Türkiye’de aktüel milliyetçilik, toplumsal ve siyasal zihniyetin kodlarını yansıtan vasat bir numune olarak tüm siyasal fay hatlarında oldukça sık rastladığımız birtakım sıkıntıları bünyesinde barındırıyor.
Tüm bunları temelde üç ana hatta toplayabiliriz: Slogan ve sembollerle düşünmek ve eylemek, evrensel bir katma değer üretememek, ahbap çavuş ilişkisinden türeyen yerleşik patronaj ilişkisine yaslanan siyasi kimlik ve menfaat.
Bu sıkıntıları bünyesinde barındıran tek siyasal kimlik milliyetçilik ve siyasi temsilleri değil aslına bakarsanız; memlekette hangi siyasi cepheye yüzünüzü çevirseniz slogan ve sembollere hapsolmuş bir radikalizm, tüm ötekilere karşı yıkıcı bir siyasi tahakküm arzusu, ulusal ve evrensel bir katma değer yoksunluğu ve ahbap çavuş ilişkisiyle yürüyen kimlik krizlerini görebilirsiniz.
Tüm bu siyasi yelpazeyi esir alan öznel ve ortak bir kültürel zihniyetimizin olduğu aşikar hatta bu zihniyet tahakkümünün sebeb-i hikmetinde hayatı saran kolektif koşulların hepimizi icbar ettiği belirli nesnel gerçeklikler de muhakkak var.
Milliyetçiliği farklı kılan, bugün içinde bulunduğu aktüel ittifak itibarıyla devlet gücünü herhangi bir muhalefet şerhi düşecek kurumsal yapıdan azade biçimde elinde barındırmasıdır. Bu durum dolayısıyla vatandaşı doğrudan devlet eliyle icra edilen bir “ahbap çavuş milliyetçiliği” kriziyle baş başa bırakıyor.
Ahbap çavuş kapitalizmi kavramından hareketle bir uyarlama yaparak milliyetçilikle ilgili bu çıkarıma vardım. Zira “ahbap çavuş” sıfatı hukuki güvenceden yoksun her türlü keyfî partizan politikanın kamusallık kazanmasında olduğu gibi milliyetçiliği de keyfî partizan bir siyasi krize; müphem, tanımı ve temsili belirsiz öngörülemeyen bir karaktere büründürüyor.
Milliyetçi aktüel tecrübe ve iktidar politikaları neredeyse hukuk temelli milliyetçilik tanımına savaş açmış gibi görünüyor. Ahbap çavuş milliyetçiliği tanımından ben tam da bu “siyasi keyfiliği” hedefleyerek hareket ediyorum. Zira ortada partizan kimlik dağıtımı, partizan menfaat dağıtımı, partizan patronaj ilişkileri ve partizan hukuksuzluğun kesişim kümesi var. İşte ahbap çavuş milliyetçiliği, bu kesişimin merkezindeki ideolojik motivasyon oluyor.
Cumhuriyet tarihinde sıkça yaşadığımız gibi milliyetçiliğin otoriterleşmesi, devletçi bir karakter kazanması ve bu devletçi milliyetçiliğin keyfî bir nitelikle hukuki güven ortamını kaybetmesi sorunuyla yine karşı karşıyayız.
Modern milliyetçilik, Türk siyasal hayatında modernleşme serüvenimiz ile beraber devlet eliyle varlık kazanmış bir kavram. İttihat Terakki’den Kemalizm’e, çok partili hayattan günümüze kadar milliyetçiliğin bizde devlet dışında bir imkan alanı ne yazık ki olmadı.
Milletin ve milleti oluşturan burjuvazi komünlerin sosyal, siyasi, iktisadi ve hukuki çıkarlarını muhtelif keyfî ve tahakkümcü otoritelere karşı savunmakla başlayan Kıta Avrupası milliyetçiliği gibi tarihî bir süreç bu topraklarda maalesef yaşamadık.
Bizler tarihten bu yana bu topraklarda ancak devlet eliyle sınırları belirlenen, devletin müsaade ettiği ölçüde komünlere menfaat temin edebilen, devleti ele geçiren politik zümrenin çıkarlarıyla uyumlu bir cemaatçi/partizan milliyetçilikten söz edebiliriz.
Milliyetçiliğin bu topraklarda milletin kamusal çıkarları lehine doğrudan kazanılmış bir yarar üretmesini beklemek bugünlerde de oldukça güç görünüyor. Gelecekte de gerek sosyal ve siyasal dinamikler gerekse hukuki ve iktisadi dinamikler bizde bu devletle entegre milliyetçilik ilişkisini kıracak güçte ne yazık ki görünmüyor.
