Saat, sabahın dördünü bir dakika geçmiş…
Ölümün şehrinize, yurdunuza çökeceğinden, içine sıkıntı ya da umut veren bütün o canlılık kesitlerinin hükümsüz kılınacağından bihabersin.
Yaşamın menzili birazdan sonlanmak üzere…
Ama bunu bilmeden hayallerine, acılarına, günlük rutinine ya da belki buluşulacak bir sevgiliye, belki de ödenecek bir borca, belki de kızına alacağınız bir hediyeye kafan takılmış.
Sabahın dördü, bir iki dakika daha kazanırken olabileceklerin ağırlığı ya da hafifliği yüreğine işlemekte…
İşlerken şu his de eşlik ediyor sana: Gün doğacak, güneş seninle olacak…
Ne gün kimsesiz ne de siz… Ne güneşin insanı saran sıcak dokunuşu ne de soğuğun aceleci ısırıkları kimsesiz…
Hepsini duyan biri var çünkü…
O sensin, o sevdiklerin hatta belki o kadar da hoşlanmadıkların ya da anlaşamadıkların…
Saniyelerin geçtiğini hissederken yana yana sevdiklerin, ömrünü adadıkların belki yan odada, belki hemen koynunda ya da bir gün koynunda olmanın hayaliyle şehrinin bir diğer ucunda…
Yarını paylaşacağın o insanlar, o beklentiler, o kaygılar…
Sokağının köşesinde sana koşan kediler, köpekler…
Kutsal olanların onlar senin…
Simon Weil demiyor muydu, canlılığın sahip olduğu her şey onun kutsallığıdır.
Bakışların, onların yöneldiği ve şahsiyetini teşkil eden o insanlar, hayallerin, hayal kırıklıkların, onlara dair düşüncelerin ya da işine, okuluna kalkarken attığın adımların…
Günü karşılamak için yüzüne çarptığın o su…
Olmuş ya da olabilecek yenilgilerin…
Mutlulukların, bazen de öfkelerin…
Sana dokunan, içine işleyen, seni koruyan her şeydi senin kutsallığın.
Kutsallığın, yani senin kimsesizliğini imkansız kılan her şey…
Bazen anımsadığın bir çift göz, akıp geçen hayatına eşlik eden, onu anlamlı kılan…
Kutsallığın yani sıcaklığını duyduğun o yuva…
Saat sabahın dördünü beş geçmiş, çok mu düşündün yine… Sabah yapılacak şeyler var. Belki eşin, belki sevgilin, belki kızın ya da oğlun için…
Bu saat, ne günahlarını düşünmenin ne hasrete düşmenin vakti, çok sürmez, gün doğacak…
Yine de biraz zaman var, az daha uyumanın, yuvanın sıcaklığını hissetmenin tadı başka değil mi, her şeye rağmen…
O his, farkında olmasan da senin kutsallığın…
Kimsesiz olmadığının kanıtı… Her şeye rağmen…
Uzandığın yatağına, saat sabahın dördü, altıncı dakikayı vurmak üzere…
Kimsesizlik vurdu seni, hayallerini, öfkelerini, yaşadığın şehri, konuştuğun kelimeleri…
Ölüm, o hissettiğin kutsallığı tarif eden bütün isimleri alıp götürdü.
Gün doğmadı, güneş dokunmadı sana…
Haksızdı. Bütün ölümlerin en haksızlarından…
Yuvanda buldu seni…
Yuvalarında buldu sevdiklerini…
Yurdunun dört bir yanından insanlar senin kimsesizliğine uyandı, seni kimsesiz kılmamak için çırpındı…
Elindeki, avucundakiyle sen kimsesiz hissetme diye yola koştu.
Ölümün bozduğu yolları aştı.
Senin gibi olan, adlarını, mizaçlarını bilmediğin insanlar seni o kimsesizliğinden kurtarmak için…
Hiçbir kelimenin anlatamayacağı o kimsesizliği duymaman için… Hiçbir kelimenin gösteremeyeceği bir şiddetle sana sarılmak, yuvanın tozlarının rengine dönüşmüş elini tutmak için…
Seni kimsesiz kılmamak istedik…
Gözyaşlarımızın sana su veren bir damla olmasını istedik…
Ne kadar yapabildik, seni o kimsesizlikten ne kadar kurtarabildik, bilmiyorum.
Ama ölümün seni kimsesiz kılmasını dilememiştik…
Affet bizi kimsesiz kız çocuğu…
Affedin kimsesizliğin yarasıyla bizi terk eden sevgililer, eşler, babalar, anneler, çocuklar…
Kimsesizliğiniz yaramız…
O yara vatanımız, kimsesizliğiniz yurdumuz…
Öyle de kalacak…
Saat, yüreğimizin bir kenarında sabaha karşı dördü altı geçiyor artık. Nefes aldıkça da öyle olacak…
Adaletle olacak…
Affet bizi kimsesiz küçük kız çocuğu…
Sen bizim yarımızsın, yaramızsın, vatanımızsın.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.