13. yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’da Moğol baskısının zayıflamaya başlamasıyla durumdan faydalanarak Selçuklularla ilişkilerini kesip bağımsız olmuş siyasi teşekküllerdi.[52] Selçuklu teşkilatını taklit ederek küçük çapta memuriyetler ile saray ve teşrifat usulleri uygulayan beylikler, buna karşın kuruluşlarındaki Türkmen aşiret geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Kendilerinden evvelki Türk devletlerinde olduğu gibi devlet hükümdar ailesinin ortak malı sayılmış, “beg” (bey) merkezde otururken çocuklarını ve kardeşlerini vilayetlere göndermişlerdir.[53] Osmanlı haricinde beyliklerde bu yüzden bey idaresinin kuvveti azaldıkça, beylikler içerisinde beylikler yahut şubeler ortaya çıkabiliyordu.[54]
Orhan Gazi dönemini takiben Osmanlı büyüdükçe toplumsal yapısı değişip göreceli olarak basit bir yapı olan aşiret yapısını terk etmeye başlamıştır. Orhan Gazi’nin miras aldığı daha karmaşık politik koşullarda aşiret modeli bırakılmış, bir kuşak içerisinde aşiretin yerini alacak kurumlar ihdas edilmiştir.[55] Kendilerine teşrifat, ferman, sikke, hutbe ve kitabelerde daha çok “emîr-i a‘zam” veya “sultân-ı a‘zam”[56] diyen Anadolu beyleri açısından Osmanlı’nın genişleme süreci epey sancılı olmuştur. Osmanlı Beyliği’nin merkezî bir devlet olarak sürekli katettiği büyüme, düzenli ordu kurması ve gazalarıyla nam salması Türkmen beyliklerinde endişeye neden olup onları dönem dönem Osmanlı’ya karşı birleştirmeye sevk etse de,[57] Osmanlı Devleti’nin gelişmesi ve Anadolu’nun siyasi birliğini sağlama çabalarına engel olamamışlardır. Sultan Yıldırım Bayezid zamanında (1389-1402) Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Hamidoğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları ve Candaroğulları beylikleri Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Emîr Timur’un 1402’de Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’i yenmesinin akabinde söz konusu beylikler tekrar canlanmışsa da Osmanlı Devleti’nin toparlanıp genişlemeyi sürdürmesi, Anadolu’daki beyliklere hayat hakkı tanımamıştır.[58] Şahruh Mirza’nın bir mektubunda eleştirdiği Osmanlı Devleti’nin kardeş katli uygulaması ve Türk töresine aykırı hareket etmesi,[59] beyliklerin aksine kuvvetin tek elde toplanmasını sağlamış, hakimiyetin taksim edilmesini engellemiştir.[60] Kardeş katli sonradan Fatih Sultan Mehmed’in kanunnamesiyle kesinleşmiş, “hanedandan her kime hükümdarlık nasip olursa nizam-ı âlem için kardeşlerini öldürmesi” maddesi konmuştur.[61]
Osmanlı Devleti’nin beyliklerle mücadelesi ve meşruiyet kavgasına dair Hasan Basri Karadeniz’in iki ayrı müstakil çalışması, “siyasi birliğin sağlanması” yollu tek cümleyle geçiştirilen beyliklerin ele geçirilmesi sürecini, merkezî otoriteyle yerel otoritelerin bu ilk dönem çatışmalarını tüm yönleriyle ele almıştır. Anadolu’daki yirmi kadar Türk beyliğinin önce kendi aralarında, 14’üncü asrın sonlarına doğru da Karamanoğlu liderliğinde Osmanlılara karşı sürdürdükleri Türk siyasi birliği mücadelesinin meşruiyet boyutunu[62] ve türkülerden atasözlerine, divanlardan menakıpnamelere dek izini sürdüğü psikolojik boyutunu detaylarıyla incelemiştir.[63]
Osmanlılar, beylikler üzerinde hakimiyet kurarken ahalilerine karşı tatbik ettikleri istimalet (hoşgörü) politikasıyla kendilerine karşı şiddetli bir tepkinin önüne geçmiş, Anadolu şehir ve köylüsü kısa sürede Osmanlı yönetim tarzına uyum sağlamıştır. Ancak daha serbest hareket etmeye meyilli, merkezî otoriteye karşı çıkan konar göçer Türkmen aşiretleri, kendi beylerine güçlü bir asabiyet duymaları sebebiyle Osmanlılara ilhak sürecinde zorluklar çıkarmış, sonrasında devlet bu grupları kontrol altına almaya ve bir dönemden sonra da iskan etmeye çalışmıştır.[64] Yerel hukuk ve yerel ahlak çerçevesinde “beyliklerin hayaletleri”nin asırlarca zuhur etmeyi sürdürdüğü aşikardır. Nitekim Mısır’dan gelme Kavalalı İbrahim Paşa kuvvetlerini Kozan üzerine gelirlerken bozguna uğratan Kozan ağası Çadırcı Mehmet Ağa’nın kendi aşiretine, nüfuzuna dayanarak zorunlu iskana tepki göstermesi, Osmanlı padişahına hitaben, “Ammim oğlu bunca memâliki havza-i tasarrufuna geçirmiş. Bir avuç Kozan dağlarını dahi bana çok görmemelidir” diyerek aşiret geçmişine atıfta bulunması,[65] bu açıdan pek şaşırtıcı değildir. Keza 19’uncu yüzyılda Avşarların ünlü halk şairi Dadaloğlu’nun “Ben dünyayı Al’ Osman’ın sanırdım/Meğer dünya dört sultanlık yer imiş” dizeleri[66] de, beylik veçhesinden, taşradan merkeze bakışın bir tezahürüdür.
“Kul Kılıcı”ndan Evvel Onlar Vardı: Akıncı Beyleri Nasıl Tasfiye Edildi?
Osmanlı’da yeniçeri ihtilalleri zamanında deyimleşmiş, “Âl Osman tahta geçemez/Meğer kul kılıcı altından geçe” sözü bilinir.[67] Yeniçerilerin padişahın tahta çıkarılıp indirilmesindeki tesirini vurgulayan bu söz 19’uncu yüzyıl başlarına kadar bir realiteyi vurgulamaktadır. Tarihte yeniçeri ve sipahi zorbalarının artan hareketlilikleri meşhurdur,[68] ancak klasik dönemde bazı tekkelerin ve zaviyelerin merkezî otorite hilafına oynadığı rol gibi[69] göz ardında kalmış, unutulmuş bir “alternatif otorite” daha varlık göstermişti. Erken dönemde merkezî otoriteyi tehdit eden “kul kılıcı”ndan evvel Rumeli’de, serhadde, “uc”larda bulunan akıncı beylerinin kılıcıydı.