Bugün yaşanan tecrübede ancak slogan ve sembollere hapsolmuş hatta yıkıcı bir siyasi tahakküm arzusuyla birleşmiş, bırakın evrensel bir katma değer üretebilmeyi, milletin ulusal katma değeri bile doğrudan gündeminde olmayan, siyasi olarak makbul vatandaş ve hain vatandaş ayrımıyla keyfî partizan bir skalaya dönüşmüş keyfî bir “devletçi milliyetçilik”ten söz edebiliyoruz.
Jürgen Habermas, anayasal yurtseverlik kavramında yani bizdeki çağrışımıyla hukuki güvencesi olan milliyetçiliği tanımlarken oldukça sade ve kimlikler üstü bir mutabakata vurgu yapıyordu: Vatandaşların tamamının kamusal menfaatten eşit biçimde yararlandırılmasına dayanan politikalar.
Liberal endişeyle veya sosyal demokrat ya da muhafazakar kaygılarla belirli politikalar üretilse de tüm bu kapsayıcı milliyetçi metot sayesinde herkes nihayetinde milliyetçilik şemsiyesi altında toparlanabiliyordu.
Ben, milliyetçilik üzerine yapılan onca tanım ve yorum arasında “ortak vatandaşlık ve kamusal menfaat” endeksli bu milliyetçilik tanımlamasını en serbestiyetçi, en güvenilir ve en kapsayıcı milliyetçilik olarak görenlerdenim. Zira bu tanım, her türlü ideoloji, inanç ve ahlaki kümeler arasında sosyal-siyasal bir krize imkan tanımaksızın herkes için ortak endekslere dayanan hukuk, refah, demokrasi gibi ulusal fayda endişelerini taşıyor.
Ne var ki bu kapsayıcı milliyetçiliğin kitapta yazıldığı gibi siyasi hayata geçmesi pek mümkün değil. Kapsayıcı ve serbestiyetçi bir milliyetçilikten keyfî ve otoriter bir milliyetçiliğe son on senedir inkar edilemez bir kayış var. Hayatın bütünüyle keyfileştiği ve otoriterleştiği bir dönemde milliyetçilik de bundan nasibini alıyor ve hatta sürecin en önemli aracı haline gelebiliyor; bu anlamda faturayı milliyetçiliğe kesmek de pek anlamlı görünmüyor.
Habermas’ın bu iyimser tezinin elbette kitaptan hayata taşınması oldukça güç. Teoriyle pratik arasında ciddi bariyerler söz konusu. İnsanın bireysel keyfiliği ve menfiliği, kolektif aidiyet ve mensubiyet temelli sübjektifliği, kayırmacı partisel kimliklerden ortak vatandaşlık temelli kimlik ve kolektif kamu yararına geçişteki zemin yitimi ve nihayet bizlerdeki çaresizlik-imkansızlık hissi.
Keyfî bir partizanlıktan tüzel ve bürokratik devlete geçişte nasıl türlü zemin kaymalarına ve lokal kayırmacılıklara rastlıyorsak insanın sübjektif bireysel faydasından vatandaş temelli nesnel kamu yararına geçişte de benzer bir zemin yitimi ve keyfilikle karşılaşıyoruz.
Tüm bu zemin yitimi halinde bir anda vatandaş faydası, cemiyet yararı ve liyakatli devlet ortadan kalkıyor; keyfî ve sübjektif insan, insanın cemaat aidiyeti ve parti mensubiyeti ve bütün bunların ortak alana menfi bir kayırmacılıkla taşınması karşımıza çıkıyor. Tüm ilişkilerin ana belirleyeni ansızın bu dinamikler oluveriyor.
Evrimsel politik tecrübeye bakacak olursak, bütün bunlar olmasın diye hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı ve kurumların sürekli denetimi gibi bir yol bulmuş insanoğlu ancak tüm bu kavramlara ve kurumlara bağladığımız umudu hesaba kattığımızda bütün bu denetimsel sürecin de yine insandan müteşekkil olduğunu ve müşahhas insan eliyle deformasyona açık olduğunu sanırım unutmuş gibiyiz.
Daron Acemoğlu meşhur best seller kitabı “Ulusların Düşüşü”nde vurguladığı “kapsayıcı kurumlar” teziyle ne yazık ki bu yıkıcı gerçekliği ihmal etmiş görünüyor.
