Türkiye’de son yirmi yıldır bir kültür yıkımı yaşanıyor. Bu yıkım Mao Zedung’un 1966’da başlayıp 1969’da resmen sona erdiği açıklanan “kültür devrimi” kadar olmasa da ülkeyi ağır bir ekonomik ve sosyal yük ile karşı karşıya bıraktı. Uzun zamandır devam eden “vesayet rejimini yıkıyoruz” söylemi ülkenin kurumsal yapısını ters yüz etti. Örneğin üç defa halkoylamasına götürülen 12 Eylül Anayasasında 180 dolayında değişiklik yapılmasına rağmen yeni bir Anayasa çağrısı yapılıyor.
Kurumsal yapıyı yıkmak için TBMM adeta fabrika gibi çalışmakta, sürekli yasalarda değişiklikler yapılmakta. Kurumsal yapıyı çökertmek ana amaç olunca yapılan değişiklikler adeta bir filin porselen mağazasına girdiğinde bıraktığı hasar kadar toplumun her alanında yaralar açmakta.
Kurumları ve onu oluşturan yasaları ya da halkın yaşamında yer alan gelenekleri, görenekleri ülkeler arasında gelişmişliği belirlemede ana etken olarak alan akademisyenlerin sayısı her geçen gün artmakta. Bu konuda çalışmalar yapan ve Nobel Ekonomi Ödülü de alan Douglass C. North, 1991 yılında yazdığı “Kurumlar” adlı makalesine şöyle başlamakta (kısaltarak aldım):
“Kurumlar, siyasi yapıyı oluşturan, insan tarafından tasarlanmış kısıtlamalardır. Bunlar resmi (anayasalar, kanunlar, mülkiyet hakları) ve resmi olmayan (yaptırımlar, tabular, gelenekler, gelenekler ve davranış kuralları) kısıtlamalardan oluştururlar. Tarih boyunca kurumlar düzen sağlamak ve belirsizliği azaltmak için insanlar tarafından tasarlanmıştır.”
Kurumsallaşma, ekonomide ya da sosyal alanda en iyiye, en azından ikinci en iyiye erişmek için yapılır. Her kurumsallaşmada iki anahtar unsur dikkate alınmalıdır: Etkinlik ve doğru seçim. Eğer ülkede, çalıştığınız yerde yasalar, kurallar konurken bunlar dikkate alınmaz ise istenen etkinlik sağlanamadığı için yanlış seçimler yapılabilir, bunların sonucunda ahlaki çöküntüler ve yıkımlar gelebilir.
Hükümet, son beş yıldır ekonomiye müdahalesini arttırdı. Diğer alanlarda da AKP, iktidar olduğundan beri sıradan insanın yaşam alanlarına müdahale etti/etmeyi de sürdürmekte (içki yasakları, festivalleri yasaklamak gibi).
2019 yerel seçimleri öncesi patates ve soğan üreticileri/satıcıları stokçu ilan edildi. Hedef, bunları teşhir ederek fiyatları aşağıya çekmekti. Sonuç tam bir fiyaskoydu. Üstelik siyasi erke güveni azalttı hatta komik duruma düşürdü. Hatırlıyorum, zincir marketlerden birisinin yöneticisi ile sohbet ederken bana şunu anlatmıştı: “Bize 15 ton patates aldık diye stokçuluk yapmaktan ceza kesilmiş. İtiraz ettik. Çünkü bizim günlük satışımız 15-18 ton arasında idi. Bırakın stok yapmayı, ürün bulamadığımız için daha az satın almışız. Bu da doğal olarak patatesin fiyatını yukarı çekti.”
Son iki yıldır yeni bir kurumsal düzenleme ile karşı karşıyayız. Enflasyon ile birlikte yükselen kira artışlarını engellemek için konutta yıllık yüzde 25, iş yerlerinde on iki aylık TÜFE ortalamasına göre kira artışı yapılabileceği sınırlamasına gidildi. Yani kirada narh fiyat uygulaması getirildi. Beklenti, kiralama fiyatlarının düşmesiydi. Olmadı hatta tam tersine bir etki yarattı. Üstelik kiralık konut bulmak zorlaştı (konut arzı azaldı). Dahası, ev sahibi-kiracı anlaşmazlıkları hızla yükseldi. Mahkemeler bir yıl sonrasına gün vermeye başladılar. Dahası, kiracı-ev sahipleri arasında şiddet olayları arttı, neredeyse her gün bu anlaşmazlıklardan dolayı birbirlerini öldürmeye başladılar. Hükümetin sorunu çözmek için bulduğu ara buluculuk sistemi de bir haftada çöktü. Çünkü yapılan 14 bin başvurunun 12 bini ev sahibi-kiracı çatışması konulu oldu.