İlk fetihler zamanında Evrenos Bey, sonraki fetihlerde de Mihaloğulları, Turahan Bey ve Malkoç Bey akıncıları ortaya çıkmış, bunlara nispetle Mihallı, Turahanlı, Malkoçlu akıncıları 16’ncı yüzyıl sonlarına dek şöhretlerini, nüfuzlarını korumuşlardır.[70] İktidar, 1402’deki Ankara Savaşı’nın akabinde başlayan “Fetret devri”nde fiilen bu “uc beyleri”nin eline geçmiş, devletin güç merkezi Rumeli’ye kayarken taht üzerinde hak iddia eden Osmanlı şehzadeleri, “uc bölgeleri”nden destek beklemişlerdir.[71] Rumeli’nin sınır bölgeleri olan “uc”lar, yani “serhad boyları”, Türklerle, akıncı beyleri ile kapıkulu unsurları arasındaki rekabetin sürdüğü alanlardan biri olmuştur. Evrenosoğulları, Mihaloğulları, Turahanoğulları, Paşa-Yiğit gibi “uc hanedanları”, Anadolu’dan Rumeli’ye gaza ve ganimet amacıyla gelmiş Türk atlılarına dayanmıştır. Bu akıncı kuvvetlerini kontrol eden “akıncı beyleri”, Fatih Sultan Mehmed döneminde mutlak hakimiyet altına alınana kadar yarı bağımsız hareket etmişler, Rumeli beylerbeyleriyle rekabet halinde olmuşlardır.[72] Nitekim II. Murad’ın 1444’te tahtı oğlu II. Mehmed’e bırakarak Bursa civarında kendisini zühd ve takvâ hayatına vermesinde uç beylerinin muhalefeti etkili olmuştur.[73] 1446’da da paşalar arası rekabetin gölgesinde patlak veren tarihin ilk yeniçeri ayaklanması olan “Buçuktepe Vakası” ertesinde tekrar tahta çıkmıştır.[74]
“Uc beyleri”nin otoritesinin kırılması Fatih Sultan Mehmed’in merkezileştirme siyaseti çerçevesinde merkezle bağlarının güçlendirmesiyle mümkün olmuşsa da, yine de II. Bayezid devrinde taht mücadelesi için Kefe’den Rumeli’ye geçen Yavuz Sultan Selim’e destek vermeleriyle eski nüfuzlarını bir kere daha kullanmışlardır. 16’ncı yüzyıldan itibaren akınların aksaması ve sınır sancaklarının beylerbeyilikler ve eyaletlerle bağlantılı hale getirilmesi[75] “uc bey”lerini yavaş yavaş devreden çıkarmıştır. Akıncılığın eski önemini yitirdiği 17’nci yüzyılda Malkoçoğulları’nın[76], Evrenosoğulları’nın[77], Mihaloğulları’nın[78] devri kapanmıştır. Sayısı azalmaya başlayan akıncıların bir kısmı 1595’te Koca Sinan Paşa’nın Eflak’ta yenildiği “Köprü Faciası”nda Voyvoda Mihai Viteazul’un baskınında hayatını kaybetmiş, büyük bir kısmı atlarıyla birlikte Tuna Nehri’nden kurtulamamıştır. 17’nci yüzyıldan itibaren sayıları iyice azaldığı için daha çok geri hizmetlerde kullanılmış, yerlerini sınır kalelerinde görevli serhad kullarına ve Kırım Hanlığı’na bağlı Kırım Tatar-Nogay atlılarına bırakmışlardır.[79]
Uc beylerinin merkezî otoriteyle cebelleşmesine dair iki mühim çalışma sayılabilir. İlki konuyu müstakil olarak ele alan Hasan Basri Karadeniz’in Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri-Merkez ve Uç adlı çalışmasıdır. Karadeniz, bu çalışmasında Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın sağlam kalabilen bölgesi olması hasebiyle “uc beyleri”nin büyük bir nüfuz elde ettiğini, 1402-1421 arasında tahtın belirleyicileri olduklarını, II. Murad döneminde devşirme devlet adamları ile güçlerinin dengelendiğini, bu duruma karşı birkaç kez pasif bir direniş sergileseler de diğer yandan yeniçerilere karşı iç denge unsuru olarak kullanıldıklarını, ezcümle Fatih’in tavizsiz merkeziyetçi politikası karşısında eski konumlarını sürdüremediklerini anlatmıştır. Rumeli uc beyleri ile Osmanlı Devleti arasındaki iki buçuk asırlık “merkez-uç çekişmesi”ni tafsilatıyla incelemiştir. [80] İkincisi ise Kasım Bolat’ın üç ciltlik bir çalışmanın ilki olduğunu ifade ederek Osmanlı Devleti’nde paşaların iktidar mücadelesindeki rolüne ve Osmanlı ricalindeki, bürokrasideki kliklere ışık tutan Osmanlı’da Paşalar ve Padişahlar 1421-1520-Sultanların Gölgesinde İktidar Mücadelesi adlı eseridir.[81]
(Osmanlı’nın) Kurtlar Vadisi: Tasfiye(ler)
Güç ve iktidar oyunu ölümüne oynanan bir oyun olsa da ipek döşeklerin hışırtıları cellat kemendi gıcırtısını bastırdığından mı meçhul, çoğu zaman kapıkulunun saltanatının üç gün olduğu, dördüncü gün azledildikleri göz ardı edilmiştir. Osmanlı merkezî otoritesinin mahallî otoritelerle, zorbazlarla, mütegallibeler ile ilişkileri ve çatışmaları, kabaca 1580’lerden 1900’lere uzanan bir tasfiyeler silsilesidir. Bu tarihi “uc beyleri” ve erken dönem paşalar arası rekabet çerçevesinde yaşananları baz alarak daha geriye çekmek mümkündür ancak birbirini izleyen tasfiyeler zinciri ve merkez-taşra otoritesi çatışmasının en belirgin olduğu dönem bu zaman aralığıdır. Bahsi geçen dönem bir anlamda Osmanlı’nın “Kurtlar Vadisi” sayılabilir zira kanlı, bol entrikalı, korkunç tasfiyeler birbirini kovalamıştır. Geriye çekilip resmin bütününe baktığımızda tanık olduklarımız, sezonlarca süren ama ilginizi bir an bile yitirmediğiniz bir dizi senaryosunu aratmayacaktır.
