11:52 am Tarih, Yonca Gökalp

Sapkınlığın Gizli Tarihi-1

Suç, insan türünün özelliğidir ama her şeyden önce gizli özelliğidir.

Bataille

Bu yazı dizisini okuyanlar bireysel sapmalardan seri cinayetlerine, toplu politik kıyımlardan vahşi tıp uygulamalarına dek insan oluşun dehlizlerinde gezinip epey huzursuz edileceklerdir.

Ünlü kişilerin özenilen yaşamlarının aksine diyordu Foucault, temel olarak sapıkların yaşantıları adlandırılamaz, utanç verici, üzerinde durulmaya değmez, adı bile olmayan sefiller olarak kalırlar.[1] Söz konusu paralel ve anormal yaşantılar konuşulmaz, sadece lanetlendikleri zaman yankı uyandırırlar. Romanlarda, masal-mitlerde, filmlerde ya da biyografilerde sunulan bu kahrolası yaratıklar, bu yarı hayvan yarı insan yaratıklar üzerinde, düşünülmeyen bir büyülenmeyi de peşlerinde sürüklemişlerdir.

Bir zamanlar sapkınlık, sapıklıkla karıştırılarak en çok da Ortaçağ ve klasik dönemin sonunda,[2] dünyanın doğal düzenini bozan ve insanları kötülüğe iten, onları yolundan çıkarıp bozmakla kalmayıp aynı zamanda hakikatin ve iyiliğin üstünlüğüyle her türlü karşılaşmadan uzaklaştıran bir şey olarak görülürdü. Tüm insanlığı yok etmeyi kendine misyon edinen o kişi, şeytanla iş birliği yapmış, cani, şarlatan ya da suçlu olarak her şeyden önce çifte bir varlığa sahipti: Bir yandan şeytan kılığında tükenirken öte yandan bir iyilik idealine sahip olduğundan bunu her yok edişinde ustası ve celladı olan tanrıya bir atık/çöp haline dönüşmüş olan kendi vücudunu sunmaya çalışıyordu.

Fransızca sapıklık anlamına gelen “perversio” Latinceden yola çıkarak uydurulmuş olup ilk defa 1308-1444 arasında kullanılmaya başlar. Sapık sıfatına gelince ilk olarak 1190 yılında kullanılmış ve perversus ya da perversitas’tan türetilmiştir. Pervertere; tersine çevirmek, tersine döndürmek, içeriye yöneltmek aynı zamanda aşındırmak, kural dışına çıkmak, sıra dışı şeyler yapmak anlamına gelir. Birçok ad için tek bir sıfat olduğuna göre demek ki sapık, bir sapkınlığa ya da sapkınlığa dönüşmeye yani perversitas’a uğramış kişidir (Fransız Dilinin Etimolojik sözlüğü, 1964). (Emile Littre de iyiliğin kötülüğe dönüşümü, törelerin sapıklığı, bela, zulüm, sefahat olarak niteler).

Cinsel sapmalar birçok çalışmaya konu olmuş, sapmanın kendisi adlandırma, yapı ve sözcük olarak sadece psikanalistler tarafından incelenmişse de sapıkların kendileri ile bütünlüklü bir tarihi araştırma yapılmamıştır. Bu paralel ve anormal yaşantılar bilindiği üzere pek anlatılmaz ve genel olarak suç edimiyle ortaya çıktıklarında ya da lanetlendiklerinde yankı uyandırırlar.

Sapkınlık nerede başlar, sapıklar kimlerdir? Kavramlar sadece bireye mi aittir yoksa kültler, tarikatlar, çeşitli cemaat ve topluluklar da bu kategori için de değerlendirilebilir mi? Özgün tarihsel bağlamı içinde yanıtlamaya çalışacağımız temel sorular bunlar.

