10:06 am Siyaset

Malumun İlamı (Bir Kez Daha ve Son Kez)

Siyasette geride bırakılan özellikle yirmi yıllık süreç, kendini milliyetçi olarak tanımlayanlar için oldukça zorlu geçti. Bu sürecin zorluğu, koşullardan ziyade, Türk milliyetçilerinin içinde bulunduğu ruh halinden, buhrandan dolayıydı. Elbette bu tespite itiraz edilebilir, ki nitekim itiraz da edilecektir. Türk milliyetçilerinin geride bıraktığı süreç olağan değildi! Hem adanmışlıkla hareket edip hem de defalarca “nasıl olsa bizim evin çocuğu” mantığının ardında üvey evlat muamelesi gördüler. Ülkede, milliyetçiler dışında bütün mahallelerin, kendi halindeki hikayeleri, zalim-mazlum ikileminde destanlaştı. Milliyetçi mahallenin en çok çile çekenleri dahi vicdanlı bir hikayenin konusu edilmeye gerek duyulmadı. Hatta bugünkü tanımlamalar, elin “şiddet eğilimlisi”, “kadın istismarcısı”, “katili” dahi bayraklaştırıldı; elin katliamları nice “sevgi pıtırcığı” soslarıyla masum canlara ve ülkeye verdiği zararlar yok sayılarak kardeşlik eylemi olarak sunuldu; zarların “ötekilerin” lehine hileli olduğu biline biline memleketin geleceğiyle ilgili kumar oynayanlar büyük vatansever ilan edildi. Yazılır da yazılır örnekler… Yeni moda psikolojik etki çılgınlığıyla kadrajlar hep kıyıda köşede kalmış mağdur(!) edebiyatını görselleştirirken kaç milliyetçi genç kıyımdan sağ çıktı? Kaçı hayata ağaran saçlarıyla ördüğü iplerle tutundu? Ya da o teller ince geldi ve tutunacak bir dalı olmadan sessizce çekip gitti hayattan… Biliyorum çok edebî, çok duygusal oldu. Ama süreçte aynı duygusallıkla ilerledi. Rasyonel milliyetçilikle duygusal milliyetçilik ayrımı da hikayenin bu noktasında başladı! Odaklandıkları hayatlarının dışında hayat akıp giderken, değişip dönüşürken, mücadele ettikleri yeni bir sürece girmişken yeni mücadele yöntemleri geliştiremediler. Hatta kaybolup gitmemeye yönelik duygusal, refleksif hareketler geliştirdiler.

Bir kısmı sessizce kendi kabına çekildi, hiçbir şey yapmadan, kimsenin göremeyeceği şekilde göz kapaklarıyla gençlerin başarılarına alkış tuttular, başarısızlıklarda “e ben biliyordum” diye fısıldamakla yetindiler. Bir kısmı yeni süreci anlayıp hakim yapıyla diyalog geliştirmeye çalıştılar; -burada rahmetli Fatih’i anmadan, onun benzetmesine başvurmadan geçemeyeceğim çünkü konu, futbol topunun inşaata kaçmasının ötesine geçemedi- nitekim “biz de var olalım” masum(!) yönelimiyle, yakınlarını da yanlarına alarak girişimde bulundular, girişim belki haklıydı ama kendi halinde sinsin oynayan üçlü-beşli grupların karşısında, bir salon dolusu organize vals ekibi vardı, o örgütlü dansın içinde ne sinsin kaldı ne de futbol topu! Üstelik belki de en çok zarar vereni, bunları yaparken yaşayakalalım, uzayan kol bizden olsun diyerek “mikro milliyetçiliği” bir gelenek gibi yerleştirmeleri oldu. Kentleşme sürecini tamamlayamamış oluşumlar, kentin içinde kendilerine bir yönetim alanı açtılar, hem mecazi hem de gerçek anlamda. Oysa kentin cefası da sefası da değil bildiklerinden, hayal ettiklerinden bile fazlaydı. Ufacık şeylerle mest olup tarumar oldular; üstelik oluşturdukları mikro gruplarla birlik olamayışın sebebi oldular. Bir diğer grup bedellerin efendisi oldu. Büyük bedeller ödemişti, ne yapsa hakkıydı!..

Şimdi diyebilirsiniz ki “o yazdıkların öyle değil, şuradan operasyon yedik, buradan operasyon yedik, onların arkasında şunlar vardı, bunlar vardı, şunları aşamadık, tam yürüyorduk ki bunlara takıldık vs. vs.” Elbette biliyorum yaşanan süreçleri… Lakin bu operasyon yemeyi kolaylaştıran “doğa”ya da bir bakmak lazım! Son düzlükte küçük de olsa bir fırsat yakalanmışken “nefis yapmayın, birlik olun, yoksa dağıtırlar, dağılanın yerine de başkaları gelir” çağrısının karşılığı, operasyonları kolaylaştıran bu doğadan kaynaklı değil miydi? O yüzden “davanın gerçek sahipleri(!)” bayrak asarken sözüm ona ODTÜ’de yaşanan olaylarda öğrencilere desteğe gidenler “dava sahipleri” değil de “sizin dişlerinizi sıkarak izlediğiniz emek hırsızları” değil mi?

Tamam, hırsız suçlu da kardeşim, evin kapısını, penceresini kapatmadan evi Allah’a emanet eden zihniyetin hiç mi suçu yok?

Evet, herkes bedel ödedi! Kimi bunu paşalar bayrağı yaptı herkese duyurdu, duyuru karşılık buldu, yolunu buldu. Kimi sessiz sedasız, “elbet bir gün” diyerek devam etti. Ödediği bedeller ya sinesine ya da toprağa gömüldü. 

Zaman değişmiş, koşullar değişmiş, iletişim yöntemleri, teknolojiler, jenerasyon değişmiş… Hala masaaltı diyaloglarla, aynı anlamın sentaktik versiyonlarıyla farklı sonuç elde etmeye çalışmak anlamsız. Yeni koşullarda, yeni jenerasyona hatalı geni aktarmak, mutasyon örneklerini ululamak bir şey kazandırmadığı gibi kaybettirecek. Siyasetin arayışa girdiği dönemlerde, bir seçenek olabilecek milliyetçiliği, bir seçeneksizlik haline getiren sebepler, devamlılığın doğası gereği, yeni bir tanımlamayı, bu tanımlama üzerinden de yeni bir kabulü getirir.

Çünkü “bir şey haddini aşarsa zıddına inkılap eder”, uzun süreli bir hakim zihniyeti bundan azade düşünmek aptallık değilse bile saflık olur. İsteyen kabul etsin, istemeyen etmesin, yükselen bir milliyetçilik var ve siz kavga ederken bu milliyetçilik yeni referans noktaları, siyasetle hiç alakası olmayan insanların dahi görebileceği çıktılarla, “yeni milliyetçilik” olarak derinden geliyor.

Bu durum elbette sadece milliyetçileri ilgilendirmiyor. Çünkü zıddına dönüşme herkes tarafından olumlu karşılanmayacak. Diğer mahallelerde de masada yeri olanları rahatsız edecek bir durum. Sonuçta hangi mahalle olursa olsun, yakın tarihin tartışmaları içinde yitip gidenler kaybolacak, yakın tarihin değerlendirmesini yapıp üretime geçenler, yeni milliyetçiliğin yeni sahipleri olacak. Adını da onlar koyacak.

Demem o ki, eğer yeni bir yol aranıyorsa, birilerinin dişlerini sıkarak izlemesine takılıp kalmamak lazım!


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 326 times, 1 visit(s) today

Close