9:26 am Siyaset

Kimsesiz Cumhuriyet’i Yeniden Hatırlayabilmek

“Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” sözü, Cumhuriyet tarihimizin belki de en anlamlı sözüdür. Cumhuriyetin tebaayı vatandaş yapan niteliği -ki Durmuş Hocaoğlu bu ayrımı “Tebaa ve vatandaş arasındaki en önemli kavramsal fark da budur: Halk pasif, değiştirilen kitle ise tebaadır; aktif, değiştiren kitle ise vatandaştır” sözleriyle açıklamaktadır- Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutan temel dinamiğin formülüdür.

Vatandaş, haklarıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlıdır; Türk milleti, binlerce yıllık geçmişi ve tarihî birikiminin sonucunda birbirine kenetlenmiştir. Cumhuriyet, bu kenetlenmenin bütün sorumluluğunu üstlenmektedir. Bu yüzden kimsesizlerin kimsesidir, bütün sınırları ve farklılıkları ortadan kaldıran bir dayanışmanın, eşitsizliğe karşı adaletin belirme ihtimali dahilinde örfü ve geleneği de barındıran, bir arada yaşama halini de bu şekliyle sağlayan bir canlılıktır.

Millet hayatı bu yüzden canlıdır ve Cumhuriyet’i cumhuriyet yapan temel nitelikler de bu hayatın içinde saklıdır. Kırklareli’nden Yozgat’a kadar uzanan Anadolu topraklarında, çiftçiye tarlasına “Cumhuriyet 100 yaşında” yazarken coşkuyu ve inancı hissettiren, ülkesi için faydalı bir iş yaptığını düşündüren de millet hayatıdır.

İliklerimize işleyen cumhuriyeti yeniden hatırlamalıyız. Yüz yıllık bir birikimi miras kabul edecek miyiz, yoksa reddimiras utancının ardından kayıtlardan düşecek miyiz? İyi ve kötü işler, sevilen ve nefret edilen bütün aktörler, olaylar ve süreçler hepimizin gerçeğidir. Bizler bu gerçekleri Cumhuriyet altında, bu topraklarda yaşadık. “Yüzleşme” adı altında yeniden canlandırılan gerilimli fay hatlarının, sürekli gündeme getirilen farklılıkların ve bunu siyasi olarak olumlu anlamda karşılama girişimlerinin ardında gizlenen bir cumhuriyet nefreti ya da kompleksi bulunuyor. Bunun çok sınırlı, küçük fakat etki alanı büyük bir zümrede etkili olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

İktidar mekanizması her şeye rağmen, üstelik kültürel hegemonyayı da kırmasına rağmen millet hayatındaki canlılığı kıramıyor. Muhalefete yön vermeye çalışan cumhuriyet değerleri karşıtı lobinin faaliyetleri, yüz yılın birikimini sözde aydınlardan koparsa da Anadolu’nun ücra köşelerinden koparamıyor. Bir anda, küçük bir tarlada yüz yılın birikimi karşınıza çıkıyor. Renksizlikler, yetersizlikler, cumhuriyet faziletlerine gereken önem verilmemesi, yüz yılın gereğince anılmamasına rağmen bazen umudu traktörün geçtiği izlerde görebiliyorsunuz.

Yeniden “Türk’üm, Özür Dilerim” diyecek miyiz?

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılının kutlandığı bir ülkede yaşamanın ayrıcalığının, özellikle etrafındaki çatışmalı sınırlar düşünüldüğünde yeterince farkında olmayan, daha da kötüsü farkındaysa ciddi art niyet taşıyan bir karşı girişimin söz konusu olduğu görülüyor. Bu karşı girişim, aslında devlet ve millet hayatı arasında var olan uyumu bozan, birbirine güvenmeyen kitleleri yaratan, sürekli çatışmalı alanları görünür kılan bir yönetim mekanizmasına da işaret ediyor. Böylece vatandaş, bu karşı girişime teslim olurken bu mekanizmanın etki alanına da tamamen uyum göstermeye başlıyor. Vatandaşı tekrardan tebaa yapmaya çalışan zihniyetin, sanal bir güvenlikçiliği milliyetçilik olarak sunup hakiki temellere dayanan Türk milliyetçiliğini ise marjinalleştirme ve “suç unsuru” sayma girişimini de bu süreçten bağımsız değerlendiremeyiz. Demokrasiye olan inancın neredeyse bütün siyasi aktörlerin katkılarıyla yitirilmesi ve cumhuriyete dair her türlü değerin uzun yıllar devam eden çalışmalarla aşındırılması, “yeni” olduğu iddia edilen bir milliyetçilik sunarken yüz yılın aktif birikiminin ve binlerce yılın hafızasının sonucu olan, Türk düşünce ve siyaset/devlet adamlarının katkılarıyla şekillenen Türk milliyetçiliğinin dışlanması ve kriminalleştirilmesi girişimi aynı kapsamdadır.

Türk milliyetçiliğine yönelik bu öz değiştirme girişiminin yeni olmadığını da elbette ifade etmek gerekiyor. İktidar olmanın mutlak hedef olduğu bir siyasi bağlamda milliyetçilik veya farklı değerlerin ya da ideolojilerin arka planlarda kalması maalesef olağan haline geldi. Türk milliyetçiliğini üstlenme iddiasını taşıyıp iktidar olmanın ya da iktidarda kalmanın gereklerini bununla perdelemenin milliyetçiliği aşındırdığı bu süreçte Türk milliyetçiliğinin “suç” kapsamına alınması da geçmişteki örneklerini andırıyor. Bu, İnönü devrinin yönetim anlayışına karşı sivil ve alternatif bir milliyetçiliğin yargılanması gibi, “Ulan öküz Anadolulu, sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz” zihniyetinin partilere ait değil dönemleri aşan bir özelliğe sahip olduğunu gösteriyor.

Bu süreci bir “elek” mekanizması olarak da değerlendirebiliriz. Eleğin sınırlarını “sığınmacılar”, “yalnızca dinî hassasiyetler”, “iktidarın önceliği” ve “sanal bir güvenlikçilik” belirliyor. Elekten geçenler iktidar mekanizmasının alanına girerken eleğe takılanlar, yani bu eleğin sınırlarından rahatsız olanlar, dışlanma sürecine, suçlanmaya varan bir gidişata itiliyor. Bu marjinalleştirme kimin işine yarıyor? Onun cevabını da herkesin değerlendirmesi dahilindedir ve yalnızca iktidarda değil kendini “muhalefet” olarak tanımlayan alanda da mevcuttur.

Belki de öne süren ve sürülen, plana sadık kalıyorlardır… Zaten bu süreç için üretilen yeni aktörler Türk milliyetçiliğinin marjinalleştirilmesi ya da öz değişimi kapsamında düzenli gündeme geliyor. Sonuçta oluşan cendere, hepimiz için yeni bir kıskacın işaretini veriyor. Bizden yeniden, “Türk’üm, özür dilerim” hissiyatını yaşamamızı istiyorlar. Bir tepkinin ifadesini yeniden kullanacak mıyız, daha önce olduğu gibi dışlanma travmasını sonuna kadar yaşayacak mıyız, yoksa Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, “Türk’üm, gurur duyuyorum” diyecek miyiz?


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 76 times, 1 visit(s) today

Close