Sultan III. Murad döneminde (hükümdarlığı: 1574-1595) gördüğümüz “sipahi zorbaları”, takriben 1580’lerde faaliyetlerini görmeye başladığımız için alanlarında ilktir ve bu dönemde “kabadayı” yerine, Farsça “güçlü, kuvvetli, bilek gücünü sergileyen” anlamındaki “zorbaz”dan hareketle dilimize “zalim, zor kullanan, kaba kuvvete güvenen” anlamında giren “zorba” kelimesi kullanılmaktadır. Rum ahalinin de “zorbas” diye kullandığı bu tabir, kuvvetle muhtemel Roman argosunda da kolluk güçleri için kullanılan “zarbo” kelimesi ile bağlantılıdır. Klasik dönemde, isyanlarda ve çeşitli gailelerde başı çeken, sivrilen kimselere “zorba” denmiş ve onlardan “sipahi zorbası, yeniçeri zorbaları” şeklinde bahsolunmuştu.[82] Yeniçeri Ocağı’nın temel nizamının da bozulup usulsüz yeniçeri yazdırılmaya başlanan dönem de III. Murad dönemidir.[83] “Mafioslaşmaları”[84] ise çok daha sonrasında, esnaflaşmalarıyla, esnaf loncalarıyla içli dışlı hale gelmeleriyle başlayacaktır.[85]
1580’lerden itibaren sipahi zorbaları yani kapıkulu zorbaları başı çekmiş, yeniçeriler ve diğer kapıkulu neferleri bu isyanlara iştirak etmiştir. Anca kimi zaman yeniçeriler ve sipahiler arasında kanlı kavgalar söz konusu olmuştur. Devrin devlet ricali, denge amacıyla bu çekişmede yeniçerilerden yana tavır koyarak sipahilerle çatışmalarında arka çıkmaya başlamış, nitekim 1648’de Sultanahmet’teki sipahi-yeniçeri çatışmasının ardından buradaki katliamda yeniçeriler çoğu sipahiyi katletmiş, daha çok ön plana çıkmaya başlamışlardır. Sultanahmet Meydanı’ndaki bu korkunç şehir savaşı Yeniçeri Ocağı içerisindeki çıkar amaçlı grupların oluşumuna zemin hazırlamıştır. Arnavut kökenli ocak ağalarının liderliğinde yeniçerilerin kapıkulu sipahilerinin otoritesini tamamen kıran ve “Birinci Kabadayılar Meydan Muharebesi” ismini taktığım 1648’deki bu vaka tasfiyeler silsilesinin başlangıcıdır. Sultan IV. Mehmed döneminde (hükümdarlığı: 1648-1687) başkentin “de facto” olarak İstanbul’dan Edirne’ye taşınmasıyla başlayan, 1703’teki Edirne Vakası’nın ardından Sultan III. Ahmed’in (hükümdarlığı: 1703-1730) tahta çıkarılıp başkentin yeniden İstanbul’a taşınması sürecinde, İstanbul ciddi bir otorite boşluğu yaşanmış, bu devirde yeniçeriler arasındaki “zorba” unsurlar piyasalara, ticarete dâhil olmuş ve asayiş boşluğundan her alanda faydalanmaya başlamışlardır. Bilhassa 1730’da Patrona Halil İsyanı’ndan itibaren, ocak içerisinde zorbalık organize hale gelmiş, 18. yüzyıl itibarı ile de “yasa dışı ekonomik çıkarlara yönelik suç çeteleri” yani “mafios oluşumlar” ağırlık kazanmaya başlamıştır. “Kabadayı” kelimesi de yeniçeri zorbalarıyla bağlantılı olarak bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yeniçerilerin ileri gelenlerine, gedikli yeniçerilere “dayı” denilirken, onlar gibi olmaya çalışan “taslakçı”lara yani sözde dayılara hakaret amacıyla “kabası” demek için “kabadayı” denilmeye başlanmışken, yeniçerilik sonrasında bu kelime “babayiğit, gözü korkmaz, delikanlı” anlamında kullanılmaya başlanarak olumlu bir mahiyet kazanmış, bu yollu söylenen bir halk tabirine dönüşmüştür. [86]
1648’den itibaren İstanbul kabadayılığını üstünkörü şekilde iki döneme ayırabiliriz. Yeniçeri zorbalarının, kabadayılarının meşruiyetlerini ocaktan ve “orta”lardan yani bölüklerinden, birliklerinden aldıkları “ocak dönemi” ve 1826 sonrasında kabadayıların mahalleden, semtlerinden meşruiyet devşirdikleri “mahalle dönemi”. Bu dönem şehrin asayişinden büyük oranda yeniçerilerin sorumlu olması, onların ilerleyen yıllarda sosyal ve ekonomik olarak şehrin birçok alanına el atmalarını, buradan da hareketle “mafia”laşmalarını kolaylaştırmıştır. Sultan III. Selim (1761-1807), IV. Mustafa (1807-1808) ve II. Mahmud’un 1808-1826 arasındaki hakimiyet dönemlerinde yeniçerilerin raconları, haraç uygulamaları ve kavgaları bu dönemde geleneksel hale gelmeye başlamış ve ciddi bir folklor mahiyeti kazanmıştır.[87] Cabi Tarihi’ne göre yeniçeriler “mafia”ya dönüşmelerini kendi ağızlarıyla, “Devlet malına bir akça ve bir zerre kadar ziyanımız yok. Ancak, kendi nam ve bıçaklarımızın gücüyle ve hiddetle birer ikişer gemi zapt ve onları sahiplenerek başkalarının şerrinden koruruz.” sözleriyle[88] özetlemişlerdir. İstanbul’da haraç toplayan ve kendi otoritelerini tesis eden yeniçerilerin etkisiyle otorite boşluğu bulan veya mahallî otoritelere sırt dayayan gençler, işsiz güçsüz bekar kitleler kabadayılığı cazip bir yol olarak görmüş, kendilerini mahallelerinin koruyucusu olarak tanımlamaya başlamışlardır fakat burada mahalle koruyuculuğundan çok, orta çıkarlarının savunuculuğu söz konusudur. Örneğin Rumeli’de 1700’lerde, Hezargrad (Razgrad) kasabasında bir dönem iki yeniçeri ortasının arasına hasımlık girdiğinden dolayı kasabanın da iki fırkaya ayrılıp birbirleriyle mücadeleye tutuştukları bilinmektedir. Galata’da, 1772’de tersaneliler ile yirmi beşinci ve altmış dördüncü ortanın taraftarlarının top ve tüfek de kullanılan bir kavga yaptıkları, 1810’da da bir başka ortaya mensup yeniçerinin “semer devirerek” başka ortaya geçmesi nedeniyle söz konusu ortaların İstanbul sokaklarında ölümüne bir kavgaya tutuşmaları da bilinmektedir.[89] Yine Galata’da 1819’da bir zindan katibi tarafından yazılmış bir tezkirede, yeniçerilerin birbirlerine ateşli silahla hücum etmelerinin lakin ölen kimse olmadığının bahsi geçmektedir.[90]
19’uncu yüzyıla girilen dönemeçte Osmanlı Devleti muhtelif bağımsızlıkçı kıpırdanmaların yanı sıra çeşitli yerel otoritelerle, neredeyse müstakil hareket eden mahallî idarelerle de karşı karşıya gelmiştir. II. Mahmud dönemi merkezî otoriteyi kuvvetlendirme, parçalanmaya yüz tutan imparatorluğu bir arada tutma, maliyeti düzeltme, askeriyeden idarete birçok alanda köklü değişiklikler gerçekleştirme gayretiyle geçmiş, merkezî otorite aleyhindeki her unsura karşı tavır alınmıştır.[91] Özellikle Rumeli’de muhtelif bölgelerde âyanların, merkezî otoriteyle çatışmaları, asayişi temin adına gayrimüslim ahalinin silahlanmasını, kendi örfi otoritelerini tesis etmelerinı teşvik etmiş,[92] soyguncu “hayduk”lardan bağımsızlıkçı “komitacı”lara evrilen sürecin önü bir kere açılmıştır. II. Mahmut önce ulema ve yeniçeri ile[93] yani merkezdeki zorbaz takımı ile sonra da taşradaki zorbazlarla hesaplaşacaktır.