Tanrı otoritesi yerine bilimin, ruhun yerine organların, kötülüğün yerine tercihlerin çokluğu ya da yoldan çıkmanın geçtiği bir dünyada yaşasak da halihazırda sapkınlık sapıklıkla aynı anlama gelmekteydi ve hangi kılığa girerse girsin tıpkı eskisi gibi özgürlüğün tersi ile ilgiliydi: Yok olma, yok etme, insanlık dışına çıkma, nefret, zulüm ve nihai olarak keyif. Fakat aynı zamanda sapkınlık, yaratıcılık, büyüklük, kendini aşma, cesaret anlamına da gelebilirdi, keşif ile meşgul bir filozof ya da sanatçı için. Bu açıdan en üst düzeyde kuralsızlığa, isyana ve özgürlüğe giriş olarak ele alınabilir. Ete kemiğe bürünmüş ölümlü insan; aynı zamanda hem bir cellat ve kurban, bir usta ve bir köle, bir barbar ve bir uygar olabilmektedir. Bu durumda zamanla bir muhtevaya sahip demekti. Sapkınlığın üzerimizde sağladığı güçlü etki/büyülenme (korktuğumuz ama izlemekten kendimizi alamadığımız filmlerde olduğu gibi), bazen iğrenç olabilmesinden kaynaklanmaktadır. Tam da insanların yasasına boyun eğmeyi reddeden, bu uğurda dışlanmayı ve yargılanmayı göze alan Prometheus karakterli başkaldıranlar ortaya çıktığında, yüce olabilen sapkınlık, her tür doğallıkla kurulan bağların acımasızca yok edilişinin dile getirilişi olarak en vahşi diktatörlüklerin uygulamalarında ise iğrençliğe dönüşür.

Bataille’den esinlenen Foucault, Cinselliğin Tarihi adlı eserinin içine sapıklara yani insan topluluklarının böyle adlandırarak kendi içindeki lanetli bir yönden sıyrılmaya çabaladığı sapıklar tabakasına adadığı bir bölüm eklemek istiyordu. Ünlü adamların yaşantılarının tersine diyordu Foucault, sapıkların yaşantıları adlandırılamaz bile: utanç verici, üzerinde durulmaya değmez, adı bile olmayan sefiller olarak kalırlar.

Burada sapıklara ya da seri katillere dair bir kronoloji vermeye niyetim ve dahi vaktimiz yok lakin insanın üstünü örtmeye çalıştığı ama bütün bir zulmü içinde onun yerini sonsuzca gösteren bir kabusa dalma niyetindeyim.

Sapkınlığın tarihini E. Roudinesco hocamızın izinde beş bölüme ayırmak mümkündür: Sırasıyla Mavi Sakal-Gilles de Rais’in yaşadığı on beşinci yüzyıl,  kendilerini kırbaçlayan mistik azizeler aracılığıyla Ortaçağ, Marquis de Sade yaşamı ve eserleri çerçevesinde on sekizinci yüzyıl, cinsel sapıklıkları sınıflandırma ve teorize etme arayışına giren, mastürbasyon yapan çocuğa, kadın histerisine, eşcinselliğe ve transeksüaliteye takmış on dokuzuncu yüzyıl, doktorları ve nihayet nazizmle ortaya çıkan Auschwitz dehşeti ve yirminci yüzyıl ile iktidarın sapkınlığı.

Bir zamanlar sapkınlık, sapıklıkla karıştırılarak, en çok da Ortaçağ ve klasik dönemin sonunda, dünyanın doğal düzenini bozan ve insanları kötülüğe iten, onları yoldan çıkarıp dejenere etmekle kalmayıp aynı zamanda hakikat ve iyilikle her türlü karşılaşmadan uzak tutan bir tutum olarak görülürdü. Saptırma eylemi o vakit yerüstü bir otoritenin varlığına dayanıyordu. Sapan kişi, şeytanla iş birliği yapmış, lanetli, cani, sefil, sahtekar, işkenceci, şarlatan ve suçlu olarak, her şeyden önce çifte bir varlığa sahipti: Bir yandan şeytan kılığında tükenirken öte yandan bir iyilik idealine de sahip olduğundan bu ideali her yok edişinde ustası ve celladı olan Tanrı’ya bir çöp haline dönüşmüş olarak kendi vücudunu sunuyordu.

