Üzerinde üstünkörü tartışılan edebî “problem”lerden birisi de din ile edebiyat arasındaki organik ilişkidir. Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli toplum bilimci ve entelektüellerden biri olan Erol Güngör, hicretin on beşinci yüzyılına armağan mahiyetinde kaleme aldığı İslam’ın Bugünkü Meseleleri adlı eserinde bu meseleye dair “Edebiyat ve Din” başlığı altında müstakil bir yer ayırmış ve ülkemizde roman özelinde gelişim gösteren edebî temayüllerin kültürel referanslarını Avrupa’daki muadilleri ile mukayese ederek izah etmiştir.
Eserin başında Batı medeniyetinin bir Hristiyan medeniyeti olduğu fikrini savunanların büyük ölçüde haklı olduğunu belirten Erol Güngör, bu medeniyetin Hristiyan bir cemiyet tarafından geliştirildiğinin inkar edilemeyeceğini vurgulamaktadır. Belli bir inanç sistemine bağlı bulunan insanların bu sistemin tamamen dışında veya ona aykırı bir medeniyet yaratmalarının zaten beklenemeyeceğini ifade eden Güngör, bugün Batı medeniyeti olarak tabir ettiğimiz söz konusu kültür coğrafyasının, üç sacayağı üzerinde teşekkül ettiğine dair bir de tespitte bulunmaktadır. Bunlar; Yunan kaynağı, Latin-Roma kaynağı ve Hristiyanlık akaididir. Güngör’e göre bunların dışında da birtakım mahallî renkler ve dış tesirler bulunmakla birlikte bu kaynaklar da söz konusu edilen bu üç temel referans dahilinde şekillenmiştir.
“Edebiyat ve Din” başlığı altında Batı medeniyetinin zihinsel referanslarına teferruatla değinen Güngör, bu bağlamda dikkatini Avrupa medeniyet coğrafyasının asıl kaynağı olan Hristiyanlık üzerinde yoğunlaştırmış ve bu bağlamda “insan” mefhumunu tanıma ve tanıtmada üslendiği rol itibariyle din bahsini ele almıştır. Din kurumunun “insan” mefhumuna yönelik cevapladığı soruları zikredilen eserinde şu şekilde tespit etmektedir: İnsanın yaratılışının gayesi, hükmü ve hikmeti nedir? İnsanın diğer yaratılmışlar arasındaki mevkisi nedir? İnsan gücünün sahası ne kadardır? İnsan, gücünü, kuvvetini hangi yolda kullanırsa yaratılış sırrına erişmesinde tatmin bulur? İnsanın bu hayat içerisinde çektiği ızdırapların ve karşılaştığı müşküllerin sebebi ve sonucu nedir?
Güngör, bu sorulara verilen cevapların ve soruların bizzat kendisinde ilmî bir mahiyetin olduğunu dile getirmekle birlikte “insan” mefhumuna dair evrensel bir mahiyet taşıyan bu soruların cevaplandırılmasında din kurumunun hayati bir önemi haiz olduğunu belirtmektedir. Fakat sadece ilmî faaliyetlerle iktifa edilmesi, karmaşık bir kavram olan “insan”ın anlaşılmasında eksik kalacaktır. Güngör bu noktada insan mefhumunun bütünüyle algılanabilmesi için devreye “sanat”ı dahil etmektedir. Çünkü insanın tanınmasında ve algılanmasında ilmî referansların ortaya koyduğu nesnel önermeler kadar sanatçının sezgi gücüne dayalı öznel yargılarına da ihtiyaç duyulmaktadır. Zira “sanat” denilen saha, vasıtasız duyu verilerinin işlenmesi bakımından estetiğin yanı sıra din ve ahlakı da yani aksiyolojiyi de bünyesinde barındıracak kadar geniş bir alandır.
