Son 500 yıldır felsefe sahnesinde üzerine en fazla tefekkür edilen kavramlardan birisi, şüphesiz özgürlüktür. Özellikle modern felsefeyle birlikte hemen her filozof, özgürlüğün mahiyeti hakkında kelam etmiş ve nasıl tesis edileceği yönünde etik ve metafizik sistemler yaratmıştır. Felsefenin Almanca konuşulan coğrafyaya intikal ettiği 1790 ve 1800’lü yıllarda yalnızca filozoflar değil, sanatçılar dahi özgürlük şarkılarını dillerinden düşürmemişlerdir. Çağın entelektüel açıdan en nüfuzlu şehri Jena’da özgürlük sesleri ülkenin her bir noktasından duyulur ve yeni bir okulun doğmasına vesile olur: Alman İdealizmi.
Alman İdealizmi’nin problemi, özgürlüğü ayakları yere basan bir forma kavuşturmaktır. Çağın olaylarını göz önünde bulundurursak özgürlük hasreti yalnızca Almanya’yı değil, tüm Avrupa’yı sarmıştır. Öyle ki 1790’ların Paris’inde cereyan eden hadiseler, çağın ruhunun pratik tezahürleridir. İyi yaşamın kurulabilmesi; önce özgürlüğün tesis edilmesi ve özgürlüğün problemlerinin elimine edilmesiyle mümkün hale gelecek meşakkatli bir felsefi teşebbüstür. Alman İdealizmi’nin ana hatlarını çizme açısından bu teşebbüs son derece önemli bir noktadır. Meşakkatlidir çünkü modern bilimin ve felsefenin mirası, özgürlüğü müşkül bir konuma getirmiştir.
Modern felsefe geleneği, Descartes ile başlamaktır. Descartes ve sonrasındaki felsefenin başlıca kusurlarından biri, sahip olduğu modern düalistik yapıdır. Yani özne ile nesne arasındaki ayrık yapı ve iki kutbun birbirleriyle olan etkileşiminin bir türlü tutarlı zemine oturamaması. Buradaki güçlükler özellikle Descartes’ın ve Kant’ın felsefesinde kendini çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Geleneğin bu yapısı felsefeye, özgürlük ile zorunluluk arasında bir ayrım yapma gerekliliği şeklinde sirayet etmiştir.
Sonuç olarak özgürlük bahsi açıldığı takdirde her zaman karşıt olarak doğa (zorunluluk) kavramı peşinen gelmektedir. Kant, söz konusu bu düalistik yapıya bir özdeşlik kimliği kazandırma başarısını elde edememiş olsa da pratik felsefede özgürlüğün kurulma ihtimalini göstererek haleflerini olumlu anlamda etkilemeyi başarmıştır. Alman İdealizmi’ne gelindiği zaman ise modern felsefe geleneğinin yaratmış olduğu düalizmi aşma ya da özdeşleştirme çabalarıyla karşı karşıya kalınacaktır. Kant’ın pratik felsefesinde, özgürlüğün öznesi olarak eyleyebilen fail, Fichte’nin felsefesinde kendini gösterir ve böylece Alman İdealizmi’nin temelleri atılır.
Kant’ın teorik felsefesinde yalnızca fenomenlerin bilgisine sahip olabileceğimizi ve kendinde şey’in anlama yetimizin sınırlarına dahil olamayacağını dile getirmesine, çağdaşları tarafından eleştiriler gecikmez. Jacobi, bu felsefeyi bilimi kurmaktan son derece uzak, nihilist bir felsefe olarak yorumlayarak Alman İdealizmi’nin filizlenmesinde nüfuzlu bir rol oynar. Fichte’ye gelindiğinde ise filozof, hocasını muhaliflerinden koruma davası için kendini yeni bir felsefeye hazırlar. Dahası, aynı misyonu üstlenen diğer bir Kantçı Reinhold’un başarısız Kant savunması da Fichte’yi felsefe sahnesine çekmiş, dolayısıyla Alman İdealizmi’nin doğmasına vesile olmuştur.
Yukarıda dile getirdiğim özne ve nesne karşıtlığı, Fichte’den önce post-Kantçı düşünürleri rahatsız etmiş olsa da post-Kantçılar elbette Fichte kadar etki bırakamamışlardır. Fichte, zorunluluğun alanı olan doğayı (ben olmayan) Ben’in kendini koyma kudretine indirgeyerek doğanın ya da ötekinin metafiziğini yaratma teşebbüsünde başarısız olur ve özdeşliği tesis etme projesi muvaffak bir sonuca erdiremez. Fichte bu yönüyle transandantal felsefeyi Ben’in edimselliği şeklinde tasarlamaktan ve Kant’ı radikalleştirmekten öteye geçemeyen bir üniversite profesörü olarak kalır.
Dikkate değer hususiyeti ise özgürlüğü dolaysız bir şekilde öznenin var oluşuna dayandırması olmuştur. Sözün kısası, Fichte’ye göre özne kendini koyar ve bunu sahip olduğu mutlak özgürlük ile gerçekleştirir. Ancak problem, Ben’in ötekiyle ya da doğayla özdeşliğinin, öznenin varlığına atfedilerek vuku bulamayacağıdır. Nitekim buradaki radikal Ben-lik, 1800’lerin Jena’sında genç filozof Schelling’i rahatsız edecektir.
