Geçtiğimiz haftalarda Şeyh Sait İsyanı ile ilgili yoğun tartışmalar yaşandı. Farklı partilerden siyasetçilerden açıklamalar geldi ve tartışmaların ardı arkası kesilmedi. Ancak tüm bu tartışmalar gösterdi ki Şeyh Sait İsyanı, nedenleri ve sonuçları ile kamuoyunda yeterince bilinmemekte. Herkes meselenin yarım yamalak bildiği bir tarafından tutmuş, oradan yorum yapmakta. O yüzden, “hain” veya “kahraman” gibi ideolojik değer yüklü ifadelere başvurmadan Şeyh Sait İsyanı’nı anlamaya dönük nesnel perspektiften yazılmış bir yazı şart oldu.
Erken dönem Kürt milliyetçiliği
Türk ve Arap milliyetçilikleri gibi modern Kürt milliyetçiliği de Osmanlı İmparatorluğu içerisinde 20. yüzyılın başlarında doğdu.
Bu doğrultudaki ilk örgütlenme, 1908 Jön Türk Devrimi sonrasında İstanbul’da kurulan Kürt Teavün ve Terakki (İş Birliği ve İlerleme) Cemiyeti idi. Siyasi olmaktan çok sosyo-kültürel hedefler güden ve Kürtlerin yaşadığı bölgelerle bağları zayıf olan bu cemiyet 1909’da kapatıldı. 1912’de İstanbul’daki Kürt öğrenciler “Hevi” (Umut) isimli başka bir cemiyet kurdular ancak bu cemiyet de çok etkili olamadı.
1915 Ermeni Tehciri’ne kadar Kürtler asıl olarak bölgedeki Hristiyan Ermenileri kendilerine rakip olarak görüyor, Türkleri ise din bağı üzerinden doğal müttefiki olarak kabul ediyordu. Ancak tehcirin getirdiği etnik temizlikle bölgedeki Ermeniler ortadan kalkınca Kürtlerle Türkler arasında bir rekabet oluşmaya başladı.
Kürt milliyetçiliğini siyasi bir hedef olarak benimseyen ilk cemiyet 1918’de gene İstanbul’da kurulan Kürdistan Teali (Yükseliş) Cemiyeti oldu. Bu cemiyet ilk kez Kürtlerin yaşadığı doğu bölgelerinde şubeler açtı.
Bu cemiyet İtilaf devletlerinin desteğiyle bölgede bir Kürt devleti kurma hedefi güttü. Cemiyetin faaliyetlerinin de etkisiyle Kurtuluş Savaşı esnasında Sivas ve Dersim civarındaki aşiretler özerklik amacıyla Ankara hükümetine karşı ayaklandılar. 1921 yılının Mart ayında başlayan Koçgiri İsyanı’nı Ankara hükümeti Haziran ayında tamamen bastırdı.
Kurtuluş Savaşı ve Lozan
İngilizlerin çabalarına ve Sevr Anlaşması’nda bağımsızlık referandumu sözü verilmesine rağmen Koçgiri İsyanı’nı saymazsak Kürtlerin çoğunluğu Kurtuluş Savaşı sürecinde Ankara hükümetine sadık kaldı. Hatta Erzurum ve Sivas kongrelerinde, Heyet-i Temsiliye ve Birinci Meclis içerisinde Kürt delege ve mebuslar yer aldı. Bu sadık kalma ve destekteki en büyük motivasyon din bağıydı. Kurtuluş Savaşı Türklerden çok Osmanlı Müslümanlarının ortak bir savaşı olarak görülüyordu.
Gerçekten de Kuva-yı Milliye hareketi ve sonradan Ankara hükümeti Kurtuluş Savaşı sürecinde Türklükten çok Müslümanlık kimliğini ön plana çıkarmıştı. Örneğin Misak-ı Millî’de “Türk” ifadesi hiçbir yerde geçmezken metin “Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan kısımlar”dan bahsetmekeydi. Amasaya Protokolü’nde Kürtler ayrı bir etnik grup olarak anılmışlardı. Birinci Meclis’teki meclis konuşmalarında da Kürtlerin ayrı bir etnik grup olarak bahsedilmesine sık sık rastlanabilmekteydi. Dahası Mustafa Kemal Paşa Ocak 1923’te İzmit’te gazeteci Ahmet Emin’in (Yalman) sorusuna verdiği bir cevapta Kürtlere özerklik verilebileceğinden bahsetmişti.
Ancak hem Kurtuluş Savaşı’ndaki bu örtük sözler ve retorik hem de Lozan Anlaşması’nda ortaya çıkan yeni Türkiye’nin sınırları içerisindeki nüfusun % 15-20 kadarının Kürtlerden oluştuğu gerçeğine rağmen Kürtlerden Lozan’da hiç bahsedilmemesi Kürt ileri gelenler arasında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Lozan’da sadece gayrimüslimler azınlık olarak kabul ediliyor, ülkede Kürtler dahil Türk olmayan tüm Müslümanlar örtük olarak Türk sayılıyordu.
İşte, Şeyh Sait İsyanı’nın milliyetçi yönünün temel motivasyonu bu durum oldu.
Hilafet ve son bağın kopuşu
Lozan sonrası hayal kırıklığının yarattığı ortamda çoğu eski Osmanlı subayı Kürt milliyetçileri “Azadi” (Özgürlük) Cemiyeti’ni kurdu. Bu cemiyet Kürt bölgesi ile yakın ilişkiler kurabilmek için bu defa merkezini Erzurum olarak belirledi ve olası bir silahlı isyan için bölgedeki şeyhler ve aşiret reisleriyle bağlantılar kurmaya başladı.