Sapkınlık her kültürde var olan bir insan gerçekliği olmakla kalmaz, aynı zamanda sözün, sanatın hatta cinselliğin üzerindeki bir kendine özgü bir söylemin varlığını gerekli kılar. Bir diğer deyişle ifade edecek olursak sapkınlık, varlığın doğanın düzeninden kopmasıdır. O andan başlayarak sapkınlık, öznenin sözü aracılığıyla ayrıldığı doğayla alay etmek için doğaya öykünür. İşte bu yüzden sapkın söylem, hep katı bir ikiliğe dayanır; iyiliğin mutlaklaşması, kötülüğün çılgınlaşması, zulüm ya da erdem, lanetlenme ya da kurtulma; sapkının memnuniyetle gidip geldiği kapalı devreyi oluşturur. Ölümden ve zamandan kurtulabileceği düşüncesi spesifik olarak onu her zaman büyüler. Belirtmekte fayda var, burada bir büyüklük hezeyanı ve narsisizm de çoğunlukla içkindir.

Sapkının söylemi, sınırsız keyfin büyük lanetinin hep dile geldiği, kendi kendisinden nefret eden, karanlık bir söylemdir. Teorik olarak temelini ilk kez Freud atmıştır denebilir.

Anlaşıldığı üzere sapkınlık, tüm insan topluluklarında var olan cinsel, politik, toplumsal ve psişik nitelikli, tarihi de aşan yapısal bir olaydır. Sapkınlar sanat yapmaya ya da mistisizme kendilerini vererek yüceleşseler ya da öldürme ve yıkım güdülerine kapılıp iğrençleşseler de onlar insan türünün bastırdığı kısmıdır. Bizim sürekli olarak sakladığımız ya da ehlileştirdiğimizi onlar dışa vururlar. Bu bizim türsel olumsuzluğumuz, içimizdeki karanlık yan belki de evrimsel defektimizdir.

Yüzyıllar boyunca insanlar, evrenin ilahi bir ilkeyle yönetildiğine inanarak tanrıların insanların tanrı olma arzularını cezalandırmak için onlara acı çektirdiğini düşündüler. Örneğin Antik Yunan tanrıları ölçüsüz davranan insanları sürekli cezalandırıyorlardı. Oedipus bunun ilk örneğidir. Tragedyalar ve Hint vedaları bu tür mitolojik öykülerle doludur.

İster kötülükten keyif alma isterse de en kutsal iyiye adanma tutkusuyla olsun, sapkınlık insan türünün gerçeğidir: Hayvanların dünyasında sapkınlık olmadığı gibi uyuşturucu da suç olarak yer almaz. “Ulu” Cangızbay’ın deyişiyle “Ne pedofil bir maymun ne de uyuşturucu satıcısı bir zürafa görmek olanaklıdır.”

Ortaçağ’ın Tanrıya Adanmış Dişil Mazoşistleri

Ortaçağ dünyasında ise insanın ruhu da vücudu da birçok tanrıya değil, tek bir Tanrı’ya bağlanmaktaydı. Suçlu vicdanı ve düşüşle kurtulma ânı arasında sıkışıp kalmış insanın hem niyetleri hem eylemleriyle acı çekmek kaderiydi zira Tanrı onun tek yargıcıydı. Bu durumda ona kötülük ve sapkınlık zevki aşılayan baştan çıkarıcı şeytan yüzünden canavarlaştıktan sonra, imanının gücü ve Tanrı’nın inayetiyle kendine acı çektiren azizler gibi yeniden insanlaşabilecekti.

Aziz ve azizelerin mistik kendine işkence edimlerinde, yücelik ve iğrençliğin inişli çıkışlı döngüsü içinden, en kapalı ve aydınlık yanlarıyla sapkınlık performansını net olarak görürüz. Özgürlüğün en üst aşamasının dile getirilişi olarak görülen gönüllü bir köleliktir bu.

Günümüzde iğrençlik terimi, idrarın, dışkının, kusmuğun ya da vücut sıvılarının fetişleştirilmesine bağlı cinsel pratikler aracılığıyla en berbat pornografiye ya da tüm yasakların bozulmasına gönderme yapıyorsa da Yahudi-Hristiyan gelenek içinde bir aziz olma arzusunu içerir. Kendini pisliğe demirlemeyle, eski simyacıların “uçma” olarak tarif ettiği noktaya yükselme arasında, yani altta bulunan özellikler; bel altı ve pislik ile üstte bulunan özellikler olan kendinden geçme, şan, şeref ve kendini aşma arasında garip bir yakınlık vardır. Bu diyalektik; inkardan, bölünmeden, itelemeden ve cazibeden gelir.