Schelling, Fichte’nin felsefesini tamamlama sorumluluğu taşıyarak Jena’daki entelektüel sahnede kendini gösterecektir. Yukarıda değindiğim modern felsefe güçlüklerini erken yaşta fark edip yarığı kapatma gayretinde bulunan Schelling ile birlikte Alman İdealizmi asli kimliğine kavuşmuştur. Hume’un nedenselliğinden Kant’ın şematizmine kadar kendini alenen gösteren düalizme karşın Schelling’in önerisi özne ve doğa özdeşliğidir. Ancak burada Newtoncu mekanik felsefeden öte, Schellingci organik felsefe söz konusudur.
Nitekim özgürlük, organik bir tasavvurla ihtimal dahiline girebilecek kavramdır: doğa ve öznenin bir ve aynılığı… Schelling, özne ve nesne arasında düalizmle sonuçlanmayacak bir birlikteliğin felsefesini araştırmaktadır. Nitekim özdeşlik felsefesi budur. Mutlak; özne ve nesnenin ya da ben ve ötekinin Schelling’in tabiriyle bir zincir formatına kavuşturulması, özdeş kılınmasıdır.
Schelling’de özne ve doğa birbirlerinden müstakil olmayan tek bir organik bütünlüğü temsil etmektedir. Dolayısıyla özneye karşıt bir doğa ya da doğaya karşıt bir özneden bahsedilemez ve bu yüzden kendinde şey’in bilinemezliği diye bir şeyden bahsedilemez. Schelling’in buradaki tasavvuru bilinç sahibi bir doğa tasarımdır. Kendinde şey’in bilinmezliğinin nihilizm ve ateizmle sonuçlanacağı kanaatini taşıyan Jacobi’nin eleştirilerinin Alman İdealistleri tarafından ne kadar dikkate alındığı belirtmekte fayda var.
Schelling’in tespit ettiği can alıcı nokta, Kant’ın açmış yaratmış olduğu özne-nesne düalitesinin ancak ve ancak öznenin karşıtının bilinçsiz olmaması şeklinde ele alınarak üstesinden gelineceğidir. Bu teşebbüs, Alman İdealizmi’nin asli karakterini betimleyen mutlak kavramına da atıf yapmaktadır. Dolayısıyla denilebilir ki Alman İdealizmi mutlağın felsefesidir ve bu yönüyle Kant’ın açmış olduğu yolu tamamlama projesidir. Öznenin karşıtının da bilinçsiz bir “şey” olarak kurulamayacağını temellendiren Schelling’i tam da bu pozisyondan izleyen isim Hegel olmuştur.
Hegel, Schelling’den farklı olarak modern toplumda etik yaşamın olanaklarıyla uğraşır ve özgürlüğü bütün öznelerin bir aradalığı olanağını göz önünde bulundurarak temellendirmeye girişir. Schelling’in açmış olduğu bilincin karşısında yine bir bilincin var kılınabilmesi zorunluluğunun yolu tanınma felsefesinde kendini gösterir. Hegel’de bilinç, karşısında bir başka bilinci tanır ve bu sürecin neticesinde mutlak tin teşekkül eder. Hegel etik bir açıdan da olsa düalizmin üstesinden gelmektedir. Sonuç olarak Hegel’de özgürlük, Kant’taki ödev ahlakıyla, Fichte’deki Ben’in kendini koymasıyla ya da Schelling’deki doğayla özdeşliğin bir aradalığıyla gerçekleşecek bir şey değildir. Seleflerinin aksine, öznenin karşıtındaki özneyle girdiği tanınma mücadelesinden doğan bir mutlak tin ile tahakkuk eder.
Alman İdealizmi, Fransız İhtilali’nin cereyan ettiği çağın zeitgeist’ı olan özgürlüğün felsefedir. Kant, Fichte, Schelling, Hegel’in ve hatta tüm romantiklerin meşgalesi özgürlüktür. Dolayısıyla yaşamın olanağını özgürlüğün var kılınmasında arayan, yeni dünyanın felsefesidir. Alman İdealizmi felsefenin en çarpıcı fikirlerine ev sahipliği yapmış olsa da ömrü uzun olmamıştır. Hegel’in ölümü sonrasına Almanya’daki entelektüel hareketlerin en popüler cenahını temsil eden kimi Hegelciler, idealizmin tersine materyalist bir formdan hareket ederek ya da deyim yerindeyse Hegel’i ters çevirerek özgürlük bahsini açacaklardır.
1790 ve 1831 yıllarını kapsayan bu dönemi yalnızca özgürlük mefhumuna indirgemek elbette doğru değildir. Alman İdealizmi, Descartes’ın, Spinoza’nın, Newton’ın, Hume’un ve Kant’ın temsil ettiği Kartezyen metafiziği ve mekanizmi çağın problemlerine yanıt veremeyecek kadar tekdüze görmüştür. Geleneksel felsefenin bu yapısı Almanlara bilim yapabilme olanağı tanımamış ve yeni bir bilim, wissenschafts-lehre ihtiyacı hasıl olmuştur. Özgürlük ise tam da bu maslahat ile doğrudan ilişkili bir problemi oluşturmaktadır. Toparlayacak olursak Alman İdealizmi, Platon’un ya da Aristoteles’in emellerinden müstakil bir felsefe okulu değildir. Tıpkı antikler gibi modernler de etik yaşamın tecelli etmesi uğraşı içerisinde özgürlük metafiziği temellendirirler. Felsefenin kadim problemi hala muhtevasından ve meramından bir şey kaybetmemiştir.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.