“Balta asma”, “balta olma”, “semer devirme”, “bıçak altından geçirme” gibi çeşitli tabirlerle tanımlanan uygulamalar, yeniçeriler döneminde eski İstanbul kabadayılığının temelini oluştururken, 1800’lerin başında Bahçekapı tarafında “Melekgirmez” namıyla anılan Bağçekapusu, Üsküdar’da Balaban İskelesi, Galata’da “Kanlı Hendek” de denilen Kuledibi mıntıkası yeniçeri zorbalarının ve bekar çetelerinin kontrol ettiği “kanun girmez” mıntıkalara dönüşmüştür. Yeniçerilerin tasfiyesinden evvel zorbaların gücünü kırabilmek için 1812’de veba salgını bahanesiyle Bağçekapusu, Galata ve Kasımpaşa’daki bekar odaları yıktırılmış, Bahçekapı semtinde bekar odalarının yıkıntısı üzerine Hidayet Camii inşa ettirilmiştir. 1811’de de Balaban İskelesi yıktırılmıştır. 1808’de “İkinci Kabadayılar Meydan Muharebesi” adını taktığım vaka, yeniçeriler arasındaki “şehir savaşları”nın en şiddetlilerinden ve siyasi açıdan da tarihin kırılma noktalarından biri olmuştur. 1807’de yeniçerilerin ve Boğaz kalelerindeki Karadenizli yamakların (yani yardımcı askerlerin), bu yamakların en ileri gelenlerinden biri olan Rizeli Kabakçı Mustafa önderliğindeki isyanı sonrasında, Kırcalı yahut Dağlı eşkıyasından askerleriyle İstanbul’a yürüyen Rusçuk Âyanı, yeniçeri kökenli Alemdar Mustafa Paşa, Kabakçı’yı en önce ortadan kaldırmak üzere Pınarhisar Âyanı Uzun Ali Ağa’yı iki yüz kadar süvarisiyle Rumelifeneri Kalesi’ne göndermiş, burada Kabakçı’yı öldürmeyi başarmışlardır. Ancak Kabakçı’nın adamları olan Boğaz kalelerinin yamakları dağılmamış, iki taraf arasında önce tüfekli piştovlu muharebe başlamış, daha sonra Anadolu Hisarı’ndan getirdikleri toplarla Kırcalılara ateş açmışlar, Kırcalılar da başka taraftan top getirip karşı ateş açmışlardır. Kabakçı Vakası sırasında bir yeniçeri karakolunun basılıp hapis tutulan yamakların ve yanlarındaki bir kadının çıkarılarak Galata’da bir eğlence tertip ederek oynatmaları nedeniyle, yeniçerilerin bu harekat sırasında yamakları intikam amaçlı kasten yalnız bıraktıklarını da düşündürebilir. Alemdar Mustafa Paşa’nın tahta çıkardığı II. Mahmud (1808-1839) taşradaki ayanlara ve İstanbul’daki yeniçerileri zorbalarına karşı takip ettiği merkezileşme politikası doğrultusunda ilk etapta merkezdeki zorbazların güçlerini kırmıştı. Bağçekapusu ve Balaban İskelesi gibi zorbaz yatakları veba bahanesiyle yıktırılıp buradaki unsurlar dağıtılmış, yeniçerilerin rütbelileri yavaş yavaş sultanın saflarına çekilerek ocak içerisindeki zorbaz unsurlar yalnız bırakılmıştı. Haşerat çetelerinin ağırlıkta bulunduğu yeniçeriler, 1826 Haziran ayında Aksaray’daki Yeniodalar’da, Etmeydanı’na (Meydan-ı Lahm) kazanlarını çıkararak gerçekleştirdikleri son ayaklanma girişimlerinin ardından top ateşi altında kırılarak tarihten silinmişlerdir. [94] Rumeli’de âyanlar ve yeniçerilerin tasfiyesi karşısında daha küçük çaplı mahallî otoriteler de reaksiyon göstermiştir. Boşnakların zeametleri soydan ellerinde tuttukları Bosna’da, yeni zeamet ve tımarlarla zenginleşmişler, merkezî otoritenin zayıfladığı dönemde bu ırsi zeametler “kapetan” denilen mahallî güç odaklarına dönüşmüşlerdi. Bunlar 18’inci yüzyıldaki “Âyanlar Devri”nde kendi bölgelerini adeta özerk hale getirmişlerdi. II. Mahmud yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra âyanlar ile birlikte buradaki “kapetanları” da tasfiye etmeye çalışmıştır.[95]
Tasfiyeler silsilesinin devamını “Eski İstanbul Kabadayıları Kimdi” nam yazımdan şu alıntı ile özetleyebilirim: “Yeniçeriliğin ilgasını (1826, Vaka-i Hayriye) takiben, bilindiği gibi köklü bir değişim dönemine gidilmiş ve Tanzimat Fermanı (1839) ilan edilmiştir. Tanzimat’ın ilanıyla şehirde ulaşım şebekeleri ve konut mıntıkaları oluşturularak eski mahalle düzeni değiştirilmiş, kabadayılar ve mekânları da dönüşüme uğramıştır. Aksaray’da Yeniçeri odalarının külleri üzerinde inşa edilen kahvehaneler, kabadayılığın da geri dönüşünün habercisi olmuştur. Artık meşruiyetlerini ortalarından ve mahalle kolluklarından ziyade mahallelerinden, semtlerinden almaya başlayan kabadayılar, külhanbeyleri ve tulumbacılar, bilhassa Galata, Beyoğlu taraflarında yeni açılan eğlence yerlerinde görülmeye başlamışlardır. Sultan Abdülaziz zamanında (1861-1876) açılıp hızla yayılan ve kimilerinin “İstanbul’un ilk barları” olarak tanımladığı “balozlar” da bu mekânlar arasındadır. Pehlivanlığa, dolayısıyla bilek gücünün sergilenmesine meraklı olan Sultan Abdülaziz döneminde bildiğimiz anlamda kartal kanat ceketli, iskarpinlerinin topuklarına basan klasik kabadayılar görülmeye başlamış, Sultan II. Abdülhamid dönemi (1876-1909) ile birlikte âdeta altın çağlarını yaşamışlardır. Kabadayılık bu dönemde kahvehane ve tulumbacılık gibi kurumların üzerinden yeniden doğmuş, her mahallede tulumbacı takımları kurulmuştur. Tulumbacı talim yerleri ve tulumba sandıkları ünlü kabadayıların yetiştiği yerler olmuştur. Nitekim Sultan Abdülhamid döneminin ünlü kabadayı takımı “Onikiler”den olup hayatı filmlere ve romanlara konu olan Arap Abdullah, gençliğinde semai kahvelerinde deste güreşi ile uğraşmakla birlikte tulumbacı talimlerine de girmiştir. Nasıl Yeniçeriler için “ayaktaş” tabiri kullanılıyorsa, tulumbacılık yapmış kimseler için de “omuzdaş” tabiri kullanılmaktadır. Sultan II. Abdülhamid hem şehzadelik hem de hükümdarlık döneminde, özellikle Çırağan Vakası (1878) olarak tarihe geçen baskın sonrasında, kabadayıları yahut kabadayı meşrep kimseleri hizmetine alıp taltif ederek yanında tutmuştur. Kendisinin kişisel güvenlik öncelikleri politikasını da şekillendirmiş, İstanbul’da kabadayılar paşalığa dek yükselmiştir. Sultan Abdülhamid’in güvendiği kabadayılar saray için asayişi temin ederken silah patırtıları da eksik olmamış, 1900’lerin başına dek uzanan kanlı kapışmalar zinciri meydana gelmiştir. 