Türkiye, cumhuriyet rejimine geçişinin 100. yılını kutluyor.
Ancak, Erdoğan iktidarının Kemalist değerlere dair yıllardır uygulayageldiği “çatışmadan sönümlendirme” stratejisi doğrultusunda kutlamaların devlet ayağının pek coşkulu geçtiğini söylemek zor. Yakın zamanda patlak veren Hamas-İsrail savaşı da bu sönümlendirme stratejisi için iktidar adına bir “fırsat” yaratmış gözüküyor.
Benzer şekilde şirketlerin ya da belediyelerin anma ve kutlamaları da çoğu zaman romantize edilmiş klişelerin tekrarlanmasından ibaret.
Dolayısıyla meselenin akademik bir perspektiften irdelenmesine büyük bir ihtiyaç var.
Ben bu yazıda bunu yaptım. Uzun olduğu için üç bölüm halinde yayınlayacağım bu yazı dizisinde cumhuriyet rejimine dayalı Türk ulus-devletinin, yani modern Türkiye’nin kuruluşunu beraberinde getiren 1919-1924 Türk Devrimi’ni analiz ettim.
Sadece 1923’ü değil tüm bir 1919-1924 arasını irdelememin sebebi, cumhuriyet rejimine geçişin aslında 1919’da başlayıp 1924’te biten olaylar silsilesinin bir uğrağı olması. O yüzden yazı dizisinin bu ilk bölümünde 1919’da başlayıp 1921’de Türkiye’nin kurulması ile sonuçlanan süreci ele alacağım.
1919-1920: Meclisi açık tutma mücadelesi
Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı İmparatorluğu için bitiren Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi sonrası Osmanlı siyasetinde iki ana eğilim ortaya çıkmıştı: Sultan Vahdettin, çevresindeki saltanatçılar ve eski Hürriyet ve İtilafçılar, İtilaf devletlerinin suyuna gidip onları yatıştırma yanlısıydılar. Öte yandan çoğu İttihatçı kökenli olan her türden milliyetçiler ise İtilaf devletlerine diplomatik ve gerekirse askerî düzeyde direnmekten yanaydılar.
Devlet içerisinde yürütme erki sultanın, yasama yani meclis ise büyük oranda İtthatçıların kontrolündeydi. Direniş yanlısı İttihatçıları tasfiye etmek isteyen Vahdettin, 1878’de Sultan Abdülhamit’in yaptığına benzer şekilde, 1908’den beri açık olan Meclis-i Mebusan’ı Aralık 1918’de yeni seçimlere kadar tatile soktu. Ancak savaş sonrası koşullarını gerekçe göstererek yeni seçimleri bilinçli olarak yapmadı, devleti saraydan ve bir saray şurası olan Meclis-i Vükela üzerinden yönetmeye devam etti.
Meclis olmadan önemli bir güç dayanağını yitiren direniş yanlıları, Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Anadolu’da millî bir hareket başlattı. Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi ülkenin her bölgesinden katılan delegeleriyle bir millî meclis görünümündeydi.
Bunun üzerine, Anadolu’daki millî hareketin baskısı altında kalan İstanbul hükümeti, meclisi toplamak zorunda kaldı. Ekim 1919’da yapılan seçim çağrısı sonrası Ocak 1920’de meclis toplandı. Bu şekilde Anadolu’daki millî hareket, birincil hedefi bu olmasa da, demokratik bir zafer elde etmiş oluyor, Sultan Vahdettin’in Abdülhamit’i andıran mutlakiyetçi eğilimlerine karşı millet meclisini açtırmayı başarıyordu.
Ne var ki meclisin büyük oranda direniş yanlılarının kontrolünde olması İtilaf devletlerini rahatsız etti. Mart 1920’de İstanbul’u tam işgal ederek meclisi kapattırdı ve meclisteki direniş yanlısı önemli isimleri tutuklayıp sürgüne gönderdi.
Bunun üzerine Anadolu’daki millî hareket meclisi, Nisan 1920’de Ankara’ya taşıdı. Mayıs 1920’de ise yeni bir hükümet (icra vekilleri heyeti) kurdu.