Başka türlü söyleyecek olursak, pisliğin içine dalma bilincin ötesine geçmeyi gerektirir. Yüce olanı sağladığı gibi aynı zamanda Freudyen anlamda yücelmeyi de ortaya koyar. Bu şekilde acının ve düşüşün içerisinden geçmek, ruhun en üst düzeydeki bilgeliği olan ölümsüzlüğe yol açacaktır. 1905’de Freud, yüceltme terimini kavramsallaştırarak bu adlandırmayı toplumsal açıdan değerli olan nesnelerle ilişki kurduğu ölçüde, gücünü cinsel güdümden alan yaratıcı bir etkinlik tipini tanımlamak için kullanır.

Eski Ahit’te bahsedilen Eyüp’ün öyküsü; Hristiyan şehitlerin ve özellikle kadın azizlerin deneyimlerine yol gösterici olmuştur. Bu bakış açısında insanın kurtuluşu, koşulsuz bir acı çekmenin kabulünde yatmaktadır. 

Bunlar bedenine zarar vermeyi bir yaşam sanatına dönüştürüp en kirli deneyimleri, en mükemmel kahramanlığın dile gelişi olarak görürler.

Kimi mistikler, büyük kurban törenleri ve kırbaçlamalardan tutun da pislik yemeye kadar kendinden geçme ve yüceltim sınavına tabi tutmuşlardır benliklerini. Bedeni yok etmek ya da etin her tür işkencelerine kendini sunmakta yatan, iğrençlikten yüceye geçmeyi sağlayacağı söylenen bu tuhaf biçim değiştirme isteğinin kuralı söz konusu “kutsal eziyet” olmuştur. O dönemde mistik, bir öznenin Tanrı’yı doğrudan bilmesini sağlayan, yol gösterici bir dil deneyimine yani kurumsallaşmış dinî söylemleri aşan, bazen tehdit eden bir vahye ya da ani bir aydınlanmaya verilen addır. Mistik, aynı zamanda bir ideali savunmadaki her türlü gizemciliği, idealleştirmeyi ya da coşkuyu inceleme anlamına da gelir. Yine Eyüp kitabının Hristiyan yorumuna dayanan azizler, ilk görev olarak her türlü tensel arzuyu yok etmeyi görmüş olsalar da kadın azizeler, vücutlarına pislik sürme ya da cinsel uzuvlarını kesme yoluyla daha sert yöntemler kullanmışlardır. Erkek ya da kadın olsunlar, Semitik dinlerin mistikleri, İsa’yla bağlantı kurdukları bir beden ilişkisine girerek dehşet konusunda onunla rekabete girmiş, ona ulaşmaya çalışmışlardır.

Anormallik karşısında kendinden geçen kadın ve erkek azizler etten oluşan, kokuşmuş, işkence görmüş ya da tersine el değmemiş, yara beresiz, bembeyaz bir vücudun karşısında büyüleniyorlardı. Bedenle kurulan bu özel ilişki hiç kuşkusuz Hristiyanlığın Tanrı’yı insan vücudu şeklinde gören, Tanrı’nın İsa yoluyla insana dönüşüp kendini kurban ederek ölmesini anlatan tek din olmasından ileri gelir.

Ölü olsun diri olsun Hristiyan vücudu, diye yazar Jaques Le Goff, sefil bir vücutta kendini kaybetmediğinde görkemli bir vücuda dönüşmektedir. Hristiyanlığın ölümle ilgili bütün ideolojisi bu sefil vücut ile bu görkemli vücut arasında gidip gelir ve birinden çıkıp öbürüne girme şeklinde düzenlenir.

