9:52 am Siyaset

Kadına Yönelik Şiddet Değil; Cinsel Terör

*Röportaj kaydından derlenmiştir.

Hypatia

Erkek çalışma arkadaşları ve/veya duygusal bağlılıklarının ilişkiselliği içinde tarihten iki önemli kadın ve trajik son seçerek anlatmak istiyorum cinsel/seksist terör olgusunu.

Ben bu süreci Antik dünyanın son bilim insanı, Hypatia’nın MS 415’te midye kabuklarıyla sokaklarda bedeninin çırılçıplak soyularak parçalanması ile başlatıyorum. Yani seksist terörün düşünen, üreten kadının linç edilişinin tarihselliği benim açımdan en az 1600 yıllık geçmişe ve alışkanlığa sahip.  Hypatia Yunan filozof, matematikçi ve astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler verir. Yeni Platonculuk öğretisine bağlı olan Hypatia, Atina Akademisi’nin Eudoxus’un başını çektiği Matematik geleneğine üyedir. MS 400 civarında Hypatia, babasının ardından felsefe okulunun başına geçtiğinde öğrencileri onu kitleler halinde takip ediyordu. Zamanın birçok okulundan farklı olarak kendisi bir Pagan olmasına rağmen Hristiyan ve Yahudi öğrencilerin özgürce kabul edildiği bir okuldur burası. Bilimselliği ve araştırma etiği tüm politik (o zaman politik şekillenişler dinsel tarafgirlikler üzerinden oluşuyordu) duruşların üzerindeydi. Sokrates Skolastikus, Kilise Tarihi isimli çalışmasında onu şöyle anlatır:

      “İskenderiye’de Hypatia isimli bir kadın vardı. Filozof Theon’un kızıydı ve kendi   

       zamanındaki tüm filozofları edebiyat ve bilimdeki başarılarıyla geçmişti. Platon ve

       Plotinus’un okullarını takip ederek birçoğu öğretilerini dinlemek için uzak yerlerden

       gelen takipçilerine felsefenin ilkelerini öğretti. Zihnini geliştirmesi sonucu edindiği

       soğukkanlılık ve rahat tavırlarından dolayı sıklıkla yargıçların varlığında halkın içinde

       görünmekten çekinmiyor, ayrıca erkeklerden oluşan bir meclise katıldığında kendini

       mahcup hissetmiyordu. Erkekler sıra dışı asaleti ve etkileyiciliği nedeniyle ona daha da

       hayran oluyorlardı.”

Hypatia, İskenderiyeli sıradan kadınların evlerinin dışında nadiren göründükleri bir zamanda sıklıkla şehir merkezinde halk eğitimleri vermektedir. Erkek meslektaşları tarafından giyilen beyaz cübbesinin içinde büyük bir etkileyicilikle matematik, astronomi, tarih ya da Platon’la Aristoteles’in felsefeleri üzerine konuşuyordu. Konuşmasını duymak için toplanan halk, entelektüel bilgisinin genişliği, sözcüklerindeki tutku ve güzelliğinin boyutu karşısında büyülenmekteydiler. Hypatia’ya ait hiçbir resim ya da heykel günümüze ulaşmış değil ama fiziksel varlığı öylesine bilinmektedir ki 19. yy. Fransız şairi Charles Leconte de Lisle onun Platon’un ruhu ve Afrodit’in vücuduna sahip olduğunu söylemiştir. Estetiğe ve toplumsal cinsiyete ait ilk söylevlerinden günümüze aktarılan şu ifade oldukça önemlidir:

       “Bir adam kadın vücudunun güzelliğini gördüğünde onu şehvetle fethetme arayışına    

         girmemeli. Bunun yerine onun güzelliğinin, gerçek güzelliğin bir sureti olduğunu

         anlamalı. İnsan, hayvani doğasının en alçak yerlerine bir kez daldığında güzelliğin asıl

        özü üzerine düşünemez, kendi körlüğünde ve Hades’in aldatıcı gölgeleri içinde yaşamak

        zorunda kalır.”

İnançların radikalizmine ve tehlikesine karşı, gelecek tehlikeyi önceden öngörmüşçesine son derece duyarlıydı. “Masallar masal olarak, mitler mit ve mucizeler şiirsel fanteziler olarak kalmalı. Batıl inançları gerçekmiş gibi öğretmek en korkuncu. Bir çocuğun zihni onları kolayca alabilir ama ancak büyük acılar hatta belki de trajediler yaşadıktan sonra onlardan kurtulabilir” diyordu. Hypatia’nın ünü yayılırken fikirleri şehrin önde gelenleri tarafından değerli bulunmaya başlamıştı, kendisine pek çok onur madalyası verdiler. Hatta İskenderiye’nin Roma imparatoru tarafından atanmış valisi Orestes, onu konseye kabul etmişti. İkili yakın arkadaş olmuşlardı (bu noktada Orastes’in yoğun duygular beslediği de söylenir). Sıklıkla şehrin sokaklarında dolaşıp felsefe ve politika üzerine tartışırken görülüyorlardı.

