12:59 pm Biyografya, Edebiyat, Gökhan Yavuz Demir • Bir Yorum

Viyanalı Zweig’ın Zaferi ve Trajedisi

Bütün bir yüzyıl boyunca, çağımızın neredeyse eşiğine kadar Avrupa’nın tümünde, bu özgürlük fikri mutlak bir doğallıkla egemen olmuştu. Bütün devletlerin anayasalarına insan hakları en dokunulamaz en değiştirilemez haklar olarak yerleşmişti ve bizler artık, dinî despotluklar, dayatılmış ideolojiler, dikte edilmiş zihniyetler ve sansürler tarafından belirlenen çağın sonsuza kadar geçip gitmiş olduğunu, fikrî bağımsızlığımızın fâni bedenlerimiz üzerindeki haklarımız kadar güvende olduğunu sanıyorduk. Lakin tarih, med ve cezirlerden oluşur, bitimsiz iniş çıkışlardan; sürekli başka biçimlere giren zorbalık karşısında hiçbir hak bütün zamanlar için kazanılmış sayılmaz, hiçbir özgürlük güvence altında değildir. (Stefan Zweig, Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin’e)

Bazı hayatlar roman tadındadır. İnişleri, çıkışları veya talih ve talihsizlikleri kahramanını ne kadar yorarsa, o hayatın okurlarını da kendisine o denli hayran bırakır. Bilhassa sanat ve düşünce tarihinin ölümsüz isimlerinin hayatları kadere, koşullara, fakirliğe, hastalıklara ve bilumum felaketlere büyük meydan okumalarla doludur. Her türlü imkânsızlıktan kendi şiirini damıtmayı bilen bu tür hayat hikâyelerinin belki de en usta anlatıcısı Stefan Zweig’dır. Oysa onun altmış yıllık görece kısa ömrüne de pek çok başarı ve dram, şöhret ve sürgünlük, sevgi ve nefret, alkış ve hayal kırıklığı sığmıştır. Kaderinin elinde oyuncak olmuş tutkulu büyüklerin hayat hikâyelerini tutkuyla satır satır kâğıda nakşeden Zweig da kendi kaderinin tahterevallisinde mahsur kalmıştır. Yıldızının parladığı ânı da görmüştür ve sonra yıldızının sönmeye başladığını anladığında da ışığını kendisi söndürmeyi bilmiştir.

Stefan Zweig 1881’de Viyana’da, fin de siécleda, yani Viyana’nın Viyana olduğu zamanda, medeniyetin zirvesinde doğdu. Çağdaşları arasında pek çok Viyanalı büyük isim vardı: Ludwig Wittgenstein, Sigmund Freud, Karl Kraus, Gustav Klimt, Egon Schiele, Robert Musil, Arnold Schönberg, Oscar Kokoschka, Ernst Mach, Adolf Loos ve Hugo von Hofmannsthal. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son yirmi beş yılı esnasındaki Habsburg Viyanası, yani Musil’in Niteliksiz Adam’ın ilk cildinde keskin ironisiyle adlandırdığı üzere Kakanya, bir burjuva şehriydi.

Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşü esnasında baş gösteren merkezî zayıflık, Kakanyalıların hayatlarını ve tecrübelerini o kadar derinden etkileyip belirledi ki düşünce ve estetiğin her sahasında yazarların ve sanatçıların zihinleri her türlü baskıdan ve dayatmadan uzak biçimde varolmanın özgürlüğüyle kanatlandı. Freud belki baba katlinin teorisini inşa ediyordu fakat pratikte kendi sahasında gelenekle kavgaya girişen her Viyanalı zaten kendi alanının kutsallarını katletmekten başka bir şey yapmıyordu. Baba, hoca, usta veya akademi fark etmeksizin bu özgür Kakanyalı dâhilerin karşısında hiçbir otorite ayrıcalık talep edemiyordu. Zweig’ın bütün edebî ve entelektüel duyarlılığı böyle bir kültür atmosferinde şekillenmişti. Bu nedenle Dünün Dünyası’nda “altından güvenlik çağı” diye tasvir ettiği o günlerin, o çok sesliliğin, özgürlüğün, yaratıcılığın kaybına için için ağlar. Fin de siécle Viyanası Zweig için çok anlamlıdır, çünkü entelektüel kaderinin tahterevallisinin en yukarıya yükseldiği ânı orada ve o dönem yaşamıştır: Viyana kafelerinde entelektüel dostlarla dalınan muhabbetlerin ve kültür dünyasının sınırlarını her gün yenileyen birbirinden rafine zihinlerin imza attığı sergilerin, konserlerin, tiyatro oyunlarının tadına doyulmaz entelektüel hazzını.