Bu noktadan sonra İstanbul hükümeti ile Ankara hükümeti arasında bir otorite mücadelesi başladı. Osmanlı devletinin asker ve sivil bürokratları kimi dinleyecek, kimden emir alacaktı? Mayıs-Aralık 1920 arası bunun mücadelesi ile sürdü.
İtilaf devletlerinin haksız işgallerine karşı fazla teslimiyetçi davranan İstanbul hükümeti, hilafetin büyük nüfuzuna rağmen, bir noktadan sonra meşruiyetini kaybetti ve devlet bürokrasisi neredeyse tamamen Ankara hükümetine bağlandı. Ülkeyi artık fiilî olarak Büyük Millet Meclisi yönetiyordu.
1921: Türkiye’nin kuruluşu
Resmî tarihyazımında çok üzerinde durulmasa da Ocak 1921 aslında modern Türkiye’nin kuruluşu açısından çok önemli bir tarih ve dönüm noktasıdır.
Aralık 1920’ye kadar İstanbul’u saf dışı bırakıp devlet aygıtı üzerinde hakimiyetini kuran Ankara hükümeti, Ocak 1921’den itibaren ise kendisini artık savaş bitene kadar kurulmuş bir “geçici hükümet” değil doğrudan kamusal işleri devralmış ve ona göre davranan kalıcı bir devlet gibi görmeye başlamıştır. Bunun en önemli göstergesi de Büyük Millet Meclisi’nin kısa da olsa bir anayasa hazırlamış olmasıdır.
20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda dikkat çeken çok önemli bir husus, metnin hiçbir yerinde “Osmanlı” ifadesinin geçmemesi ve onun yerine birçok yerde ilk kez “Türkiye” ve “Türkiye Devleti” ifadelerinin geçmesidir.
Dolayısıyla bir ülke olarak “Türkiye” aslında 20 Ocak 1921’de kurulmuştur. Ancak İtilaf devletlerine ve onların bölgesel taşeronu gibi davranan güçlere karşı yürütülen savaş devam ettiği için Türkiye’nin güncel toprak sınırlarıyla uluslararası düzeyde tanınması ancak 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanması ile mümkün olabilmiştir.
Diğer bir deyişle, “Türkiye Cumhuriyeti”nin kuruluşu 29 Ekim 1923 olmakla beraber, rejimi henüz belirsiz olmak üzere, bir ulus-devlet olarak “Türkiye”nin kuruluşu 20 Ocak 1921 ya da 24 Temmuz 1923’tür.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda dikkat çeken bir başka çok önemli husus, Büyük Millet Meclisi ilk açılırken sultan/halifeye bağlı kalınacağı deklare edilmiş olmakla beraber, metinde “saltanat” ve “hilafet” ifadelerinin hiç yer almaması ve sıklıkla “millî egemenlik”e ve meclisin yetki ve gücüne vurgusu yapmasıdır. İlk iki madde şöyledir:
“Madde 1: Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir.
Madde 2: İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.”
Dolayısıyla, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, daha o zamandan cumhuriyet rejimine kapı aralayan bir yapıdadır.
Bu dönemde Ankara hükümetinin cumhuriyet rejimine kapı aralayan başka bir adımı, 3 Mayıs 1920’de kurulan 1. İcra Vekilleri Heyeti’nde (yani bugünkü tabirle “bakanlar kurulu”nda), “TBMM Başkanı” ve “İcra Vekilleri Heyeti Reisi” (yani başbakan) makamları birleşikken 24 Ocak 1921’de kurulan 2. İcra Vekilleri Heyeti’nde bunların ayrıştırılmasıdır.
Bu yeni yönetim yapısında Kemal Paşa’nın TBMM Başkanı unvanı devam etmiş, İcra Vekilleri Heyeti Reisi Fevzi Paşa olmuştur. Bu şekilde aslında Kemal Paşa de facto bir “devlet başkanı” haline gelmiştir. Nitekim Ekim 1923’te cumhuriyet rejimine geçilip kendisi de jure devlet başkanı oluncaya kadar da ülkeyi bu unvanla devlet başkanı gibi yönetmiştir.
Diğer bir deyişle, yeni kurulan Türkiye aslında Ocak 1921’den itibaren fiilî bir cumhuriyettir. Ne var ki bunun adının tam konması biraz zaman alacaktır.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.