Kabul etmek gerekir ki akıllı ve etkileyici bir kadın, dehası ne denli büyük ya da icatları ne kadar etkileyici olursa olsun, mevcut bilim adamı imajını tam olarak karşılamıyordu. Trajik bir biçimde Hypatia’da bu imaja karşılık gelen şey, yaşamdan çok ölümdü. İskenderiye, beşinci yüzyılın başında, Orestes’le şehrin Hristiyan piskoposu Cyril arasındaki bir güç çatışmasının ortasında kaldı. Hypatia, bir Pagan olmasına rağmen, Roma İmparatorluğu artan biçimde Hristiyanlaşırken gerçekleşen Pagan soykırımından kurtulmayı başarmıştı ama kilise ve devlet arasındaki çatışma daha da gergin bir hal alırken kendini iki ateş arasında buldu.

Cyril, çok geçmeden güçlü bir konuma yükselmesinin araçlarından birinin başat özelliği olan kitlelerin gücü olduğunu anlamıştı. Artan Pagan-Yahudi-Hristiyan katliamlarıyla karşı karşıya kalan şehirde, Hypatia, Orestes’e destek verdi. Uzun süredir Hypatia’yı popülaritesi ve etkisinden dolayı kıskanan Cyril, ona kara büyü yaptığına dair söylentiler yayarak karşılık verdi. Onu “tüm zamanını büyüye, usturlaplara ve müzik aletlerine adayan bir büyücü” olmakla suçladı. Suçlamalar her ne kadar saçma sapan olsa da Cyril’in taraftarları üzerinde istenen etkiyi yaratmıştı.

MS 415 yılına gelindiğinde Hristiyan halk Hypatia’ya saldırdı. Bir akşam iki tekerlekli arabasında oturmuş evine doğru giderken önüne çıktılar. Öfkeli bağnazlar onu arabadan çekip almış, filozof giysilerini zorla üzerinden çıkarmış ve yakınlardaki kiliseye götürünceye kadar sokaklar boyunca sürüklemişlerdi. Kilise, bir zamanlar Kleopatra tarafından sevgilisi Mark Antony için yaptırılmış bir tapınak olan Sezaryum’du ve imparatorluğun yeni dini nedeniyle kiliseye çevrilmişti. Onu yakalayıp sokaklar boyunca sürüklemiş olan kişiler, Hypatia’yı Hristiyan kilisesinin içindeki sahanlığın zeminine fırlatıp kırık kiremit, çömlek parçalarıyla dövdüler. Sonunda öldüğünde bedenini midye kabuklarıyla parçalara ayırıp şehir duvarlarının dışına taşıdılar ve orada bir şenlik ateşinin üstünde yaktılar. Hypatia’nın ölümünü klasik dönemin sonu olarak gören pek çok tarihçi var. Onunkisi aslında tek Tanrılı dinlerle yayılan aklın altın çağının sonunu ilan eden bir ölümdü ve bana göre kadın soykırımının başlangıcı.

Jean Darc

Tıpkı Hypatia gibi Jean Darc da hayatı boyunca hiç evlenmemiş, masumiyetin sıfır noktasında olan kadınlar. Farklı çağlar, farklı eğitimler lakin aynı trajik son. Burada ikisi de idam edilen bir erkek ve kadının hayatını karşılaştırmalı olarak anlatmak istiyorum, tarihin iplerini elinde tutanların seksist bakış açısını vermek açsından.  Gilles de Rais; daha sonra Jean Darc’ın komuta ettiği ordunun mareşali olacak bir aristokrat. Profilini birlikte inceleyelim.

Suç diyordu Bataille, insan türünün özelliğidir ama her şeyden önce gizli özelliğidir. 1404’te Yüzyıl Savaşları’nın dünyasına doğan Gilles de Rais, babası tarafından önemli bir hanedana mensuptu. Eski şövalyelerin mirasçıları artık avcılara dönüşmüş, cinayetin ve zulmün tadını çıkarıyorlardı. Cimri, sefih ve oldukça zengin bir derebeyi olan dedesi tarafından yetiştirilen Rais, nefret ettiği dedesiyle, kan tutkusunu ve insanların yasasına uymamayı paylaşıyordu. VII. Charles’ın sarayında kendi çıkarlarına hizmet edecek ve Gilles’i sapkın orjileri ve katliamlarının engellenmesi gerektiğinin bilincinde olan bir bürokrat, onu askerlikte bir kariyer yapmaya yönlendirdi.