Erol Güngör meseleyi “insan”ı anlama odağında ele aldığı için bu odakta “insan” mefhumunu estetik açıdan en kamil şekilde irdeleyen sanat ürünü olarak roman türünü ön plana çıkarmaktadır. Çünkü roman, Avrupa’da göstermiş olduğu teşekkül süreci itibarıyla “birey”in eseridir. “Birey”i, müspet olsun, menfi olsun; insanı insan yapan tüm hususiyetleri ihtiva eden bir kavram olarak ele aldığımızda, esas olarak “birey”i konu edinen roman türünün insanı anlama noktasında ne denli önem arz ettiği aşikar olmaktadır. Güngör’e göre insan ve hayata dair romandan öğrenilenler, kesinlikle ilmî çalışmaların ortaya koyduğu tezlerden daha kıymetsiz değildir. Bilakis, daha muteberdir çünkü romanın ihtiva ettiği “birey” mahiyetindeki kahramanlar, ilmî tezlerin ortaya koyduğu kuramlara nazaran canlı kanlı olması itibarıyla bize daha yakındır. Çünkü romanda teori ve bilgi odaklı mücerret birtakım kavramlar değil, tüm insaniliğiyle adeta ete kemiğe bürünmüş müşahhas kahramanların eylem ve yargıları söz konusudur.
Bu noktada Avrupa’da gelişen sanat eserlerinin bütününe sirayet eden başlıca temalar ile Batı medeniyetinin ana kaynakları arasında sıkı bir bağ olduğunu ifade eden Erol Güngör, bu bağın esas itibarıyla din yani Hristiyanlık merkezli olduğunun altını çizmektedir. Burada dinden anlaşılması gereken şey, fıkhi ve itikadi bir altyapı değil, medeniyet tarihinin yüzyıllar boyunca inşa ettiği kültürel ve zihnî müktesebatın entelektüel mecrada bilfiil karşımıza çıkan bir tezahürüdür. Bu bağlamda ortaya konması gereken en önemli hususlardan birisi, medeniyetlerin din vesilesi ile kurulmuş olduğu fikridir. Kültürü oluşturan etken ise kavimdir. Dolayısıyla parçalı bir şekilde hayat bulan kültürler birleşerek medeniyetleri meydana getirmektedir. Kültürleri medeniyet başlığı altında birbirleriyle bütünleyen ve adeta bir tutkal görevini ifa eden temel unsur ise dindir. Zira Ziya Gökalp, bu durumu Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak ve özellikle Türkçülüğün Esasları adlı eserlerinde hars ve tezhip kavramlarından hareketle teferruatlıca izah etmektedir. Rahmetli Güngör, din kurumunun medeniyet kurucu rolü ile üstlendiği bu mahiyetin farkında olduğundan, medeniyetin en önemli unsuru olan sanat alanını dinden ayrı düşünmemektedir çünkü Batı medeniyetinin inşasının ve halihazırda devam eden mevcudiyetinin altında yatan temel motivasyon kaynağı da sanat ile din sahasının ayrı düşünülmemesinden mülhem olduğunun bilincindedir.
Batı romanının gelişim sürecine bakıldığında François Rabelais’nin Gargantua’sından başlayıp bugünün postmodern romanlarına kadar zaman içerisinde Avrupa’nın küçük büyük pek çok romancısı, eserlerinde insana dair problemleri Hristiyanlığın geliştirdiği teolojik mahiyet kapsamında işlemiştir. Bunların bir kısmı insanın varoluşsal macerasını Hristiyanlık akaidi açısından ele alırken bir kısmı da Hristiyanlığın insan odağında gelişen bu meselelere getirdiği çözümlerin tartışılması temelinde kaleme alınmıştır. Örneğin Rus edebiyatının en önemli iki yazarı olan Dostoyevski ve Tolstoy’un eserleri ele alındığında ya da Fransız romantizminin zirve isimlerinden olan Victor Hugo’nun ve yine realist romanın öncülerinden olan Gustave Flaubert’in romanlarına bakıldığında, kurmaca yapı içerisinde tasvir edilen kahramanların ilk bakışta gerek varoluşsal gerek dünyevi birtakım gayelerin peşinde oldukları hissi oluşsa da aslında ihtiva ettikleri beşerî çatışmalar itibarıyla bizzat Hristiyanlık eserleridir. Zira bu romanlarda aş, hayat-ölüm, ruh-beden, kader-hürriyet, günah-kurtuluş, suç-ceza, evlilik-fuhuş, savaş-barış gibi ikili karşıtlıklar işlenirken daima Hristiyanlığın ana temaları etrafında bir seyir takip edilmiştir.