1885’ten itibaren hızlanan demiryolu yapımıyla bağlantılı olarak bilhassa Beyoğlu’ndaki ticari ve ekonomik hareketlilik bir tür “rant kavgası”na yol açmış, 1890’larda kabadayılık vakaları tırmanışa geçmiştir. Öyle ki “devletlu kabadayı”ların kapışmaları Şair Eşref’in (1846-1912) meşhur hicivlerinde, yazılarında ve hatta bunların dipnotlarında yer bulmuştur. Önce 1896’da Arnavut kabadayılardan Esat Toptani Paşa’nın kardeşi Tiranlı Gani Bey devrin ünlü kantocularından Kamelya’yı öldürerek sarayın adının karışabileceği bir skandalı kendince önleyince, Beyoğlu sokaklarında ve kumarhanelerinde yükselmeye başlamıştı. Ardından Sadrazam Halil Rifat Paşa’nın oğlu, devrin bir başka hovardası Cavid Bey’le ters düşmüş, 1899’da bir başka kabadayı meşrep paşa olan Hafız Paşa tarafından öldürülmüştür. Cavid de Gani’nin intikamını almak amacıyla ağabeyinin İstanbul’a gönderdiği İşkodralı Hacı Mustafa tarafından vurulmuştur. İstanbul’daki boşluğu kapısındaki kabadayılarıyla şehri birkaç yılda kasıp kavuracak olan Serhafiye Fehim Paşa’nın doldurması, Yıldız’daki Arnavut Tüfekçiler Bölüğü’nün başındaki Arnavut Tahir Paşa’yla rekabete yol açmış, iki paşanın rekabeti Arnavut Matlı Mustafa ile Çerkez yahut Trabzonlu Arif Bey’in ölümlü kapışmalarına neden olmuştur. 1896’da Direklerarası’nda Çerkez Mehmed’i vurduktan sonra namını daha da arttıran, hayatı filmlere, romanlara, çizgi romanlara konu olan Arap Abdullah, sonradan paşalığa dek yükselmiştir. Burada, Arnavut Tahir Paşa’nın kaldırımcıyken Hırvat bir kabadayıyı alt etmesi sonrasında o dönem şehzade olan Abdülhamid’in hizmetine girdiği, Fehim Paşa’nın ilk vukuatının şüpheli olmakla birlikte şayialar bazında Pangaltı Cinayetleri ile ilişkilendirildiği de hatırlatılmalı. Bu dönemle ilgili olarak Refii Cevad Ulunay’ın Sayılı Fırtınalar-Eski İstanbul Kabadayıları adlı hatıratı hayli kıymetli bir kaynaktır. Sultan Abdülhamid’in yükseltip saraya aldığı isimler, sultana yakın sayılmaları nedeniyle hem asayiş bozukluğunun hem de Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra kurulacak sistemin önündeki pürüzler olarak görülmüşlerdir. Nitekim 1879’dan beri faaliyet gösteren Zaptiye Nezareti kapatılarak 1909’da yerine Emniyet Umumiye Müdürlüğü ve İstanbul vilayetine bağlı bir polis müdüriyeti kurulmuş, geceleri mahallede dolaşan yaşı geçkin “bekçi babalar” yerine polise yardımcı olacak şekilde düzenlenen bekçi teşkilatı silah taşımaya başlamıştı. 1909’da çıkan 22 maddelik “Serseri ve Mazannei Sui Eşhas Hakkında Kanun” yani “Serseri Nizamnamesi” ile kabadayılara ilk darbeler vurulmaya başlamıştır. 1913’te Mahmud Şevket Paşa Suikastı sonrasında, olayla bağlantılı olduğu düşünülen muhalif memurlar, gazeteciler ve yazarlarla birlikte İstanbul’daki “serseri ve işsiz takımı”, yani Abdülhamid döneminin kalıntısı addedilen sayılı kabadayıların bazıları Bahr-ı Cedid vapuruyla Sinop’a sürgüne gönderilmişlerdir. Ünlü Arap Abdullah ve Koltukçu Raif, bu sürgündeki kabadayılar arasındadır. Bu tarihten itibaren kabadayılar yine görülmeye devam etmiş ancak Abdülhamid döneminde olduğu kadar ön planda olmamışlardır. Daha mahalli düzeyde ve kendi aralarındaki adli vakalarda isimlerini duyurmuşlar, 1950’lerde ve 1960’larda uluslararası kaçakçılıkla ilişkiler neticesinde daha organize hareket etmeye başlayan nam sahiplerinin çıkışıyla “kabadayılık” folklorik bir mahiyet almaya başlamıştır. Klasik anlamdaki eski İstanbul kabadayılığı da tarihin tozlu sayfalarında yerini alarak yalnızca film ve romanlarda varlığını sürdürmüştür.”[96]
Bu dönemdeki tasfiyeler daha kişilere, belli isimlere özel olmuş ve zamana yayılmıştır. Burada merkezî otoritenin, cereyan eden vakalara karşı o anlık tepkiler aldığı görülmektedir. Mesela Fehim Paşa’nın yükselişi ve Arnavut Tahir Paşa ile çatışması, 1899’da Tiranlı Gani Bey’in öldürülmesiyle bağlantılıdır. II. Abdülhamid’in Hafiye Teşkilatı[97] ve Abdülhamid Döneminde İstihbarat[98] adlı çalışmaların yazarı Emre Gör, Fehim Paşa’yla ilgili yazdığı “II. Abdülhamid Döneminden Bir İstihbaratçı Profili: Serhafiye Fehim Paşa (1873-1908)” başlıklı makalesinde, “Sadıkâne hizmetleri ile kısa sürede II. Abdülhamid’in en güvendiği birkaç adamından biri haline gelen Fehim Paşa, -takriben 1902 yılından sonra – sultanın gizli polisinin başına getirilir”[99] demektedir, paşalığa yükseltildiği tarihtir bu. Tiranlı Gani Bey 1898’de vurulduğun için Gani Bey’in meydandan çekilmesi, bir anlamda Fehim Paşa’ya yol açmıştır. Nitekim Arnavut Tahir Paşa ile Fehim Paşa arasındaki çatışmanın sebebi de bununla bağlantılı olmalıdır. Tahir Paşa’nın alayında vazifeli ve nüfuzlu bir Arnavut kabadayı olan Gani Bey’in bıraktığı boşluğu Fehim Paşa’nın doldurmasına Tahir Paşa iyi gözle bakmamış, nitekim Arnavutluk’ta eşkıyalıktan sabıkalı Matlı Mustafa’yı baş kabadayısı yapmıştır ki Matlı Mustafa ile Trabzonlu Arif Bey arasındaki meşhur kavga meydana gelmiştir.[100]
Arnavut Tahir Paşa, 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmak üzere (Rumi Takvime göre 31 Mart 1325’te çıktığı için, Miladi Takvimde 13 Nisan 1909) Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket Ordusu hakkında ileri geri konuştuğu ve İstanbul’da bu orduya karşı mukavemet teşkilatı hazırlama çabası içine girdiğinden görevinden alınmıştır.[101] Şayet bu planı hayata geçirilse belki de tarihte Rumeli’den gelen avcı taburları ve komitacılar ile şehrin kabadayıları arasında bir “Üçüncü Kabadayılar Meydan Muharebesi” görülecekti kim bilir? Keza Şehremini Rıdvan İsmail Paşa suikastı neticesinde Üsküdar muhafızı Bedirhani Şamil Paşa’nın ailesinin sürgün edilmesi,[102] Sarraf Niyazi’nin Meşrutiyet yıllarında da kabadayılık vakalarında rol oynaması ve en son adının İzmir Suikastı Davası’nın sorgulamalarına karışması,[103] dönemden döneme değişen çehreler üzerinden “merkezî otorite”ye rağmen kendi özel hukukunu, ahlakını benimseyip tatbik etmelerini, hangi odakların ne şekilde var olabildiklerini göstermektedir.