Beklenenin tersine genç adam, kendisini aşan bir kahramanlık idealini benimseyerek parlak bir savaş şefi oldu; kendisinin tam aksi bir kişiliğin Jean Darc’ın emrine girerek sapkınlık ve cinayet örüntülerinden vazgeçti. Erkek kılığına girmiş, üstelik gaipten sesler duyan kutsal bakirenin emri altında monarşik ilkenin kutsal birliğinin oluşturulması dayalı vatanseverlik duygusu patolojik arzusunu “ete-kemiğe” büründürmüştü. Pek çok cephede zamanının diğer şövalyeleriyle birlikte cesurca savaştı, öyle ki kendisine “silahta çok mert” şövalye nişanı verilecekti. 1429 Temmuz’unda gözlerinden yaşlar süzülerek Jeanne’ın yanında Fransa’nın başmareşali olmuştu. Gilles ile Jeanne’ın arkadaş olduklarını söylemek için elimizde yeterli kanıt yok, zaten savımız da bununla alakalı değil. Erkek kılığına girdiği için sapık bir suç işlediği öne sürülen dinsiz, dönme, puta tapan olarak tanımlanan Jeanne bakire olmasına rağmen şeytanla iş birliği yapmakla suçlanıyordu. Kilise mahkemesinin söylediğine göre, duyduğu sesler, gördüğü bir Tanrı’nın değil, karanlık ve gizli bir kara meleğin sesiydi.

Celladı papaz Cauchon, sözünden dönmesini telkin ederken ona yapılan işkenceye katıldı. Beklediğine değmişti: Jeanne alevler arasında kendini İsa’ya teslim etti. Ölümünden yirmi yıl sonra onun sayesinde Fransız Monarşisini yeniden düzenleyen VII. Charles itibarını iade edecekti. 1920’de papa V. Benoit tarafından “azize” ilan edildi. Gilles’e gelince, savaş sonrası dedesinin ölümüyle birlikte 1432 Kasım’ından itibaren iyice suç bataklığına batacaktı. Uşaklarının yardımıyla köylü ailelerinin çocuklarını kaçırıp kapatıyor, onlara korkunç işkenceler yapıyor, vücutlarını parçalıyor, yürekleri başta olmak üzere organlarını çıkarıyor, çocuklar can çekişirken onlara tecavüz ediyordu. Estetiğe ve tiyatral mükemmelliğe önem verdiği için en güzel kız ve erkek çocuklarını seçiyordu. Önce uşaklarından çocukları korkutmalarını istiyor ardından kurtarıcıları gibi davranarak istediği teslimiyet mimiklerini elde ediyordu. Gilles deliliğin üst düzeyine ulaştığında çocukların kafataslarını yarıyor, hipnotik bir trans haline girerek şeytanı çağırıyor, kendisini de kan, sperm, yiyecek artıklarıyla kirlenmiş bir dışkıya dönüştürüyordu. Cinayet dedikoduları çoğaldıkça Gilles çeşitli mahkemeler tarafından suçlandı.

Dokuz yıllık bir aradan sonra bu soylu cellat, hayatı boyunca bir hayalet gibi gezen ve tanrının hizmetkarı oluşunun alçak gönüllüğüne sahip Jeanne Darc’ınkinden daha adil bir mahkemeye hak kazanmıştı. Önce Hristiyanlıktan çıkarılıp ardından tekrar kabul edildi. Asılıp öldükten sonra bedeni yakılacaktı. Yine de vücudu kül haline gelmeden önce odun yığınlarının arasından çıkartılmış ve soylu kadınlar tarafından gömülmüştü. (Gilles De Rais, aşağı yukarı saptanabilen üç yüz çocuğun öldürülmesinden sorumludur. Cinayetleri mavi sakal efsanesinin doğmasına yol açar.)

Modern toplumda kamusal-politik alanda yer alan hangi kadın Jeanne fenomeni diyebileceğimiz “amazonlaşma”dan, erkek kimliğini giymekten kurtulabilmiştir ki… Kamusal ya da özel yaşamda kadına sunulan iki seçenek var; sadece özellikle kültürel şizofreniden malul yarı feodal-kapistleşmiş toplumlarda; erkekleşmek ya da objeleşmeyi kabul etmek.