1924’te düzenledikleri bir kongrede Zaza aşiretleri üzerinde büyük etkisi olan Şeyh Sait konuşmasıyla ön plana çıktı. Şeyh Sait aynı zamanda bölgede büyük etki sahibi Nakşibendî tarikatının etkili ismlerinden birisiydi. Bu özellikleriyle hazırlıkları sürdürülen silahlı isyanın lideri haline geldi.
Lozan sonrasında Kürtler arasında zaten bir hoşnutsuzluk hakimken Mart 1924’te Kemalist Türk devletinin hilafeti kaldırması bu hoşnutsuzluğu daha da perçinledi. Dinî bir kurum olan hilafetin kaldırılması dinin etkili olduğu Kürt coğrafyasında başlı başına bir hoşnutsuzluk sebebiydi ancak daha önemlisi, hilafet devlet içinde Türklerle Kürtlerin ortak Müslüman kimliğine vurgu yapan son kurumdu. Onun ortadan kalkması Kürtlerin gözünde Türklerle Kürtlerin bir arada yaşamasını mümkün kılacak son kurumun da ortadan kalkması anlamına geliyordu.
Bu sebeple Ağustos 1924’te Şırnak/Beytüşşebap’ta bir isyan çıkmış ancak Türk ordusu isyanı fazla büyümeden bastırılmıştı.
Dinî mi millî mi?
Kamusal tartışmada en çok karıştırılan meselelerden birisi Şeyh Sait İsyanı’nın esasen dinî mi yoksa millî içerikli bir isyan mı olduğudur. Bu biraz da resmî tarihyazımının isyanın dinî yönünü bilinçli olarak ön plana çıkarmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır.
Şeyh Sait İsyanı’nın örgütleyen Azadi Cemiyeti mensubu öncü kadrolar şüphesiz Kürt milliyetçisiydiler. Ancak dinî kültürün ve aşiretlerin hakim olduğu, kentleşmenin ve modern değerlerin pek gelişmediği dönemin Kürt coğrafyasında bağımsız ya da özerk bir Kürt devletinin kurulması gibi modern milliyetçi bir hedefin şeyhler ve aşiret liderleri arasında karşılığı zayıftı.
Bu sebeple isyanı örgütleyenler daha çok dinî bir retorik kullandılar. Bu durum en başta isyanın lideri olarak dinî bir figürü seçmelerinden anlaşılabilir. Onun da ötesinde isyana katılmalarını sağlamaya çalıştıkları şeyhler ve aşiret liderlerini daha çok Kemalist Türk devletinin dini yok ettiği argümanı üzerinden ikna etmeye çalıştılar. Aslında Kemalist yönetimin o tarihte seküler/Batıcı reformları henüz tam başlamamıştı. Ama Mart 1924’teki yasayla hilafetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimin sekülerleştirilmesi, Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması gibi laikleşme yönünde atılan adımlar Kürt isyancılara önemli bir propaganda malzemesi sağladı. Bu doğrultuda isyancılar ülkenin batısındaki hilafet yanlılarının desteğini de alabileceklerini düşündüler.
İsyanın dinî yönünü en net gösteren örneklerden birisi, isyan başladıktan sonra Alevi Kürt aşiretlerin isyana katılmak şöyle dursun, Türk ordusuyla beraber isyanı bastırmaya çalışmasıdır. Kürtler arasındaki Sünni-Alevi bölünmesi o dönemde Kürt kimliğinin birleştiriciliğinden daha güçlüydü.
Sonuçta Şeyh Sait İsyanı’nın ne tamamen millî ne de tamamen dinî bir isyan olduğunu iddia etmek mümkündür. Her iki karakteri de taşır ve birinin diğerine göre daha baskın olduğunu söylemek güçtür.
Şeyh Said İsyanı’ndan bir yıl sonra sonra çıkan ve 1930’a kadar süren Ağrı İsyanı’nda ise Kürtlük kimliği dinî kimliğe göre çok daha vurguludur.
Şeyh Sait İsyanı’na dair kamuoyundaki başka bir yanlış algı da isyanın İngiliz destekli olduğudur. Ancak bu doğru değildir. Aslında isyancılar dış destek bulabilmek için Sovyet Gürcistanı’na ve Britanya yönetimindeki Irak’a temsilciler göndermiştir. Ancak Sovyetler de Britanya da isyana destek vermek istememişlerdir. Bu sebeplerle Şeyh Sait İsyanı temelde iç dinamiklerle başlamış ve sürdürülmüştür.
Sonuç olarak, Şeyh Sait İsyanı erken dönem Kürt milliyetçiliğinin bir ürünüdür. İsyanı örgütleyenlerin ana motivasyonu, beklentilerinin aksine, yeni Türk devletinde Kürtlere yer verilmemesidir. Ancak isyanı örgütleyenler kitlesel destek bulabilmek için dinî bir retorik kullanmışlar, bu da isyana milliyetçi olduğu kadar dinî de bir içerik katmıştır. İsyanın İngiliz destekli olduğu iddiaları ise doğruluk içermemektedir.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.
Şeyh Sait’i tekrar gündeme getiren Diyarbakır BB Kayyum Başkanlığının bir caddeye ismini vermesi oldu.
İsmin verilmesinin doğru/yanlış olmasından ziyade, devlet tarafından hain olarak idam edilmiş birinin bir caddeye isminin verilmesi için öncelikle yine devlet tarafından yeniden yargılama veya meclis kararı vb. iadei itibarının yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Aksi takdirde bu yapılan, hukuksuz olacağı için, AKP’nin Diyarbakır’dan istediğini alamaması durumunda bir Danıştay kararıyla bile iptal edilecek bir durumdur.
[…] Şeyh Sait İsyanı (Emrah Gülsunar – 21.12.2023) […]