Osmanlı döneminde yaşanıp bitse de tüm bu tasfiyelerin tesirinin, bilhassa toplumda kabul, alışkanlık haline gelmiş törelerin, “sözlü hukuk”un etkisinin devam edegeldiği açıktır. Osmanlı’nın bu pek nadir ışık tutulan “karanlık ve puslu vadisine” bakıldıkça, toplumuzun mazisine, şimdisine ve geleceğine dair birtakım açıklayıcı tespitlerle karşılaşabileceğimizi düşünüyorum. Osmanlı tarihinin bu göz ardı edilmiş dinamiğinin yani “merkez-taşra çatışması”nın bize olayları analiz ederken, meseleleri daha farklı taraflarından görebilmemize olanak sağlayacağı da açıktır.
“Bazı Şeyler” Değişmez mi?
Edebiyatımızda ve bilhassa köşe yazılarımızda kabadayılık ve mafya tartışmalarında geçmişe nostaljik bir önem atfedip yozlaşmayı günümüze mâl etmek yaygındır. Gelgelelim tarihin sosyal ve kültürel veçhesine mercek tuttuğumuzda gördüklerimiz, söz konusu literatürde çizilen bu tablonun bir hayal, temenni olduğunu açıkça gösterir. Maalesef “bazı şeyler” geçmişten günümüze devam ediyor ve alışkanlık olarak kabul edilegeldiğinden gözden kaçıyor, değerlendirilemiyor, irdelenemiyor. Birçok suç, çatışma bu sosyo-kültürel tortudan azade inceleniyor. Böyle olunca dede yadigarı çakaralmazın sandıkta saklanması misali günlük yaşamın altına süpürülmüş maffios temayüller patlayacağı veya patlatılacağı anı bekliyor. Şiddet temayülümüzün büyük kısmı ata yadigarı beylik kaygılardan, itiyatlardan neşet ediyor.
“Maffios toplum yapısı” mucibince şahsi çıkarlar söz konusu olduğunda suç asla suç olarak algılanmıyor. Birinin bir şey çaldığını yakaladığınızda, başkalarının da çaldığı öne sürülerek aklanma bekleniyor. Yapılan eski iyilikler hatırlatılarak suçun görmezden gelinmesi talep ediliyor. Suç kavramını anlayamayan, daha doğrusu işine göre yorumlayan bir davranış kodeksini çözümleyebilmek için ipuçlarını geçmişte aramak, değişmeyen “bazı şeyler”i kesinlikle değiştirilemeyen alışkanlıklarda saptamak gerekiyor. Coğrafyaya, aileye, çevreye, mahalleye bakmak, sorup ardını deşelemek ve arka planı görmek iktiza ediyor.
“El mi yaman bey mi yaman” sözünün yedi türlü mecazını görebilmek gerekiyor…
[1] Metin Yurtbaşı, Sınıflandırılmış Türk Atasözleri, Özdemir Yayıncılık, Ankara 1994, s. 123.
[2] Onur Saylak, Şahsiyet, 2018 (İnternet dizisi, puhutv, Ay Yapım).
[3] Bahsi geçen serinin birkaç cildinin değerlendirilmesi için bkz. Erol Göka, Türk Grup Davranışı, Aşina Kitaplar, Ankara 2006, s. 229-238.
[4] Murat Çulcu, Mafia Üzerine Notlar, Kastaş Yayınevi, İstanbul 1998, s. 74.
[5] Detaylar için bkz. Murat Çulcu, Her Sakaldan Bir Kıl-Türkiye’de Mafia’laşmanın Kökenleri 1, E Yayınevi, İstanbul 2006, s. 29-48.
[6] Bu bir çeşit ırsî sancakbeyliklerine dair bilgi için: Orhan Kılıç, “Yurtluk-Ocaklık, Hükümet Sancaklar Üzerine Bazı Tespitler”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi (OTAM) Dergisi, Sayı 10, Ankara 1999, s. 119-137.
[7] Göka, a.g.e., s. 229-230.
[8] Feridun M. Emecen, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2005, s. 74.; Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde-Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Metis Yayınları, İstanbul 2019, s. 259.
[9] İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, Cedit Neşriyat, Ankara 2012, s. 106.
[10] Rudi Paul Lidner, Ortaçağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar, çev. Müfit Günay, İmge Kitabevi, Ankara 2020, s. 126-128.
[11] Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu V, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2007, s. 166-168, 170-173.
[12] Mücteba İlgürel, “Eşkıyalık-Osmanlılar’da Eşkıyalık Hareketleri”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1995, s. 467.
[13] Mehmet Emin Üner, Aşiret, Eşkıya ve Devlet, Yalın Yayıncılık, İstanbul 2009, s. 106-107.
[14] Şaban Bayrak, Anadolu’da Eşkıyalık Olayları (XVIII. Yüzyılın İlk Yarısı 1700-1750), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2015, s. 65-67.; M. Çağatay Uluçay, 18. ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, Berksoy Basımevi, İstanbul 1955, s. 80-83.
[15] Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam-Ortaçağdan 21. Yüzyıla, çev. Elif Kılıç, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997, s. 63.
[16] Reşad Ekrem Koçu, Dağ Padişahları-Tarihimizdeki Büyük Şekaavet ve İsyanlar, Koçu Yayınları, İstanbul 1962, s. 130.