 Bu bağlamda sormamız gereken soru: Gilles De Rais’in iğrençten yüceye, yüceden iğrence geçiş döngüsü, kamusal/üst yapısal toplumsal belirleyicikle ne kadar alakalı? Yani “erkekliğe dair onto-tarihsel üstün konum” Toplumsal Cinsiyetin tamamen dış-performatif olarak kurulduğu kadınlığı nasıl etkiliyor ve belirliyor? Ya da daha basit bir ifadeyle, “erkeklik” söz konusu “kadın” zulmünden ne kadar sorumlu ve suçlu?

Cinsel Terörün Vardığı Boyut: Arzu Boztaş Olayı

 Kadın cinayetlerini anlatırken, felsefi-sosyolojik ve psikolojik boyutuyla basit bir adli vaka olmanın ötesinde tarihsel-toplumsal boyutunu deşifre ederek anlatmayı seçiyorum. Bu bağlamda belki de içimi çok acıtan Arzu Boztaş örneğine değinmeliyim.

 Arzu Boztaş, henüz 14 yaşındayken başlık parası karşılığı kendisinden 11 yaş büyük Ahmet Boztaş’la görücü usulü evlendirilmiş. Yozgat’a gelin giden Arzu, 6 çocuk doğuruyor. Yıllarca eşine şiddet uygulayan Ahmet Boztaş, 2014 yılında komşusunun kızı zihinsel engelli N. G.’ye tecavüz etmiş. Olayın duyulması üzerine Ahmet Boztaş, engelli kızı “kuma” olarak almak istiyor. Bunu kabul etmeyen Arzu Boztaş, çocuklarıyla ailesinin yanına dönüyor. Hayvancılık yapan Ahmet Boztaş ise “Sen beni bırakırsan gidip başkasıyla evlenirsin, seni öldürmeyip süründüreceğim” diyerek Arzu Boztaş’ın önce sağ diz kapağına, ardından diğerine yakın mesafeden tüfekle ateş ediyor.

Genç kadın kaçmaya çalışırken ayağıyla eline bastırıp dirsek bölgesine tüfekle ateş eden Ahmet Boztaş, ardından diğer kolun aynı bölgesine de ateş ediyor. Olay sonrası Ahmet Boztaş polise teslim edilirken Arzu Boztaş’ın iki bacağı kesiliyor. Damarları parçalanan, kollarından 13 kez ameliyat olan Arzu Boztaş’ın kollarını kullanamayacağı anlaşılınca 6 çocuğu devlet gözetimine alınıyor.

Kendi sözleriyle alıntılarsak Arzu olayı şöyle anlatıyor: Boztaş, “Bana, ‘Boşanmaya kararlı mısın?’ diye sordu. Ben de ‘evet, kararlıyım’ dedim. O zaman ‘yere yat’ dedi. ‘Çocuklar ne olacak’ dedim. ‘Onları düşünen mi var’ diye cevap verdi. Abdest almak için müsaade istedim. ’Seni öldürmeyeceğim. Sakat bırakacağım’ dedi. Yere yatmamı istedi ama ben yatmadım. Yatağa oturdum. Çaresizce kafama sıkmasını bekliyordum. Kapı kapalıydı. Pencerede demir parmaklık vardı. Kaçacak hiçbir yerim yoktu. Bağırsam sesimi duyacak kimse yoktu. Ben sadece ölüm anını bekliyordum. Önce sağ bacağıma ateş etti. O an bacağımdan kopan parçaları duvarda gördüm. Bir daha sıkmayacak diye düşündüm. Ayağa kalkmaya çalıştım ama yatağın üzerine düştüm. Bu sefer sol bacağıma ateş etti. Yataktan düştüm. Kollarımı altıma alıp saklamaya çalıştım. ‘Çocuklarım küçük, onlara nasıl bakacağım? Kollarıma bari dokunma’ diye yalvardım. Dinlemedi. Ayakları ile kollarımı çekerek yakın yakın mesafeden dirseklerimi hedef alarak ateş etti.”

Daha fazla detayına girmeden belirtmek istediğim şu ki; burada söz konusu olan salt adli bir vaka değildir, burada olan, hınç yüklü erkekliğin bir kadının yaşamına kastetmesinden öte onun varlık kabiliyetlerini ve anneliğini elinden alarak tözsüz öznelliğe indirgeme edimidir. Bu yüzden edim sadece “kadına yönelik şiddet” değildir. Bu yüzden edim “Cinsel/Cinsiyetçi/Seksist Terör” olarak tanımlanmalı ve mücadele programı yasal ve felsefi zeminde bu bağlamda yeniden hakkıyla değerlendirilmelidir.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 52 times, 1 visit(s) today

Close