Kurallar, kurumlar ve denetimler gibi tüm bu süreçler de elbette insandan ve insanın bozulmaya teşne hallerinden bağımsız değil. Nihayetinde bu denetimi yapacak kişiler de insan ve onların da bu keyfî ve kayırmacı süreçten beri kalması neredeyse imkansız.
Her ne olursa olsun, yine de tüm bu evrimsel politik sürecin bireysel olarak büyük bir vatandaş faydası, cemiyet namına belirli bir kamu yararı ve görece liyakatli devlet bürokrasisi ortaya çıkmasına yardımcı olduğu da inkar edilemez.
Tüm bunlar aslında bana Sigmund Freud’u hatırlatıyor. “Uygarlığın Huzursuzluğu” isimli kitabında Freud; ilkel hayattan medeni hayata geçiş için id temelli arzularımızdan, dürtülerimizden, tutkularımızdan görece vazgeçmek zorunda kaldığımızı; bunun yerine süperego temelli toplumsal ahlaki endişelerimizi ve kolektif kamu etiğini ikame ettiğimizi söylüyordu.
İlkel hayatı terk etmek ve medeni bir hayata doğru ilerlemek adına insanlık olarak çıktığımız bu yolda, karşımızdaki en büyük sorun elbette id-süperego arasındaki bu gerilimden doğan ve bireysel-kolektif ego analojisiyle toplumsal davranışlarımızda ortaya çıkan huzursuzluk ve çatışmaydı.
Tüm bu evrimsel sürecin esas belirleyeni buydu; ilkel hayatın temsili olan id ve medeni hayatın temsili olan süperego arasındaki mezkur çatışmada insanlık kolektif egosuyla ve toplumsal davranışlarıyla ilerlemeyi seçmişti.
Son dönemlerde yaşanan tüm bu sosyal ve siyasal gerileme sürecini göz önüne alırsak bugün tam tersi bir gidişatın başlangıcıyla karşı karşıya olabiliriz. Medeni hayat yerine ilkel hayata, süperego yerine id’e dönüş; tüm dünyada muhtelif toplumsal reflekslerin adeta kolektif birer ego savunmasını andıran keyfî ve otoriter milliyetçilik yanlısı tutumlarıyla bize işaret ettiği şey aslında tam olarak budur.
Neredeyse tüm dünyada kayırmacılık, keyfilik, denetimsizlik, otoriterlik ve popülizm yükseliyor; kurallar, kurumlar ve müesses nizamlar çöküyor.
Elbette tek sorumlu bu progresif medenileşme sürecine başkaldıran insanlar ve toplumlar değil, kurallar ve kurumlar temelli neo-liberal demokrasi ve hukuk devleti nosyonunun aslında progresif bir medeni hayat yanılsamasına sebep olduğunu ve esasta müesses nizam sahibi elitlerin keyfî ve menfi ilişkilerini kamufle ederek insanlığı ve toplumsallığı, bireysel fayda ve kamu yararını örselediğini de görmezden gelemeyiz.
Ortada evrensel insan hakları ve evrensel kamu etiği çökmüş, tüm dünyada yoksulluk, düzensiz göç ve güvencesizliği artmış hatta gönüllü köleliğe bağlanmış bir işleyiş var ve bu işleyişin uluslarda yarattığı travmatik bagaj artık inkar edilemez düzeye geldi.
Otoriter muhafazakar-milliyetçiliğin yükselişinin sırrını da bu huzursuzluk ve çatışmada aramak gerekiyor. Toplumlar müesses nizamlara karşı kendi bireysel fayda ve kolektif yararını tekrar id ve ilkel hayatın parametrelerine dönüşte arıyor; “paternalist bir milliyetçilik” ve “patrimonyal bir devletçilik” ise ancak bu sürece araç olacak bir yöntem olarak beliriyor.
Sonuç olarak, yaşadığımız son süreçte milliyetçiliğin keyfî ve otoriter bir formda gerek ulusal gerek küresel düzeyde yükselmesi aslında şaşırtıcı değil. Medeni hayattan ilkel hayata doğru adımları giderek hızlanan insanlık için bu keyfî ve otoriter milliyetçilik adeta sihirli bir araç olarak kullanılıyor. Tüm bu sürecin faturasını milliyetçiliğe kesmek yerine insandan, koşullardan, hayattan, gerçeklikten ve tüm bunların milliyetçiliği de yıkıcı biçimde dönüştürdüğü yapısal süreçlerden söz etmek çok daha anlamlı olabilir.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.