Erol Güngör’ün bu noktada yazarların hüviyetlerine dair mühim bir tespiti vardır. Söz konusu yazarları romancı kılan esas unsur, onların Hıristiyan olmaları değil, Hristiyan bir kültür mecrasında yetiştikleri için bu mecranın ortaya koyduğu perspektifleri kullanmış olmalarıdır. Böylece “insan” mefhumunu, derin hatlarını kapsayacak şekilde ve hem epistemik hem de ontolojik mahiyetler ile temellendirilmiş bir şekilde irdelemeye çalışmışlardır. Üzerinde durulması gereken bir başka önemli husus da romanın hüviyeti ile ilgilidir. Çünkü bizzat romanın kendisi dahi bir tür olarak doğrudan Hristiyanlık kaynaklıdır. Çünkü romanın ihtiva ettiği “birey” kavramı edebiyat içerisinde, herkesin malumu olan rahip karşısında günah çıkarma ritüelinden mülhem olarak ortaya çıkmıştır. Bunun altında yatan temel etken, insanın dış dünyasından ziyade iç dünyasını muhatap alması ve kendisiyle adeta hesaplaşmaya girmesidir. Kültür tarihimizin büyük münevverlerinden olan Ahmet Hamdi Tanpınar meşhur XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde Türk edebiyatında romanın edebî muhitlere geç gelmesinin sebebini medeniyet tarihimizde ve inanç dünyamızda günah çıkarmak gibi bir ritüelin olmamasını neden olarak göstermektedir.
Avrupa’da sanat ve edebiyatın Hristiyanlık dışında gelişen hatta ona karşı çıkan örnekler de elbette mevcuttur. Fakat bu örnekler bile Hıristiyanlık kültüründen ayırt edilemeyecek kadar dinî rabıtalar ile iç içedir. Hatta o kadar ki dinin aleyhine kah felsefe kah bilim adına yapılan eleştirilerin dahi Hristiyanlığın toplumsal zihinde oluşturduğu şemalardan kurtulamadığı görülmektedir. Egsiztansiyalist felsefenin kurucu otoritelerinden olan Friedrich Nietzsche, Emil Durkheim, Jean Paul Sartre, Albert Camus’yü ve sosyalist materyalizmin kurucusu olan Karl Marx’ı bu kategoriye sadece birkaç örnek olarak dahil etmek pekala mümkündür. Zira Erol Güngör, özellikle Marx ile ilgili olarak onun, Das Kapital’de tasvir ettiği mutlu komün hayatı tasavvurunun tamamen Kitâb-ı Mukaddes kaynaklı olarak bir zamanlar kovulduğu cennete tekrar ulaşmayı arzu eden insanın varoluş serüveninden mülhem olduğunu ifade etmektedir.
