Wilhelm Reich, şimdilerde unutulan basit bir ayrımı gündeme getiriyordu.
Malumunuz, ayrım yapmanın önemsizliğe itildiği bir güncellikte basit olanı, esası teşkil edeni karmaşıklaştıran anlatımlar, söylemler ve klişeler asli malzemelerdir.
Öyle ki bir noktadan sonra elimizde dayanacak herhangi bir zemin kalmaz. Postmodernizm denen zihin bunalımı da zaten böyle bir şeydir.
Gelelim Reich’ın basit ve esas teşkil eden ayrımına: Küçük ve büyük adam…
Bu ayrım, şaşırtıcı derecede basittir: Reich’ın sözleriyle,
“Bir zamanlar çok küçük bir adam olan büyük adam, yalnızca tek bir özellik geliştirmişti: nerede küçük ve dar düşündüğünü ve davrandığını bilmek!”
Yani büyük adam, küçüklüğünün farkında… Onu ne zaman, nerede ve nasıl açığa vurduğunun ya da buna dair ihtimallerin idrakinde biri…
Küçük adamın yoksun olduğu şey tam olarak küçüklüğüne dair bu kavrayış:
“O, bir güç ve büyüklük yanılsamasıyla, kendi küçüklüğünü ve darlığını saklıyor. O, kendisiyle değil büyük generalleriyle gurur duyuyor. O, kendisinin olmayan düşüncelere hayranlık duyar (…). En az kavradığı şeylere en fazla inanır”.
Jose Ortega ya da Castoriadis gibilerine sorsanız Reich’ın “küçük adam” figürü tam anlamıyla başkasını üstlenerek yaşayan ve bununla gurur duyan biridir. Bakışını, görme ve duyma biçimlerini üstlendiği o başkasının vasıtasıyla oluşturur ve ona hayranlıkla bağlanır.
Thomas Bernhard’ın hayran olmakla saygı duymak arasında çizdiği ayrımı hatırlamak gerekiyor bir parantezde: Hayran olmak küçük iştir, saygı duymak için anlamak gerekir.
Bernhard’ın ender sevdiği isimlerden olan Wittgenstein’a göre ise böyle bir adam, düşündüğünü sanarak bakmayı unutur: “Düşünme, bak!” önermesini ters yüz eder.
Reich devam eder küçük adama seslenerek:
“Seni köleleştiren yine sensin. Bunda senden başka kimsenin suçu yok. Başka hiç kimsenin diyorum”.
Çünkü küçük adam, kendi bakışının ve eyleminin sorumluluğunu alma kaygısını gereksizleştirmiştir. Hayatını ve görüp duyma biçimlerini de bu gereksizlik üzerinden haklılaştırır.
Eichmann’lar Kapışması
Tuhaf olan şu ki bu cümleler tam olarak Hannah Arendt’in Eichmann hakkındaki şu saptamalarını doğrular niteliktedir.
Arendt için Eichmann’ın en belirgin niteliklerinden biri, kendi cümlelerini onları bir klişeye çevirecek kadar tekrar etmesidir.
Öyle ki klişeleşecek denli bir tekrara dayalı konuşma aslında düşünme yetersizliğinin göstergesi… Eichmann, başkalarının bakış açılarına göre de düşünebilecek bir kapasiteden yoksundur, bu kapasite aklının ucundan bile geçmemiştir.
Bu yetersizliğin gölgesindeki gerçekliğe başkalarını göz ardı edecek bağlılık, Arendt’in deyimiyle güvenilir bir zırhtır ve bu, yalan söylemekten daha tehlikeli bir olgudur.
Dolayısıyla Eichmann prototipi tam olarak Reich’dan Wittgenstein’a kadar çizdiğimiz portreye uygundur, diyebiliriz.
Çünkü Eichmann, kendi konumunu sorgulayacak bir iç görüden, kendisiyle mesafe kurma kaygısından ve farklı bakış açılarını gündeme getirecek bir akıl yürütmekten tamamen yoksundur.
Theodor W. Adorno açısından, bu durum şeyleşmiş bilincin ifadesidir: Şeyleşmiş bilinç bizi, kendi koşullarımız üzerine düşünme yetisinden alıkoyar, körleştirir.
Şeyleşmiş bilinç, bu körleşmeyi tercih ederken var olan her şeyi mutlak kabul eder ve mutlak kabul ettikçe kendi körlüğüne sığınır.
Bu körlüğün hükmünde paylaşılmış bir vasat vardır, herkesin gücü yettiği ölçüde kötülük yapmasında olduğu gibi…
Bu vasatın bir parçası olmamak ise “gerçekliği idrak etmemek” ithamıyla karşılaşır.