Dünyada kira üzerine narh uygulamasına giden başka ülkeler de oldu. Sonuç hep aynı idi; konut arzı düştü, kiralar arttı. Türkiye’de kiranın artmasının belli başlı nedenleri şöyle özetlenebilir:
-Konut arzının tıkanması,
-Konut talebinin TL’den kaçmak amacıyla artması yani konut bir aktif haline gelmesi,
-Kur artışı nedeni ile konut maliyetlerinin artması,
-20 yıldır izlenen yanlış konut politikası.
Son gerekçeyi biraz açalım. Konut sorununu çözmek için kurulan TOKİ, düşük maliyetli küçük konutlar yerine lüks konutlara yöneldi. Özellikle hükümetin teşviki ile konut kredileri arttı. Halk, büyük güzeldir ilkesini benimsedi. Hükümet bilgiye dayalı iktisat politikası izlemediği için Türkiye’deki aile yapışımdaki değişimi göz ardı etti.
Hanehalkı ve Konut Büyüklüğü
Oda Sayısı Dağılımı (%) | ||||||
Hanehalkı Büyüklüğü (Kişi Sayısı) | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6+ |
Toplam | 0,3 | 6,3 | 38,6 | 47,5 | 5,9 | 1,4 |
1 | 0,9 | 13,0 | 43,0 | 38,4 | 3,8 | 1,0 |
2 | 0,4 | 6,8 | 40,3 | 46,5 | 4,8 | 1,2 |
3 | 0,2 | 4,2 | 37,3 | 50,9 | 6,2 | 1,3 |
4 | 0,1 | 3,4 | 36,0 | 52,0 | 7,1 | 1,5 |
5 | 0,2 | 4,0 | 36,5 | 50,3 | 7,3 | 1,6 |
6 | 0,3 | 4,8 | 36,6 | 49,3 | 7,3 | 1,8 |
7+ | 0,2 | 5,6 | 36,5 | 47,3 | 8,3 | 2,1 |
Kaynak: TÜİK veri tabanı.
Türkiye’de nüfus hızla yaşlanırken hanehalkı büyüklüğü de gittikçe küçülmekte. 2014 yılında tek kişilik hanehalkı oranı yüzde 13,9 iken oran 2022 yılında yüzde 19,4’eyükseldi. Yani Türkiye’de her 5 hanehalkından birisi tek kişilik. Buna bir de sadece karı kocanın yaşadığı hanehalkı oranını (yüzde 13,8) eklersek toplam mikro hanehalkı oranı yüzde 33,2 olmakta. Hanehalkı büyüklüğü küçülmesine rağmen bu aileler çok odalı evlerde yaşamakta. Verdiğimiz tabloya baktığımızda ilginç sonuçlara erişmekteyiz. Sadece tek kişinin ikamet ettiği hanehalkının yüzde 43’ü 3 odalı evde, yüzde 38,4’ü 4 odalı evde yaşamakta. Yani Türkiye’de ciddi bir boş oda stoku var. Bu tablonun nedeni, hükümet ve bireylerin değerler sistemindeki değişme. Hükümet vergi politikası ile bu tablonun oluşumunu engelleyebilirdi. Ancak izlediği kurumsal yapılanma buna izin vermedi. Sonuçta TÜFE içinde konut harcamaların payının ikinci sırada olduğunu da düşünürsek kiralardaki artış enflasyonu da artırdığı apaçık görülmekte. Bunun yaratıcısı izlenen kurumsal politikalar.
Piyasaya müdahale her zaman iyi sonuç vermez. Hatta piyasa bunu bir süre sonra bu irrasyonel kabulleri kusar. Şimdi kusma zamanı.
Okuma Önerisi: İbrahim Semih Akçomak, Ahlaksız Büyüme.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.