Azizlerin olduğu kadar yeryüzü hükümdarı kralların da vücut kalıntıları, pagan tavırlı özel bir fetişizm nesnesi olmuştu. Örneğin On Dördüncü Louis Ağustos 1270 de Sekizinci Haçlı Seferi’nde Tunus’ta öldüğünde eti kemiğinden ayrılsın ve saklanılabilecek yanlar kalsın diye vücudu, şaraplı suda kaynatılmıştır. Kemikler beyazlaştıktan sonra bedeni parçalanmış, bağırsaklar Sicilya Krallığı’na armağan edilmiş, kemikler ve yürek Saint Denis bazilikasına verilmiştir. 1868’e kadar Sicilya’da kalan kutsal bağırsaklar sürgüne gönderilen Bourbon hanedanının sonuncu kralı tarafından beraberinde götürülmüş, sonradan da Kartaca katedralinin beyaz papazlarına verilmiş ve bağırsağın kutsal yolculuğu nihayetinde kralın öldüğü yere dönerek sonlanmıştır.

Laiklik ve ulus devrimlerinin fitillerinin yandığı zamanlar insanın vücut bütünlüğüne saygı ilkesi de yavaş yavaş yerleşmeye başlıyordu. (Ancak 1999’da Papa Sekizinci Boniface bu tür ritüelleri barbarlık ve paganlıkla suçlayarak yasaklayacaktı.)

Günümüzde ise kutsal kalıntı fetişizmi, ölüseverliğe bağlı bir hastalık olarak yani cinsel sapkınlık olarak görülmektedir. Yasayla insan kalıntılarının her türlü ticareti ve oraya buraya dağıtılması yasaklanmıştır. (Yakılma sonrası külleri saklamak hala tartışılmaktadır.)

Demek ki mistik söylem, özellikle Ortaçağ’da tersine çevirmeler, dönüşmeler, sıra dışılıklar ve anormalliklerle besleniyor. Bedenin acıları söz konusu olduğunda kadın azizlerin en iğrenç etkinlikler vasıtasıyla maddeden azade bir maneviyatın yüceliği ile kurduklarıyla bağ erkeklerinkinden çok daha vahşi bir biçimde sergilenmiştir. Bu yüzden Hristiyan dinsel öyküleri kadın kahramanlarla doludur. Örneğin Visitation tarikatından rahibe Marguirette Marie (1647-1690) kendisini o kadar hassas biri olarak tanımlamaktadır ki en küçük bir pislik görse bile midesi bulanmaktadır. Ama İsa onu çağırdığı için hasta bir kadının kusmuklarını yiyerek temizlemiş, sonra dizanteriye yakalanmış, başka bir kadının dışkılarını da aynı yolla süpürmüş, bu yüzden ağzında çıkan yaraların İsa’nın görüntüsünü resmettiğini ifade etmiştir.

Catherine de Sinne adlı bir başka rahibe (1347-1380) de kanserli bir kadının memelerinden akan irin kadar zevk veren bir şey yemediğini söylemiştir. Çünkü bunu yaparken İsa onunla konuşmuş; bir tanecik sevgilim demiştir ona, benim için büyük savaşlar verdin ve benim yardımımla zaferler kazandın ama hiçbir zaman şimdiki kadar sevgili ve bu kadar hoş olmamıştın… Sadece duyusal zevkleri küçümsemekle kalmadın, bana duyduğun aşka berbat bir içeceğe bile neşeyle kendini vererek doğayı yendin. İyi o zaman, madem ki doğaüstü bir eylemde bulundun, ben de sana doğaüstü bir içecek vermek istiyorum. (Gilles Tetard, Kutsal Dışkı Yemeler, s. 355) Catherine 1461’de azize ilan edilmiştir.

Yüceden İğrence, İğrençten Yüceye: “Gilles de Rais’in Analizi”