Böyle bir kültür ortamında çok genç yaşta edebiyata şiirle başlayan Zweig, çok geçmeden tiyatrodan romana, hikâyeden denemeye kadar edebiyatın her türünde eserlere imza atar. Bu ilk döneminde bol bol seyahat eder. Yakın dostları arasında Freud, Einstein, Mann, Hesse, Roland, Rilke, Rodin gibi çağının büyük isimleri vardır. O günlerde kendi sesini bulduğundan ve anlatılarının dengesinden bir türlü emin olamaz. Okuyarak, şöhretli dostlarıyla sohbet ederek, gezerek ve Baudelaire, Verlaine ile Verhaeren’den tercümeler yaparak demlenir.  

Fakat o tahterevallinin aşağıya inişi, bu entelektüel yükselişin düşüşü çok şiddetli olmuştur. Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Çağının dünya vatandaşı olduklarına inanan bütün entelektüelleri gibi Zweig da bu şiddet sarmalı karşısında dehşete kapılır. Avrupa uygarlığının o kültürel yoğunlaşmasından çok kanlı bir savaş çıkmış ve her şey tepetaklak olmuştur. Bir parçası olduğu o Viyana düşü gölgelerin içinde silinmeye başlar.

Savaş sonrası dönemde Zweig da bu büyük felaketten Avrupa’nın ders çıkardığına dair yavaş yavaş yeniden umutlanır. İşte tam da bu esnada art arda yazdığı novellalarla büyük bir şöhret kazanır: Mecburiyet (1920), Olağanüstü Bir Gece (1922), Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (1922), Amok Koşucusu (1922), Bir Kadının Yirmi Dört Saati (1927) ve Sahaf Mendel (1929). Bu arada neredeyse isminin özdeşleşeceği biyografi türünde de büyük başarı kazanır: Üç Büyük Usta (1920), Romain Rolland (1921), Kendileriyle Savaşanlar (1925), Yıldızın Parladığı Anlar (1927), Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar (1928) ve Joseph Fouchè (1929). 1920 ila 1930 arasındaki on sene Zweig için çok verimlidir. Hummalı bir biçimde yazan Zweig’ın kitapları pek çok dile çevrilmekte ve binlerce kopya satmaktadır. Kader tahterevallisi sanki yine yıldızlara doğru yükselmiştir.

Oysa Avrupa’da faşizm hortlağı kol gezmeye başlamıştır. İspanya İç Savaşı’nda yaşananlar ikinci bir savaşın, ilkinden çok daha şiddet ve barbarlık içereceğinin habercisidir. Zweig’ın kader tahterevallisinin bu ikinci düşüşü ilkinden çok daha sert olacaktır. Ve ne hazindir ki o tahterevalli bir daha yükselemeyecektir.

Zweig’ın yazmaya başladığı gün ile şöhrete kavuştuğu gün, yükselişi ile düşüşü birbirlerinden o kadar farklıdır ki sanki iki farklı paralel hayat yaşamaktadır. Kakanya’nın çoğulcu, özgür ve yaratıcı zenginlikte kafe sohbetlerinden, düşünce ve estetiğin Olympos’unun ölümsüzleriyle olan dostluklarından, dünya vatandaşlığının imtiyazlarından sonra şimdi batan bir gemiyi terk eden bir fare, kanundan kaçan bir suçlu gibi yollara düşeceği sürgünlüğü başlamıştır. Artık o şöhretli, başarılı, Viyanalı, burjuva, gezgin, koleksiyoner yazar Zweig, Zweig’ın kendisi için uykularına musallat olan bir hayaletten veya hüzünlü bir anıdan başka bir şey değildir.