[17] Ali Özçelik, “Batı Anadolu Eşkıyalığının Bir Mit Haline Geliş Serüveni”, Tarih ve Günce-Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Dergisi, Cilt II, Sayı 5, Yaz 2019, s. 334-335.
[18] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler)-Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1999, s. 28.
[19] Halil İbrahim Örs, Firar-Demir Parmaklıklar ve Yaşam Mücadelesi, Çimke Basım Yayın, Konya 2012, s. 5.
[20] Afyoncu, a.g.e., s. 172.
[21] Dr. Frayliç-Mühendis Ravlig, Türkmen Aşiretleri, haz. Ali Cin, Haluk Kortel, Haldun Eroğlu, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2008, s. 9-10.
[22] Aynı eser: s. 85-86, 147-148.
[23] Paul W.S. Anderson, Alien vs. Predator, 2004 (Sinema filmi, 20th Century Fox).
[24] Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet-Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, çev. Zeynep Altok, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011, s. 202, 239-250.
[25] Çulcu, Her Sakaldan…, s. 11-13
[26] Çulcu, Mafia Üzerine…, s. 71.
[27] Sam White, Osmanlı’da İsyan İklimi-Erken Modern Dönemde Celali İsyanları, çev. Nurettin Elhüseyni, Alfa Yayınları, İstanbul 2013, 33-38.
[28] Fernand Braudel, II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara 1994, s. 119.
[29] Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914, İletişim Yayınları, İstanbul 2021, s. 111.
[30] Faruk Tabak, Solan Akdeniz 1550-1870, çev. Nurettin Elhüseyni, Telemak Kitap, İstanbul 2021, s. 398.
[31] Oktay Özel, Türkiye 1643-Goşa’nın Gözleri, İletişim Yayınları, İstanbul 2018, s. 175.
[32] White, a.g.e., s. 207-208, 322-331.
[33] William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, çev. Ülkün Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2002, s.174
[34] Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası-Celâli İsyanları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009, s. 15.
[35] Mücteba İlgürel, “Celâlî İsyanları”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 7, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1993, s. 252-257.
[36] Kemal Tahir, Rahmet Yolları Kesti, İthaki Yayınları, İstanbul 2007, s. 22.
[37]Akdağ, a.g.e., s. 21-24.
[38] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Meşhur Rumeli Ayanlarından Tirsinikli İsmail, Yılık oğlu Süleyman Ağalar ve Alemdar Mustafa Paşa, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2010, s. 1-7.
[39] Barbara Jelavich, Balkan Tarihi 1-18. ve 19. Yüzyıllar, çev. İhsan Durdu, Gülçin Tunalı, Haşim Koç, Küre Yayınları, İstanbul 2015, s. 68.; Eric J. Hobsbawn, Eşkıyalar, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul 2011, s. 100-117.; Faroqhi, Osmanlı’da Günlük Yaşam…, s. 64-65.
[40] Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğunda Dağlı İsyanları (1791-1808), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1983, s. 5-7.
[41] Mehmet Berk Yaltırık, “Eski İstanbul Kabadayısı Figürü ve Bir Şehrin Yaşadığı Değişimler”, Osmanlı’da Şehir, Vakıf ve Sosyal Hayat, Mahya Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 86, 89-94.
[42] Pino Arlacchi, Mafya Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 22-24
[43] Giovanni Falcone-Marcelle Padovani, Cosa Nostra-Bir Hukuk Adamının Mafia’yla Mücadelesi, Cep Kitapları, İstanbul 1993, s. 82.
[44] Sezgin Baş, “İtalyan Mafyasının Doğuşu, Yükselişi ve Düşüşü”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Prof. Dr. Durmuş Tezcan’a Armağan, Cilt 21, Özel Sayı, İzmir 2019, s. 1954.
[45] Mehmet Berk Yaltırık, “’Balta asma’dan ‘bıçak altından geçirme’ye: Yeniçeri Zorbalarının Haraçları ve Raconları”, QHA (Kırım Haber Ajansı), (Güncelleme Tarihi: 28.08.2021-Erişim Tarihi: 09.09.2023), https://www.qha.com.tr/yazarlar/mehmet-berk-yaltirik-16/balta-asma-dan-bicak-altindan-gecirme-ye-yeniceri-zorbalarinin-haraclari-ve-raconlari-338797
[46] Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğunda Âyânlık, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1977, s. 253.; Aysel Yıldız, Kenar Adamları ve Bendeleri-Tirsinikli İsmail Ağa ve Alemdar Mustafa Paşa’nın Adamları Manuk Mirzayan ve Köse Ahmed Efendi, Kitap Yayınevi, İstanbul 2018, s. 16-20.
[47] Özcan Mert, “Âyan”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, s. 195-198.
[48] Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye-Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2009, s. 12.
[49] Emecen, İlk Osmanlılar…, s. 19.
[50] Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, s. 105-106.
[51] İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye…, s. 15.
[52] Erdoğan Merçil, “Anadolu Beylikleri-Tarih”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 3, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, s. 138.
[53] Hakkı Dursun Yıldız, “Anadolu Beylikleri-Teşkilât ve Kültür”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 3, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, s. 139-140.
[54] Köprülü, a.g.e., s. 107.
[55] Rudi Paul Lindner, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinde İtici Güç ve Meşruiyet”, çev. Pınar Emiralioğlu, Söğüt’ten İstanbul’a-Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, İmge Kitabevi, Ankara 2019, s. 425.
[56] Yıldız, a.g.m., s. 140.
[57] Feridun Emecen, “Osmanlı’nın Batı Anadolu Türkmen Beylikleri Fetih Siyaseti: Saruhan Beyliği Örneği”, Osmanlı Beyliği 1300-1389, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, s. 37.
[58] Merçil, a.g.m., 139.; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2003, s. 257.
[59] Yusuf Çetindağ, “Siyasi Açıdan Timurlu-Osmanlı İlişkileri”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl 4, Sayı 24, Mart 2016, s. 16.
[60] Köprülü, a.g.e., s. 107.
[61] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1994, s. 495.
[62] Hasan Basri Karadeniz, Osmanlılar ile Beylikler Arasında Anadolu’da Meşruiyet Mücadelesi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2008.
[63] Hasan Basri Karadeniz, Osmanlılar ile Anadolu Beylikleri Arasında Psikolojik Mücadele, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2011.
[64] Karadeniz, Osmanlılar ile Anadolu Beylikleri Arasında Psikolojik…, s. 221.
[65] Karadeniz, Osmanlılar ile Anadolu Beylikleri Arasında Psikolojik…, s. 236.
[66] Recep Demir, “Dadaloğlu Üslubu”, Uluslararası Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 2019, s. 108.
[67] Murat Çulcu, Sikkesiz Sultanlar-Türkiye’de Mafia’laşmanın Kökenleri 2, E Yayınevi, İstanbul 2002, s. 158
[68] Konuya dair hülasalar için bkz: Murat Çulcu, Düşmüş Ocağa Yanıyor-Türkiye’de Mafia’laşmanın Kökenleri 3, E Yayınevi, İstanbul 2003, s. 10-13. (Sunuş ve Giriş); Murat Çulcu, Kan Defteri-Türkiye’de Mafia’laşmanın Kökenleri 4, E Yayınevi, İstanbul 2005, s. 19-31 (Giriş).
