Sonda söyleyeceğimizi başta söylemekle güzel bir iş yapmış olalım. Hayır, tarih ilminin münasebetlendirdiği bir izlek olmadan Türk milliyetçiliği bir berzah ya da güzergah belirleyemez. Türk entelektüel tarihinin modernleşmeyle haşır neşir olduğu yüzyılın sonunda kemale eren Türklerin menşei meselesinin, önce İslam tarihinden bir kopuşu getirdiği; sonrasında Türkiye-Orta Asya hattının çizdiği pergelin ucuna yerleşerek bir Turanizm’e (çoğu zaman hissî ve mistifike) daldığı vaki. Bu pergelin bir ayağı İstanbul iken diğer ayağının Orta Asya’nın göreli gelişmiş Rus müstemlekelerindeki illerden olması ise şaşırtıcı değil.
İslam tarihiyle epistemolojik kopuşun yaşandığı bu asrın, Türklere bir köken biçme sorununa verdiği yanıt ise Türkoloji ve tarih ilimlerinin hendesesinden çıkan yaratıcı ilmî teorilerin Avrupa Türkiyatı ile olan etkileşimleriyle vazıh olmuştur. Türk milliyetçiliği, işte bu simbiyotik ilişkinin baş göz ettiği bir sahada, ideolojik çöküşlerin ve küllerinden doğan yeni ideolojilerin asrında kilit konumdaki tarihçi ve Türkologların bir eseriydi. Orta Asya’nın mezkur etkisi Türk milliyetçiliğine bir etno-sentrik aşı yapmış, Dünya Savaşı’nın birincil planlarından biri haline gelmiş, Turanizm’i ise bir dış politik enstrüman olarak iki savaş arası dönemin kilit mevkisi konumuna yükseltmiştir.
Ancak köken sorunu yukarıda özetlemeye çalıştığımız ideolojik katışkılardan daha mühimdir. Modern psişenin bir aidiyet ve özne kurma özlemini yansıtır. Bu minvalde Kemalist dönemin bu psişeyi aşmak ve tarihsel özne olmak için itibar ettiği şey, yine tarih ilminin (Türk Tarih Tezi) kendisi olmuştur. Tez basitçe, tüm büyük medeniyetlerin kaynağına Türkleri koyar.
Avrupa’dan beş bin yıl önce Yontma Taş Devri’nden çıkan Türkler, göçler vasıtasıyla Avrupa’ya varmış ve orayı medenileştirmiştir. Aynı saik ile Batılılaşma çabaları bir tür öze dönüş addedilmektedir. Maarif Vekili Esat Bey’in söyledikleri, tezin ne kadar hayati olduğunu anlamamız için hayli anlamlıdır: Tarih tedrisinde birinci vazifemiz millî tezin mahfuziyetidir. Millî tezimizi çürütecek mevzulardan uzak kalmak her birimiz için, muallim için, talebe için millî ve vatani bir mükellefiyettir.
Kemalist tarih öğretisinin mühim bir hedefi, Türk milletinin usulen bağlı olduğu kadim tarih anlatılarından kopardıktan sonra onu bir kökene yerleştirme çabasında tebellür etmektedir. Bu, imparatorluktan cumhuriyete geçişin belki de en sancılı sürecidir çünkü neticede bir varlık sorunu olarak köken, orada durmaktadır. Meselenin mühimliği bizzat Atatürk tarafından da dile getirilmişti, ona göre millî tarih misyonu İstiklal Savaşı’mızın manevi cephesini teşkil etmekteydi.
Avrupa ülkelerinin, antropolojik tahlillerle medeniyet inşacısı olarak İndo-Avrupalı köklere yaptığı vurgu, Türkleri medeniyet yıkıcısı sarı ırk olarak yaftalamıştı. Halbuki Türk Tarih Tezi’ne göre bu iddia doğru değildi, nitekim Türkler medeniyet yıkıcı değil bilakis inşa edici idi. Kökenlerden epistemolojik bir kopuşun getirdiği manevi yük, Türk milliyetçiliğinin tarih ile simbiyotik ama onu kesen, içeren ama aynı zamanda modüler bir hale getirmekle onu dışlayan çapraşık bir hüviyete büründü.