Yirminci yüzyılın başında yaşanan yaratıcılık patlaması yerini faşizmin, şiddetin, savaşın, ölümün coşkusuna bırakmıştır. Hümanizmin ateşinin söndüğü ve faşizmin külünün bütün Avrupa’nın üzerini örttüğü o günlerde, geleceğe bir umut ateşi yakmak için yazarlığının çakmak taşlarını son bir kez birbirine sürter. Çok büyük kitapların yazarı Zweig dehasının korundan üç büyük kitap daha çıkarır: Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi (1934), Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin’e (1936) ve Montaigne (1941). Avrupa’da yine Luther’in ve Calvin’in soyundan gelen zorbaların sesi gür çıktığında, Zweig insanlığa bir kez daha o büyük hümanistleri hatırlatır. Fakat bu son büyük hümanistin kendisi sürgünde o kadar yorgun düşmüştür ki 1942 Şubat’ında hayat tahterevallisinden kendi arzusuyla iniverir.

Umutsuzluğunun doruğuna çıktığında kaderini kabullenecek kadar bilge olan her yazar gibi kendi hayatına son veren Zweig’ın, bunca yıl sonra hâlâ okurlarına umut veriyor olması da hayatın tuhaflığı veya kaderin ironisi olsa gerek.

İlk okuduğum Zweig metni, ortaokul Türkçe kitabında yer alan bir okuma parçasıydı. Daha sonra Dünün Dünyası’nda bulacağım bu pasajda Zweig, Rodin’le buluşmasını ve kendi hikâyelerinde eksik olan asıl şeyin konsantrasyon ve yoğunlaşma olduğunu o büyük ustadan nasıl öğrendiğini anlatıyordu. İlk okuduğum Zweig kitabı ise babamın bir Ankara seyahati dönüşü eve getirdiği Yıldızın Parladığı Anlar’dı. Ondan sonra hiç durmadan her tesadüf ettiğim Zweig kitabını hatmettim. Fakat benim ilk gençliğimin geçtiği seksenli ve doksanlı yıllarda Türkiye Zweig’a bu kadar hayran değildi. Çoğu kitabı yoktu. Üniversitede öğrenciyken küçük bir kitapçının alt raflarında toz içinde Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi’ni bulduğumda ne mutlu olmuştum, unutamam.

Doksanlı yıllarda Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları’ndan çıkan Hikâyeler’inin Birinci Cildini elime geçirdiğimde de Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nu ilk defa Burhan Arpad’ın Türkçesinden okumuştum. Yıllar sonra bu mahzun novellayı Ahmet Cemal ve Veysel Lidar’ın Türkçelerinden de okudum. Bugün ise bir kez daha Mehmet Ali Sevgi’nin Türkçesinden okuyorum. Neredeyse son otuz senede dördüncü kez okuduğum bu novella beni yine heyecanlandırıyor ve hüzünlendiriyor. Ben yaşlanıyorum ama Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu hiç eskimiyor.

Zweig, çoğu novellasındaki gibi burada da yakın dostu Freud’un psikanalizini andıran bir anlatım tekniği kullanır. Bütün olup biten birinci tekil şahsın ağzından anlatılarak daha inandırıcı ve samimi kılınır. Fakat bu birinci tekil şahsın hikâyesini ilk dinleyen veya okuyan biz okurlardan başka bir üçüncü kişidir. İsminin sadece baş harfini bildiğimiz ünlü bir yazar çıktığı bir dağ gezisinden Viyana’ya dönmüştür. Trenden inip istasyondaki büfeden bir gazete aldığında o günün kırk birinci yaş günü olduğunu hatırlar. Eve döndüğünde birikmiş postasına göz atarken tanıdık olmayan bir imza taşıyan ve kalın gözüken bir mektubu açar. Zarfın içinden iki düzine sayfadan oluşan aceleyle yazılmış bir mektup çıkar. Aslında bütün hikâye bu meçhul kadının mektubundan oluşur. Anlatıcı bu meçhul kadındır ve mektubun muhatabı yazar da bizim gibi bütün hikâyeyi okudukça öğrenir.