1404’te Yüzyıl Savaşları’nın dünyasına doğan Gilles de Rais, babası tarafından önemli bir hanedana mensuptu. Eski şövalyelerin mirasçıları artık avcılara dönüşmüş, cinayetin ve zulmün tadını çıkarıyorlardı. Cimri, sefih ve oldukça zengin bir derebeyi olan dedesi tarafından yetiştirilen Rais, nefret ettiği dedesiyle, kan tutkusunu ve insanların yasasına uymamayı paylaşıyordu. Yedinci Charles’ın sarayında kendi çıkarlarına hizmet edecek ve Gilles’i sapkın orjileri ve katliamlarının engellenmesi gerektiğinin bilincinde olan bir bürokrat, onu askerlikte bir kariyer yapmaya yönlendirdi. Beklenenin tersine genç adam, kendisini aşan bir kahramanlık idealini benimseyerek parlak bir savaş şefi oldu; kendisinin tam aksi bir kişiliğin Jeanne Darc’ın emrine girerek sapkınlık ve cinayet örüntülerinden vazgeçti. Erkek kılığına girmiş, üstelik gaipten sesler duyan kutsal bakirenin emri altında monarşik ilkenin kutsal birliğinin oluşturulması dayalı vatanseverlik duygusu patolojik arzusunu “ete kemiğe” büründürmüştü. Pek çok cephede zamanının diğer şövalyeleriyle birlikte cesurca savaştı, öyle ki kendisine “silahta çok mert” şövalye nişanı verilecekti. 1429 Temmuz’unda gözlerinden yaşlar süzülerek Jeanne’ın yanında Fransa’nın başmareşali olmuştu. Gilles ile Jeanne’ın arkadaş olduklarını söylemek için elimizde yeterli kanıt yok, zaten savımız da bununla alakalı değil. Erkek kılığına girdiği için sapık bir suç işlediği öne sürülen dinsiz, dönme, puta tapar olarak tanımlanan Jeanne bakire olmasına rağmen şeytanla iş birliği yapmakla suçlanıyordu. Kilise mahkemesinin söylediğine göre, duyduğu sesler, gördüğü bir Tanrı’nın değil, karanlık ve gizli bir kara meleğin sesiydi. Celladı papaz Cauchon, sözünden dönmesini telkin ederken ona yapılan işkenceye katıldı. Beklediğine değmişti: Jeanne alevler arasında kendini İsa’ya teslim etti. Ölümünden yirmi yıl sonra onun sayesinde Fransız monarşisini yeniden düzenleyen Yedinci Charles itibarını iade edecekti. 1920’de papa Beşinci Benoit tarafından “azize” ilan edildi. Gilles’e gelince savaş sonrası dedesinin ölümüyle birlikte 1432 Kasım’ından itibaren iyice suç bataklığına batacaktı. Uşaklarının yardımıyla köylü ailelerinin çocuklarını kaçırıp kapatıyor, onlara korkunç işkenceler yapıyor, vücutlarını parçalıyor, yürekleri başta olmak üzere organlarını çıkarıyor, çocuklar can çekişirken onlara tecavüz ediyordu. Estetiğe ve tiyatral mükemmelliğe önem verdiği için en güzel kız ve erkek çocuklarını seçiyordu. Önce uşaklarından çocukları korkutmalarını istiyor ardından kurtarıcıları gibi davranarak istediği teslimiyet mimiklerini elde ediyordu. Gilles deliliğin üst düzeyine ulaştığında çocukların kafataslarını yarıyor, hipnotik bir trans haline girerek şeytanı çağırıyor, kendisini de kan, sperm, yiyecek artıklarıyla kirlenmiş bir dışkıya dönüştürüyordu. Cinayet dedikoduları çoğaldıkça Gilles çeşitli mahkemeler tarafından suçlandı. Dokuz yıllık bir aradan sonra bu soylu cellat, hayatı boyunca bir hayalet gibi gezen ve Tanrı’nın hizmetkarı oluşunun alçak gönüllüğüne sahip Jeanne Darc’ınkinden daha adil bir mahkemeye hak kazanmıştı… Önce Hristiyanlıktan çıkarılıp ardından tekrar kabul edildi. Asılıp öldükten sonra bedeni yakılacaktı. Yine de vücudu kül haline gelmeden önce odun yığınlarının arasından çıkartılmış ve soylu kadınlar tarafından gömülmüştü.

Gilles de Rais, aşağı yukarı saptanabilen üç yüz çocuğun öldürülmesinden sorumludur. Cinayetleri mavi sakal efsanesinin doğmasına yol açtı…


[1] Michael Foucault, Cinselliğin Tarihi, Paris, Gallimard, 1976.

[2] Psikiyatri, sapkınlığı bir hastalık olarak ele alacaktır.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 139 times, 1 visit(s) today

Close