Tüm bu değinilen meselelerin bizi ilgilendiren cephesine dair ise Güngör, Türk kültür hayatının cumhuriyete kadar olan sürecinde Batı’nın zihin yapısı ile Hristiyanlık arasında var olan söz konusu irtibata benzer bir şekilde Türk zihin yapısı ile İslamiyet arasında kuvvetli bir bağın olduğu, buna mukabil cumhuriyet ile söz konusu bu bağın koptuğu, İslami referansların Türk kültür hayatından tasfiye edildiği kanaatini taşımaktadır. Zira Erol Güngör Türkiye’nin tam da bu sebepten ötürü mevcut şartlar içerisinde hiçbir kültüre ait olmadığını ifade etmektedir. Güngör’e göre cumhuriyetin ilanına kadar gelen süreçte ortaya konan eserler ve dile getirilen fikirler İslam kültür ve medeniyet dairesine ait olduğumuz fikri genel olarak kamuoyu tarafından benimsendiği için söz konusu kültür mecrası dahilinde vücuda getirilmiştir. Zira Türkler onuncu asırdan itibaren ortaya koyduğu her eseri İslam medeniyet dairesi içerisinde bir yere oturtmuş ve kültürel aidiyetlerine meşruiyet kazandırmışlardır. Bu vaziyet Batılılaşmanın ve dolayısıyla modernleşmenin resmî devlet politikası haline getirildiği Tanzimat döneminde ve bir sonraki aşamayı teşkil eden meşrutiyet dönemlerinde de karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin Namık Kemal, İngiltere’de bulunduğu zamanlardan mülhem zihninde tartıştığı “parlamento” fikrinden hareketle gündeme getirdiği demokrasi kavramını İslam geleneğinde bulunan istişare, meşveret ve icma-ı ümmet fikri ile bağdaştırmaya çalışmıştır. Meşrutiyet döneminin en aykırı fikir adamlarından biri olan Abdullah Cevdet ise Charles Darwin’den hareketle savunduğu tekamül nazariyesini, vahdet-i vücut fikrine sistematik bir mahiyet kazandıran büyük mutasavvıf İbn Arabi’nin görüşlerinden destek bularak şekillendirmiştir. Dikkat edilecek olursa her iki örnek de modernleşme gayesiyle ele alınmış ve tartışılmış fikirlerdir. Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde ise Erol Güngör’ün bir başka eserindeki ifadesi ile din, modernleşme yolundaki en büyük engel olarak adeta modernleşme yolunda bir tehdit olarak görüldüğü için tasfiye edildiğinden, din ile birlikte müşterek kültür, estetik bilinç, medeniyet algısı ve toplumsal muhayyile de akamete uğramıştır. Güngör’e göre halen daha Türkiye’de ortak bir kültürün olmamasının yanı sıra Türkiye hiçbir medeniyet dairesinin üyesi de değildir. İslam medeniyet dairesinde olmadığı gibi toplumsal kodları itibarıyla Batı medeniyetine de dahil olamamıştır. Net olarak ait olduğu ve temsil ettiği bir medeniyet dairesi olmadığı için de bu varoluşsal ve hayati eksiklik ülkenin sanat anlayışına da sirayet etmiştir. Konumuz gereği bu mahrumiyetin hissedildiği en önemli alanlardan birisi edebiyattır. Özellikle de roman türünde…
Bugün halen daha Avrupa’da, Hristiyan kültür ve medeniyetinin ortaya koyduğu temel referanslar üzerinden şekillenmiş roman türü, Türkiye’de Tanpınar’ın Huzur romanı gibi birkaç münferit örnek dışında ekseriyetle, fikirlerin, değer çatışmalarının, beşerî hususiyetlerin ve millî olması gereken estetik sezgilerin bilhassa Batı’dan ithal edilmesi suretiyle sürdürülmektedir. Böylesine estetik bir kısırlığın kendine gelişme ortamı bulmasının altında yatan birincil etken ise cumhuriyetin ilanı ile devletin modernleşmeye verdiği kıymetin çağdaşlaşmaya aynı oranda verilmemesidir. Zira modernleşme ile çağdaşlaşma birbirinden farklı hususiyetlere sahiptir.
Modernleşme, bünyesinde salt formu ve şekli barındırırken çağdaşlaşma yerelliği ve bilinci kapsamaktadır. Modernleşme ne kadar dışa yönelik ise çağdaşlaşma bir o kadar içe yöneliktir. Cumhuriyet aydınları Batı odaklı ilerlemeciliği (terakki) ekseriyetle modernleşme olarak algılamış, bu durum da yerelliği ve toplumsal bilinci ihtiva eden çağdaşlaşmayı ihmal etmişlerdir. Bu süre de Hilmi Yavuz’un altını önemle çizdiği bir vahameti ortaya çıkartmış; cemiyet kendine yabancılaşarak ekseriyetle oryantalistleşmiştir. Ahmet Muhittin, 1921 yılında kaleme aldığı Modern Türklükte Kültür Hareketleri adlı doktora tezinde Tanzimat’tan itibaren süre gelen bu sürecin akıbetini çok erken tarihlerde tespit etmiş ve söz konusu zihinsel durumu Almanca selbstentaeusserung (kendinden vazgeçme) kelimesi ile ifade etmiştir. Bryan Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam başlıklı kitabında yaptığı tespitte de manzaranın izahında oldukça açıklayıcı bir mahiyet taşımaktadır.Batı’nın emsalsizliğini vurgulamak için Doğu ile farklılığının altını çizen Turner, bu farklılığın oryantalist söylemde Doğu’nun statikliğinde, değişmezliğinde temellendiğini ifade etmektedir. İşte bu değişmezliğin, statikliğin hatta gerilemenin asıl sebebi İslam’dır. Erol Güngör, tam da bu bağlamda bizim genel olarak sanat dünyamızda olduğu gibi edebiyat dünyamızın zihninde de Turner’ın ifade ettiği tarzda bir İslam algısı yerleştiği için modern Türk romancıları İslam ile aralarına mesafe koymuşlardır.