Paylaşılmış vasatın ayartıcılığında karşılığını bulan bu ithamı, Arendt’in deyimiyle “bir dişli” olmanın kişiye sunduğu kudret olarak kolaylıkla ayırt edebiliriz:
Klişelerin hükmünü, paylaşılmış vasatın gerçekliğini kabul etmeyeni yargılama hakkı…
Herhangi bir Eichmann için, edindiği bu kudret, ifadesini “kendini önemli hissetmek”te ve “sayısız kasedi dolduracak kadar” konuşabilmekte bulur.
Öyle ki Gilles Deleuze’ün vurguladığı üzere, böylesi biri söyleyecek bir şeye sahip olmadığı halde bile bir şey söylemek zorunda hisseder kendini.
Neden?
Reich’ın belirttiği köleleşmenin, muazzam körleşme eşliğinde sürmesi gerekir.
Kimsenin kendi konumunu sorguya tabi tutmadığı bir vasatta kendini tekrar eden klişelerin o dayanılmaz kibriyle boğarız birbirimizi.
İletişimi yitirdiğimiz gibi, bu kibrin yol açtığı kötülük üzerine konuşma kapasitemizi de yitirdik.
Çünkü bu dayanılmaz kibir, küçük adamın varoluşunun yegane dayanağı olarak, şeyleşmiş bilinçlerin gürültüleri şeklinde karşımıza hemen her boyutta çıkar. Politikadan tutun, özel yaşamlara kadar…
Kötülük Üzerine Konuşabilecek Durumda mıyız?
İster şeyleşmiş bilinç, ister köleliğe meftun küçük adam, isterse potansiyel bir Eichmann…
Kendi konumumuzu göz ardı etmek, söylediğimiz üzerine kafa yormamak, kelimelerimizi birer klişeye dönüştürecek kadar heba etmek düşünmeyi sevmemenin göstergeleridir.
Onu gereksizleştirecek şekilde ezberlerimizi tekrar etmektir.
Adorno’nun deyimiyle düşünmeyi sevmemek, yani tüm gerçekliğin net bir şekilde karşımızda olduğuna ikna olmuş bir ruh halinden ibaret olmak, bir süre sonra düşünmeyi becerememeye dönüşür.
Dikkat edilirse burada hem kendimizi hem de başka düşünceleri önemsizleştiren bir uğrak var.
Ezberlerin tekrarı, farklı duyumları gereksizleştirdiği gibi o duyum sahiplerini de gereksizleştirir ki insanın gereksizleşmesi olasılığı kötülüğün asli kaynağıdır.
Arendt’in dediği gibi, insanın gereksizleştirilmesi imkansız bir olgu gibi dursa da gerçekleştirildiğinde büyük katliamların önünü açan bir süreçtir.
Dolayısıyla ezberlerimizi tekrar edip küçük adamlıkta ısrar etmekle büyük katliamların arasındaki mesafe sanıldığı kadar uzak değildir.
Kaldı ki bu ısrarın gündelik görünümleri de söz konusu…
Örneğin ilişkilere dair ezberler ne mutlulukları heba etmiştir.
Çünkü ezberlerin kökeninde kabul edilmiş hesaplamalar söz konusudur. Gözden çıkarılanlar, korunacak olanlar neredeyse mutlak olacak şekilde faturalandırılmıştır.
İdrak edilmeyen bir kötülük mevzubahistir burada. Birbirimizi ezberlerimiz üzerinden terörize edebildiğimiz gerçeklik kırıntıları…
Jean Baudrillard, kötülükten söz etme hakkımızı yitirdiğimizi söylemişti.
Sebebini de iyilik söyleminin ardında gizlenen hesaplı kitaplı “yönetme” eğilimiydi.
Hesapların belli olduğuna ikna olmuş ve kendi hesabı üzerine durmaksızın konuşabilenlerin çağında “kötülükten” ne denli söz edebiliriz ki…
Gereksizlik mefhumuna bu açıdan bakmak gerekiyor.
Birini gereksiz hissettirmek ya da onu gereksizliğe mahkum etmek…
Bir kalp kırıklığıyla bir cinayet arasında derece farkı vardır, ikisi de kötülüğün farklı derecelerdeki görünümüdür.
Bir düşünelim, ne kadar Eichmann’ız?
Keza kişisel ilişkilerimizden tutun politik alana kadar birer Eichmann olma potansiyelini akılda tutmak medeni ilişkilerin kaynağıdır.
Uygarlığın erdemleri de onlara sahip çıkmayanlar oldukça birer masaldan ya da utangaç bir günah çıkarmadan ibarettir.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.