6:37 pm Felsefe, Siyaset

Fichte ve Milliyetçilik: Ben ve Ben-Olmayan’ın Felsefesi

Milliyetçiliğin ne sosyalizmdeki gibi Marx’ı, Engels’i ne de liberalizmdeki gibi Locke’u, Smith’i vardır. Elbette yerel düzeyde millî önder olarak nitelendirilen isimlerden bahsedilebilir ancak bütün dünyaya mal olmuş küresel bir kahramandan söz etmek imkansızdır. Zira bu milliyetçiliğin doğasına aykırıdır ve milliyetçiliğin fikir babasını aramak beyhudedir. Milliyetçiliğin temel prensipleri bağlamında ise tüm dünyayı etkilemiş bir teorisyenden bahsedilebilir: Johann Gottlieb Fichte.

Milliyetçilik bir kimlik meselesidir. Öznenin bir kimliğe sahip olması, kendini bu kimlik ile tanımlaması ve bunu yaparken de kendini ötekinden farklı bir Ben olarak belirtmesidir. Milliyetçilik Ben ve Ben-Olmayanın felsefesidir. Bu yazımda milliyetçiliğin temelleri nedir gibi bir konudan ziyade milliyetçiliğin prensiplerini Fichte üzerinden göstermek niyetindeyim. Fichte, Kartezyen felsefeyi temsil eder ve bu noktada Hegel ve Heidegger kadar özgün bir zihne sahiptir. Descartes ile başlayan Kartezyen felsefe, “yani düşünüyorum öyleyse varım önermesi” Fichte ile birlikte “eyliyorum öyleyse varım ya da özgürüm öyleyse Alman’ım” şeklini alacaktır. Şimdi Ben ve Ben-Olmayan felsefesine bakalım.

Filozoflar insan üzerine konuşurlar ve bunu yaparken A insanı ile B insanı şeklinde bir tasnife girişmezler. Pek çok filozof tarafından rasyonel bir varlık olarak ele alınan insan, bu tarife referansla tümel bir bilinç tasavvuru olarak görülür. İnsanın sadece rasyonel bir varlık kategorisine indirgenmesi tek boyutlu bir insan modeli sunar. Dilden, tarihten, kültürden yoksun bir modeldir bu. Dolayısıyla rasyonelliğe indirgenen insandaki ahlakın kapsamı da kaçınılmaz olarak evrensel bir nitelik arz eder. Bu nokta zorunludur, Kartezyenizm budur; bir özne felsefesidir ve özne cogito’dur. Hume ve Rousseau gibi aykırı isimler cogito’nun yapısını sarsacak ciddi eleştirilerde bulunmakla kalmamış, başka düşüncelere de önayak olmuşlardır. Burada özellikle Hume’un ahlak tasavvurunda cogito’ya değil bedene atfettiği rol, rasyonel varlığın yapısı hakkında soru işaretleri yaratmış fakat bütünüyle etkili olmamıştır. Nitekim Hume’dan sonra rasyonel ahlakın en güçlü ismi ve mimarı Kant’ın dönemi başlamıştır. Kant’ın problemi, “yalnızca neyi bilebilirim” sorusundan hareket edilerek yapılan bir öz bilinç inşası değildir. Kant’ın asıl problemi, doğadaki erekselliği içerisinde eyleyen bir ahlaki Ben yaratmaktır. Söz konusu Ben’in en bariz vasıflarından birisi de evrensellik iddiasıdır. Bu yönüyle milliyetçiliğin aslında Anti-Kantçı bir felsefi pozisyona tekabül ettiğini söylemek yanlış olmaz. Anti-Kantçılığın temelleri dil, kültür ve tarih kavramları üzerinden şekillenmektedir. Kartezyen felsefenin geldiği nokta 19. yüzyılda, Almanya’da bu şekilde özne ve dil, tarih, kültür ilişkisi eksenindedir. Sturm und Drang (fırtına ve atılım) hareketinin ve romantik akımların cereyan ettiği coğrafya Ren Nehri’nin doğusudur. Nehrin batı yakasına muhalif bu hareketler Kant’ın saf aklıyla mücadele içerisindedir. Saf akıl, Kartezyen felsefenin bir ürünüdür, aydınlanmacıdır. Saf akıl ya da katıksız akıl (pure reason) özü itibarıyla bütün insanlarda ortak olan, aynı düzeneği izleyen bir sistemle aynı kategorilere sahip bir akıldır. Basittir ve bu niteliği sebebiyle evrenseldir. Kant’ın sistematize ettiği akıl, işte bu akıldır. Goethe, Herder ve Hamann gibi Kant’ın çağdaşları olan isimlerin itiraz ettiği aklın ta kendisidir. Faust’ta bu akıl ile münakaşaya girer Goethe. Herder ve Hamann ise bu aklın dil, tarih ve kültür ile ilişkisinin altını çizer. Dilden müstakil bir aklın tasavvur edilemeyeceğini öne süren bu düşünürlerin önemini belirtmekte fayda var. Niçin? Bu isimlerle birlikte Alman felsefesinde yeni bir şey doğar: tarih ve dil. Tam da bu sebepten ötürü dilin ve tarihin önemini vurgulayan bu düşünürler Fichte, Schelling ve Hegel gibi isimlerin fikrî zeminini hazırlamışlardır.