Bir aşk hikâyesidir bu, hem de kırık bir aşk hikâyesi. Ortada bir aşk vardır ama bu aşkın taraflarından biri bu aşkı ilk defa şimdi okuduğu mektuptan öğreniyordur. Çünkü bu zamana, neredeyse on altı seneye yayılmış fakat bir açıdan da bütün bir ömrü kapsayan tek taraflı bir aşktır. Roman yazarı R.’ye “Beni hiç tanımamış olan sana” diye hitap eden bu meçhul kadın kısa ömrü boyunca sevmiş olduğu yegâne erkek için kaleme aldığı bu mektupta ismini vermez ve ısrarla kendisini tanıtabilecek ufacık bir ipucu bile vermeden gölgede kalmayı sürdürmeyi tercih eder. Mektup boyunca da “beni hiç tanımadın” vurgusunu her defasında ısrarla tekrarlar. Bu hiç tanınmamış “ben,” okunmakta olan mektubu yazan “ben”dir; yazara delice âşık olan bu “ben,” yazarın gönül macerası yaşadığı pek çok kadından ayırt edemediği meçhul bir “ben”dir. Çünkü kadın kısa süreli beraberliklerinde yazarın karşısına hiçbir zaman ona âşık olduğunu söyleyen bir “ben” olarak çıkmamıştır. Daha da korkuncu bu “ben,” aynı zamanda yazarın şimdi mektubu okurken öldüğünü öğrendiği varlığından bihaber olduğu çocuğunun da annesidir.

Bu öyle gölgede kalmış ve öyle kırık bir aşk hikâyesidir ki yazar mektubu okumayı bitirip bütün hikâyeyi öğrendiğinde çoktan iş işten geçmiştir; o hiç tanınmayan “ben,” bundan sonra da tanınmayacak ölmüş bir “ben”dir. Mektubun meçhul yazarı kadın tek başına bir aşk yaşamış, tek başına aşkından çocuk sahibi olmuş, o tek aşkından olan tek çocuğunu tek başına gömmüş ve şimdi de tek başına ölmüştür. Hiç bilmediği bu kırık hikâyenin sonunda asıl tek başına kalansa artık roman yazarı R.’dir.

Kısa süreli birkaç tesadüfün dışında birbirine hiç dokunmadan teğet geçen iki ayrı “ben”in kendi içine kapalı iki ayrı hayatını yazarı meçhul bir mektup ilk defa karşı karşıya getirir. Bilinmeyen kadın erkeği tek taraflı bir aşkın yükünün sorumluluğundan kurtarmak için yıllarca ona ne aşkını ne de baba olduğunu söylemiştir. Fakat şimdi tam da ölmek üzereyken kaleme aldığı bu satırlarda âşık olduğu adamın omuzlarına çok daha büyük bir sorumluluk yüklemesinin nedeni nedir? Zamanı geri getiremeyecek ve ölüleri diriltemeyecek yazar, elindeki bu mektuptan öğrendiği bu hikâyeyle ne yapabilir?

Hiç tanımadığı bir kadın tarafından bu kadar iyi tanınmış olan yazar, arkasında bir mektup bırakarak bu dünyadan göçüp gitmiş olan asıl “tek taraf”ın arkasından bu tek taraflı aşkta yeni “tek taraf” olur. Zaten bu hikâyeye bütün dokunaklılığını veren de bildiğimiz aşkın aksine bu aşkın başında da sonunda da hep tek taraflı olmasıdır. Bilinmeyen kadının tek taraflı aşkı, tahterevallide tek başına oturanın yazgısının asla yukarıya kanatlanamayıp hep yerde kalmaya, sürünmeye mahkûm olduğunun ispatıdır. Şimdi hiç bilmediği bir aşkın sorumluluğunun yükü omuzlarına bindiğinde roman yazarı R.’nin kader tahterevallisi de yere çakılır.

Zweig hem hikâyesinin kahramanlarını hem de biz okurlarını ölümsüz aşk, karşılıksız aşk, ölüm, çaresizlik, hayatın nedensizliği ve kader hakkında derin düşüncelere sevk eder. Üstelik bunu her zamanki öteki olabilme kudretini kullanarak hiç bilmediğimiz bir kadınının ruhunun derinliklerine nüfuz ederek yapar. Ölmekte olduğunu bilen bu meçhul kadın muhatabını hiç suçlamadan ve neredeyse buseleriyle yumuşattığı aşk ve sevgi sözleriyle çok asil, saygı duyulası ve dirayetli bir tavır sergiler. Bütün bunlar hikâyenin hüznünü daha da kesif kılar. İşte tam da bunun için biz yaşlansak da Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu asla eskimeyecektir.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 480 times, 1 visit(s) today

Close