[69] Çulcu, Sikkesiz Sultanlar…, s. 107-112.
[70] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi…, s. 518.
[71] İnalcık, Makaleler II…, s. 54-55.
[72] Halil İnalcık, “Osmanlı Tarihi Üzerinde Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorular”, Doğu Batı-Halil İnalcık- Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2006, s. 204.
[73] Halil İnalcık, “Murad II”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 31, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2020, s. 169.
[74] Abdülkadir Özcan, “Buçuktepe Vak’ası”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1992, s. 343-344.
[75] Feridun Emecen, “Uç Beyi”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 42, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2012, s. 39.
[76] Fahameddin Başar, “Malkoçoğulları”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 27, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2003, s. 538.
[77] Fahameddin Başar, “Evrenosoğulları”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995, s. 541.
[78] Fahameddin Başar, “Mihaloğulları”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 30, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2020, s. 25.
[79] Abdülkadir Özcan, “Akıncı”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 2, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1989, s. 249.
[80] Hasan Basri Karadeniz, Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyler-Merkez ve Uç, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2015, s. 10-11 (Önsöz).
[81] Kasım Bolat, Osmanlı’da Paşalar ve Padişahlar 1421-1520-Sultanların Gölgesinde İktidar Mücadelesi, Ötüken Yayınları, İstanbul 2020, s. 22-26 (Giriş).
[82] Yaltırık, “Balta asma’dan ‘bıçak altından geçirme’ye…”, Gös. Yer.
[83] Tafsilatı için bkz. Mustafa Akdağ, “Yeniçeri Ocak Nizamının Bozuluşu”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt 5, Sayı 3, 1947, s. 291-313.
[84] Yeniçerilerin isyanlarda oynadıkları role ve “maffioslaştıkları” döneme dair bkz: Aysel Yıldız, “İstanbul’un Asi Kulları: Yeniçeriler, Sipahiler ve Cebeciler”, Payitaht Yeniçerileri-Padişahın “Asi” Kulları 1700-1826, Kitap Yayınevi, İstanbul 2022, s. 201-259., Mehmet Mert Sunar, “İstanbul’daYeniçeri Ortalarının Karıştığı Sokak Çatışmaları (18. Yüzyıl Sonu ve 19. Yüzyıl Başları)”, Payitaht Yeniçerileri-Padişahın “Asi” Kulları 1700-1826, Kitap Yayınevi, İstanbul 2022, s. 261-285.
[85] Miyase Koyuncu Kaya, “Esnaf Loncalarında Yeniçeriler”, History Studies, Cilt 5, Sayı 4, 2013, s. 189-205.
[86] Yaltırık, “Balta asma’dan ‘bıçak altından geçirme’ye…”, Gös. Yer.
[87] Yaltırık, “Eski İstanbul Kabadayısı Figürü…”, s. 89.
[88] Yıldız, Kenar Adamları…, s. 145.
[89] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları I-Acemi Ocağı ve Yeniçeri Ocağı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988, s. 514-515.
[90] Başkanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümayun (HAT), 339/19385.; Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümayun (HAT), 337/19314.
[91] Hamiyet Sezer Feyzioğlu, Bir Osmanlı Valisinin Hazin Sonu-Tepedelenli Ali Paşa İsyanı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2017, s. VII (Önsöz).
[92] Robert Zens, “Pazvantoğlu Osman Paşa ve Belgrad Paşalığı 1791-1807”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İsyan ve Ayaklanma, Alkım Yayınevi, İstanbul 2007, s. 141-143.
[93] Suraiya Faroqhi, Devletle Başa Çıkmak: Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyasal Çatışmalar ve Suç 1550-1720, çev. Hamide Koyukan Bejsovec, Alfa Kitap, İstanbul 2016, s. 32-33.
[94] Yaltırık, “Eski İstanbul Kabadayısı Figürü…”, s. 89.
[95] Tafsilatı için bkz: Halil İnalcık, “Osmanlı Devleti’nde Uc (Serhad)lar”, Doğu Batı-Halil İnalcık- Makaleler II, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2008, s. 59.; Zafer Gölen, Tanzimat Dönemi Bosna İsyanları (1839-1878), Alter Yayıncılık, Ankara 2009, s. 191-197.; Fatma Turhan Sel, Eski Düzen Adına-Osmanlı Bosnası’nda İsyan (1826-1836), Küre Yayınları, İstanbul 2013, s. 97-114.
[96] Mehmet Berk Yaltırık, “Eski İstanbul kabadayıları kimdi?”, İST Dergi, Sayı 6, İstanbul Büyüşehir Belediyesi, İstanbul 2021, s. 134-139.
[97] Emre Gör, II. Abdülhamid’in Hafiye Teşkilatı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2015.
[98] Emre Gör, Abdülhamid Döneminde İstihbarat-Mutlakıyetten Meşruiyete İmparatorluğun Haber Alma Faaliyetleri 1876-1909, Kitap Yayınevi, İstanbul 2019.
[99] Emre Gör, “II. Abdülhamid Döneminden Bir İstihbaratçı Profili: Serhafiye Fehim Paşa (1873-1908)”, Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, Mart 2019, s. 73.
[100] Mehmet Berk Yaltırık, “Kabadayılık Vakası Politik Gerilime Dönüştü: Tiranlı Gani Bey”, QHA (Kırım Haber Ajansı), (Güncelleme Tarihi: 07.07.2020-Erişim Tarihi: 09.09.2023), https://www.qha.com.tr/yazarlar/mehmet-berk-yaltirik-16/kabadayilik-vakasi-politik-gerilime-donustu-tiranli-gani-bey-179160.
[101] Mehmet Berk Yaltırık, “Kapısında kabadayılar eksik olmadı: Arnavut Tahir Paşa”, QHA (Kırım Haber Ajansı), (Güncelleme Tarihi: 14.03.2021-Erişim Tarihi: 09.09.2023), https://www.qha.com.tr/yazarlar/mehmet-berk-yaltirik-16/kapisinda-kabadayilar-eksik-olmadi-arnavut-tahir-pasa-309215.
[102] Tafsilatı için: Mehmet Berk Yaltırık-Şaban Bıyıklı, “Rıdvan İsmail Paşa Suikastı ve Bedirhaniler -Kabadayı Dosyaları #4”, YouTube, (Güncelleme Tarihi: 14.10.2022-Erişim Tarihi: 09.09.2023), https://www.youtube.com/watch?v=jD1xs6ediXQ.
[103] Tafsilatı için: Mehmet Berk Yaltırık-Şaban Bıyıklı, “Üç İstanbul’un Kilit Kabadayısı/Polisi: Sarraf Niyazi-Kabadayı Dosyaları #1”, YouTube, (Güncelleme Tarihi: 09.08.2022-Erişim Tarihi: 09.09.2023), https://www.youtube.com/watch?v=o5XNdW7gaxQ.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.