Fichte, Wissenschaftslehre ile transandantal felsefenin pürüzlerini giderdiğini iddia eder. Filozof burada, Kartezyenizmi ters düz eder. Çünkü Ben, sahip olduğu edimsellik içerisinde kendini koyabilme kudretini haiz, saf bir özgürlük halidir. Ben, Ben’im diyerek kendini var eder ve bunu sahip olduğu özgürlükle yapar. Dolayısıyla ne Descartes gibi meditasyona ne de Kant gibi teorik ve pratik bir düalite yaratmaya gerek vardır. Bu, Fichte’nin temel çalışması ve Alman İdealizmi’nin kurucu metni Wissenschaftslehre’nin özetidir. Bu aşamada Fichte hem Kantçıdır hem de Kant’ı aşar. Onun temel derdi dönemin Zeitgeist’ı olan özgürlüktür. Kime karşı özgürlük? Ben’in, Ben olmasını engelleyen dogmatizme ve Napolyon’a karşı. Napolyon’un, Almanya’yı işgali neticesinde bir grup insanın millî duyguları uyanacaktır. Fichte de onlardan biridir. O, Hegel gibi Napolyon’un, Jena’ya girmesini olumlu karşılamaz. Bu oldukça önemli bir hadisedir. Ben-Olmayan, Ben’e karşı egemenliğini ilan etmektedir. Fransız Ben-Olmayan’ının, Alman Ben’inin egemenliğini gaspı millî duyguları sarsar ve Ben’in tini uyanır. Bu tin Almanlıktır. Fichte, Alman Ulusuna Söylevler’de Almanlığın felsefesini yaratır. Amacı dil, tarih üzerinden bir Alman kimliği inşa etmektir (Bildung). Ben yaratmaktır, kimlik yaratmaktır, Almanlığı yaratmaktır. Ben, bu aşamada kendini kuran aktif bir öznedir. Kendini ancak Ben-Olmayan’dan ayırt ederek yaratır. Milliyetçilik de bir Ben yaratmaktır ama aynı zamanda da Ben’i, Ben-Olmayan’dan ayırt etmektir. Yani bir özdeşlik esasını belirlemek ama bunu yaparken de farkı ortaya koymaktır. Diğer bir ifadeyle ötekiyi tayin etmektir. Fichte için Fransız olmamak, Alman olmaktır. Almanlığın kudreti ve yüceliği, Alman dilinde ve tininde içkin bir durumdur. Alman dili özgürlüğün dilidir. Alman ırkı Avrupa tarihini yaratmış ırktır. Dünyanın en kudretli imparatorluğu Roma’yı, Almanlık yok etmiştir. Roma sonrası doğan krallıklar ve dillerin doğmasının müsebbibi Almanlıktır. Kilise otoritesini Almanlık tini yıkmıştır ve bugün dünyayı Fransız zincirlerinden de Almanlık kurtaracaktır. Asil ulus Alman olmaktır. Önemli bir nokta da şudur ki Fichte için Alman olmak, Ben özgürüm diyebilmektir. Bir insan nereli olursa olsun ben özgürüm diyorsa Alman’dır. Napolyon’un politikaları bu düşüncelerin doğmasına vesile olmuştur. Hegel’in onu atın üzerindeki mutlak tin olarak nitelemesinin gerekçesi de özgürlük tininin uyanmasıdır. Hegel’de bu tin farklı bir tartışmanın konusu fakat Fichte’de, Ben Almanım diyebilmek, bir kimlik mücadelesi verebilmek ama daha genel anlamıyla eyleyebilmektir. Tüm bunlar Alman düşüncesinin Kant’ı gözden geçirme teşebbüsüdür. Saf akla sahip olan öznenin Alman entelektüelleri tarafından eleştirilmesi ve yeni paradigmaların ortaya çıkması Kant sonrası Alman felsefesinin sınırlarını da oluşturmaktadır. Fichte ile birlikte kimlik meselesine dönüşen tartışmalar Fichte’yi bu konu bağlamında ilk teorisyen olarak görmek için yeterlidir. Bu bakımdan Fichte milliyetçiliğin babasıdır. Özgürlüğün en büyük filozofudur ve özgürlüğün geleneksel felsefeyle var olacağına kulak asmadığı için fikrî kopuş yaşamıştır. Bu kopuş evrensel aklın felsefesinden kopuştur. Fichte’ye göre Kant felsefesi Fransızlığın yani Ben-Olmayan’ın felsefesidir ve dolayısıyla özgürlüğün kurulmasına izin vermez. Özgür olmak için önce Ben’in Ben olması gerekir. Bu Ben ise millî bir kimlik yaratabilmektir, Alman olabilmek ve Fransız olmamaktır. Millî bilinç kendini, ötekinden arındırarak yaratır. Tüm bunların fikri temelleri Fichte’nin Ben ve Ben-Olmayan diyalektiği ile kurduğu özgürlük fikrinde yatmaktadır.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 387 times, 1 visit(s) today

Close