Nitekim aynı kafa karışıklığını, yani İslam-Türklük-Garplılık arasındaki kimi zaman çelişkili şedit ilişkiler bütününü cumhuriyetin erken dönem ideoloğu, 30’larda ise tarihî mirasına karışmış olan Ziya Gökalp’ta da bulmaktayız. Gökalp’a göre Türkler, önce Asya-yı Şark Medeniyetine, İslam olduktan sonra, Şark Medeniyetine dahil olduktan sonra şimdi de Garp Medeniyetine, yani laik bir medeniyet dairesine giriyordu. Epistemolojik karmaşa burada da söz konusudur, her ne kadar Gökalp, böyle iç içe geçmiş ve hars olarak ananevi özellikleri (maddi olmayan külterel unsurları) haiz bir tarihin yazılamayacağını düşünmüş olsa da Türk milliyetçiliğine bir rabıta belirleme çabasıyla buna girişmekten kendini alamaz.
Tarihsel çatallanma burada kendini göstermektedir. Bir milliyetçilik inşası tarihi yazıldığında söz konusu entelektüel çabanın siyasal atmosferle çekimlendiği bir Türkoloji ve tarih ilmiyle, aralarında psiko-sosyal zıt kutupları barındıran bir ulus-inşa sürecinin farklı uzamlardan birbirine değdiği ve buradan zemin bulan farklı tarihsel köken arayışlarının ayrışarak hem dehrî (seküler) hem de modern bir sosyal bilimi tesis ettiği söylenebilir. Ancak söz konusu modern sosyal bilimin tesisinden evvel Türk milliyetçiliği -doğrusu Türk milliyetçiliği içindeki henüz siyasal olmayan kültürel damar- yukarıda özetlemeye çalıştığımız yeniden orijin bulma arayışlarına bir cevap bulmakta gecikmeyecektir.
Tek partinin iktidarı boyunca neşet etmesini umut ettiği medeniyet inşacısı rol, denilebilir ki kültürel milliyetçilerin elinde bir oyuncak hüviyetindedir. Nitekim tarihsel inşanın İndo-Avrupa kökenlerine rijit bir karşı duruşa, hatta düşmanlığa varacak ölçüde küresel bir imperya desturunun mitik iddiasını bütüncül bir sahiplenmeye tabi tutacaktır. Türk[iye] tarihi söz konusu olduğunda ise mezkur Kemalist iddianın tersine Anadolu medeniyetleri sahiplenilmeye çalışılmaz, aksine bu anlayış küçümsenir. Zira mesela Atsız’a göre Türk tarihi, Orta Asya’da ve diğeri batıda olmak üzere iki ana vatana sahiptir.
Atsız, milattan önce on ikinci asırdan on birinci asra kadar Mançurya’dan Kırım’a uzanan bir ilk ana vatandan bahsederken on birinci asır itibarıyla batıda Horasan ve Azerbaycan, Anadolu, Irak ve Suriye’yi içine alan ikinci bir ana vatanın teşkil edildiğine işaret ederek orijini tam bu iki menşeye paydaş kılmaktadır. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Bu bütünle hemhal olan büyük Türk milleti, Anadolu’dan daha büyük bir coğrafi-tarihî alanı kaplamaktadır.
Nitekim Türk milliyetçiliğinin bu karşı-tarihsel duruşu, Nejdet Sançar’ın ifadesiyle devrin siyasîlerinin Türklüğü Türkiye sınırları içine hapseden yüksek siyasetine bir reaksiyondu. Aynı ifade 1942’de bir diğer karşı-tarihsel Türkçü diyebileceğimiz Rıza Nur’da da mevcuttur. Nur’a göre Türk milliyetçiliği köken olarak hem Türkiye içi, hem Türkiye dışı Türklerinde başlamıştır. İki başlangıç da hemen hemen aynı zamana tesadüf eder. İlk Türkçüleri Hun (Hiyung-Nu)larda, Göktürklerde aramak gerekir.
Tarih ilminden gayrı bir Türk Milliyetçiliği düşünülebilir mi? Sorunun kışkırtıcılığı, tarihî mirasa yaklaşımların siyasi, sosyo-psikolojik mikyaslarla deruhte ettiği bir ilmî sahayı (Türkoloji ve tarih hatta filoloji) imlemekle, bu sahayı meydana getiren öz[ne]lere (Batı tarih ilmi ve milliyet telakkileri) bir meydan okumayı içerir. Bu meydan okumanın, cumhuriyetin ilk yıllarıyla nüvelenen ama öncesinde kök saldığı belli olan siyaset psikolojisi ve toplum bilimci tartışmalara mahal ve malzeme veren tüm cumhuriyet öncesi etkileşimlerin gölgesini de ardında taşıdığı muhakkaktır.