Erol Güngör’ün roman özelinde edebî ürünlerin İslamileşmesinden kastı, eserlerin birtakım fıkhi, itikadi ve din büyüklerinin yaşam hikayelerine dayalı menkıbevi konuların işlenmesi değildir. Onun kastettiği mesele, edebî ürünlerdeki beşerî çatışmaların ve “insan” mefhumunu algılama tarzının, İslam geleneğinin yüzyıllar içerisinde temellendirdiği ve sistematize ettiği ahlak ve değer nazariyeleri kapsamında şekillenmesidir. Türk romanı, Güngör’e göre tutarlı, geleneksel referansların ışığında temellendirilmiş, millî, kendi topraklarına ve insanına yabancılaşmamış bir ahlak ve değer eylemi bilgisi içermelidir. Zira ahlak eylemi, ancak o eylemin sahibi olan insanın dinamik hayatı içinde mana kazanır. Keza “ahlak”, salt olumlu değer ve davranışlar üzerine inşa edilmiş bir mefhum değildir. Terry Eagleton, ahlak mefhumunu sadece doğru davranış olarak değil, davranışın kendisiyle ilgili bir mevzu olduğunu belirtmektedir. Güngör’ün romanda ahlak meselesine getirdiği yorum da aynı mahiyettedir. Mevzu, romanda salt olumlu, doğru davranışların işlenmesi değil, ahlakı bütünüyle ele alan, bunu yaparken de medeniyet nazariyesini kendine referans olarak seçen bir tavrı sergileme erdemini göstermektir. Burada önemli olan husus, şayet romanda ahlak yüceltilmek istenmiyorsa bile onu, realiteye aksettiği haliyle kavramak gerektiğidir. Romanı millî yapan husus tam da budur. Tıpkı Batı medeniyet dairesinde kaleme alınana anlatı türündeki eserlerde olduğu gibi, yüzyıllar içerisinde musikisiyle, mimarisiyle, felsefesiyle, edebiyatıyla ve hayat nazariyesiyle bir medeniyet inşa etmiş olan İslam’ın insanı tanıma ve anlamlandırma temelindeki fikrî referansların kurmaca bir ürün ortaya konarken ötekileştirilmemesi, göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Türk romanı ancak bu şekilde kurgudaki ve “insan” nazariyesindeki mekanik kısırlıktan kurtulma imkanı bulacaktır.
Böyle bir çığırın genel mahiyette gerçekleşecek bir fikrî uyanış içinde açılabileceğini ifade eden Erol Güngör, son yüzyıldaki modernleşme çılgınlığının henüz dejenere edemediği hayat kesimlerinde İslam’ın bütün canlılığıyla yaşamakta olduğunu, üst üste yığılan kül tabakaları aralandığında, Türk kültür hayatında İslam’ın medeniyetinin bir kor halinde yattığını belirtmektedir. Zira bütün mesele sanatçı aydınların İslam medeniyetine yönelmekle kendilerine açılacak zenginlikleri fark etmelerinde yatmaktadır.
Milli Mecmua-Erol Güngör Özel Sayısı, Sayı:12, Ocak-Şubat 2020
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.