Malzeme açısından köken sorununa verilen bu bol ve farklı dimağlardan çıkan müselsel ürünlerin topluca İndo-Avrupalı tarih telakkileri ile onlara karşı doğan reaksiyonlara ama bunun da ötesinde verilen reaksiyonların yarattıkları tepkimelere de odaklanmak elzemdir. Zira Türk tarihi, tarih kitaplarında işlenen şekliyle Anadolu’nun çevresinde (Altay Dağları’ndan Tuna kıyılarına, Mısır çöllerine değin) dolanan coşkun bir ırmağı andırır. Bu ırmak, bir yandan Türkiyat ile tarih arasında salınan mümeyyiz bir ideoloji hüviyetini edinmeye gayret ederken diğer tarafından Batı menşeli ifratlara da karşı durmaya gayret eder.
Karşı-tarihsel duruş, Togan’ın Tarih’te Usul’de vurguladığı şekliyle Batı medeniyetinin mümtaz başarılarını, deniz yollarının sağladığı maddi kazanç ile Avrupa’daki yaratma zihniyetinin bir bileşkesi olarak sunmaktadır. Bu bileşkede Batı’ya yamanmak için bir neden yoktur, olsa olsa bir metot ve usul çizgisi takip edilebilir. Aksine Türk milletinin seçkin tarihsel dönemi tıpkı Batılı fikriyatlardan kopya edilen bir antropolojik çizgi ile Anadolu’ya taşınmamalıdır çünkü tarihsel mirasını bir büyük devletler enkazından devralmıştır. Zira antropolojik çizgi, aryanî üstünlükler psikozunu yaratan ilmî metottur. Buna karşı üretilen tezler ise onun basit birer kopyası olmaktan öteye gidememiştir. Halbuki, Türk tarihi Togan’ın Türk Tarih Kongresi’nde suçlanacağı şekilde bir boy veya uruğa indirgenemeyecek ölçüde geniştir. Psikoza verilen yanıtın yeni psikozları beslediği, bunun neticesinde köken sorunun bir aidiyet hatta özne, dolayısıyla varlık sorununa dönüştüğü, erken cumhuriyet döneminde yaşanan milliyetçilik tartışmalarında açıkça ortadadır.
Esasen Türkiye’de milliyetçiliğin tarihi, Namık Kemal’in Renan’ın İndo-Avrupalı psikozu yansıtan L’Islamisme et la science (İslamcılık ve Bilim) adlı konferansa verdiği Renan Müdafaanamesi telifi ile başat yürüyen bir karşı-duruş tarihi olarak şekillendi. Tarihsel kümelerin kesiştiği pek çok düzlemin etki-tepki ve sentez eliyle biçimlenmesi, tarih ilmini henüz Türkiyat’ın sahasından da ayıramamış bir fikrî çizgiyi bu tarihselliğe mahkum etti. Nitekim bu tarihsellik zaman zaman İndo-Avrupalı tezlere bir karşı çıkış, zaman zaman ise bu karşı çıkışa bir karşı çıkış olarak tecelli etti. Buna mukabil, bu sarmal haline gelmiş keşmekeş köken meselesinde yeni bir devre[ye] girdiğimiz Büyük Taarruz esnasında Hakimiyet-i Milliye gazetesinde halihazırda seslendirilmişti:
Ey Türk yürü! Yürü ki senin bu yürüyüşün târihde yeni bir devir açıyor. Şark âlemine saâdet ve hürriyet te’mîn ediyor. Yürü ki bütün İslâmiyet gülsün. Yürü ki bütün Şark mes’ud olsun!
KAYNAKLAR
Akün, Ömer Faruk. ‘‘ATSIZ Hüseyin Nihal’’, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 4., İstanbul, 1991, s. 87-91.
Copeaux, Étienne, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993)Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine, çev. Ali Berktay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
Demirhan, Ahmet. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiyatın Seyri, Şarkiyatçılığın Menzili, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2022.
Hakimiyet-i Millîye, 29 Ağustos 1922 tarihli imzasız başyazısı.
Nur Rıza, ‘‘Türk Nasyonâlizmi’’, Tanrıdağ Dergisi, C. 1, Sayı: 1, Mayıs 1942. s. 194.
Oruç, Doğukan. “Türk Milliyetçiliğinin Din Ile Üç Tarz-ı Münasebeti.” Millî Mecmûa, 2021,
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.