Birinci yazıda Anadolu’daki millî hareketin yeni bir ülke olarak Türkiye’yi kuruşunu anlattım. Bu yazıda ise rejimin adının konmasını irdeleyeceğim.
Ocak 1921’de Ankara’da kurulan devlet, beklenmeyeni başararak Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde Kurtuluş Savaşı’ndan net bir zaferle çıkınca, bu durum hem bu yeni devletin konumunu kalıcılaştırmış hem de Kemal Paşa’nın toplumsal ve siyasal prestijini muazzam ölçüde arttırmıştı. Kemal Paşa da bu prestiji siyasal gücünü daha da arttırmak için kullanmakta kararlıydı.
Savaş süresince Sultan Vahdettin’in İtilaf devletlerine karşı aşırı teslimiyetçi tutumu, millî hareket içinde zaten büyük bir tepki oluşturmuştu. Bunun üzerine savaş bittikten sonra İtilaf devletleri barış görüşmelerine hem İstanbul hem de Ankara hükümetlerine aynı anda davet gönderince bu durum Büyük Millet Meclisi’nde büyük bir kızgınlığa yol açtı.
Bu kızgınlık ortamında, Kemal Paşa’nın girişimleriyle Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdı. Bu şekilde hem ülkedeki tek siyasal yönetim organı Ankara’daki yeni devlet oluyor, hem de cumhuriyet rejimine doğru bir adım daha atılmış oluyordu.
Osmanlı saltanatı 600 yıllık köklü bir kurumdu. Böyle bir kurumun kaldırılabilmiş olmasında Vahdettin’in hainlik derecesindeki teslimiyetçi tutumu ve Mustafa Kemal Paşa’nın muazzam prestiji şüphesiz etkiliydi. Ancak bunlar kadar “saltanat” ve “hilafet” makamlarının ayrıştırılması ve hilafetin değil sadece saltanatın kaldırılması da önemli bir etken olmuştu. Bu şekilde halen Osmanlı hanedanına bağlılık hisseden kesimlerin ikna edilebilmesi sağlandı. Çünkü bu şekilde dünyevi bir otoriteyi temsil eden saltanat ortadan kalksa bile halifenin manevi otoritesi devam ediyordu. 1909’da Sultan Abdülhamit’in tahttan inmesinden beri Osmanlı sultanlarının gerçek bir otoritesi zaten yoktu. Hanedana manevi düzeyde bağlı çevrelerce bunun resmî düzeyde de ortadan kalkması o kadar büyük bir problem değildi.
Öte yandan Kemal Paşa ve 1921’den beri onun çevresinde adım adım oluşmuş radikal siyasal ve toplumsal dönüşümden yana olan otoriter-modernist kesimler için saltanatın kaldırılması sadece bir ilk adımdı. Henüz siyasal dengeler cumhuriyet rejimine geçişe uygun olmadığı için önce böyle bir ilk adım atılmıştı.
Sanılanın aksine, Türkiye’de cumhuriyet rejimine 28 Ekim gecesi Mustafa Kemal Paşa’nın “yarın geçiyoruz” demesiyle geçilmedi. Kurtuluş Savaşı’nın Ekim 1922’de bitmesi ve özellikle saltanatın kaldırılmasından sonra Türkiye kamuoyunda bir rejim tartışması zaten başlamıştı.
Yeni bir ülke olarak “Türkiye” kurulmuştu, bu ülke Temmuz 1923’te uluslararası düzeyde de tanınmıştı ancak bu yeni ülkenin rejimi nasıl olacaktı?
Bazı hususlar belliydi: Bu yeni ülke bir imparatorluk değil ulus-devletti, yönetimi halk egemenliğine dayanıyordu, dolayısıyla yetki öncelikle meclisteydi. Ancak bu rejimin adı tam olarak neydi, meclis ile hanedan arasındaki ilişkinin niteliği nasıl olacaktı, kuvvetler birliği mi kuvvetler ayrılığı mı esas alınacaktı, rejim ne derece demokratik olacaktı gibi soruların cevabı hala belirsizdi.
Bu tartışmalar ekseninde, Ocak 1923’te Mustafa Kemal Paşa basına verdiği demeçlerin birinde ilk kez cumhuriyet rejimine geçmekten bahsetti.
Nisan 1923’te ise Kemal Paşa Birinci Meclis’i (anayasaya aykırı bir şekilde) feshettirdi. Haziran 1923’te yapılan seçimlerde Birinci Meclis’te kendisine muhalefet etmiş ya da etme potansiyeli taşıyan isimlerin yeni meclise girmelerine imkan vermedi. Bu şekilde, yapmak istediği radikal siyasal ve toplumsal dönüşümlere itiraz etme potansiyeli düşük, daha ehlileştirilmiş bir meclis oluşturdu.
Ayrıca Eylül 1923’te aylardır hazırlıklarını sürdürdüğü ve ülkedeki tek örgütlü siyasal parti olacak olan Halk Fırkası’nı kurarak meclisteki hakimiyetini pekiştirdi.
Bu güç pekiştirme hamleleri üzerine beklemeye koyulan Mustafa Kemal Paşa’nın cumhuriyet rejimine geçiş için aradığı fırsat Ekim 1923’te geldi.
Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütmenin organlarının tam birleşimine dayalı “meclis hükümeti” sistemine dayanıyordu. Bu durum İkinci Meclis’te de devam etti. Bu sistemde her bir “icracı vekil” (yani bugünkü anlamıyla “bakan”) meclis tarafından tek tek seçiliyordu. Tüm bir bakanlar kurulunun ortak güvenoyu aldığı bir sistem yoktu. Bu sebeple birbirleriyle dünya görüşü olarak farklı, uyumsuz bakanlar birlikte çalışmak zorunda kalabiliyordu.
Ekim 1923’te gene bu amaçla yapılan bir oylamada TBMM 2. başkanı ve içişleri bakanlığı pozisyonlarına meclis, mevcut Fethi Bey (Okyar) hükümetinin önerilerini dinlemeyerek sırasıyla Rauf Bey’i (Orbay) ve Sabit Bey’i (Sağıroğlu) seçti. Meclis, ehlileştirilmiş olmakla beraber halen Kemal Paşa’nın isteklerinden farklı hareket edebilmekteydi. Kemal Paşa özellikle Rauf Bey’in seçilmesinden rahatsız oldu çünkü Rauf Bey, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına sert muhalefet etmişti. Onun böyle bir pozisyona seçilmesi meclisin Lozan Antlaşması’na tam güvenoyu vermediği şeklinde yorumlanabilirdi.
Mustafa Kemal Paşa bu durumu cumhuriyet rejimine geçebilmek için kullanabileceği bir sorun olarak gördü ve onu bilinçli olarak bir hükümet krizine dönüştürdü.
Bu doğrultuda, Fethi Bey’e, Rauf ve Sabit Beylerin seçilmelerinin hükümete verilmiş bir güvensizlik oyu anlamına geldiğini söyledi ve (Fevzi Paşa hariç) tüm hükümetin istifa etmesini istedi. Böyle bir durumda meclisin yeni bir vekiller heyeti oluşturması gerekiyordu ama Kemal Paşa tüm yakınlarına hiçbir pozisyonu kabul etmemelerini tembihleyince bu mümkün olamadı. Meclis ne yapacağını bilemezken Kemal Paşa meclise cumhurbaşkanlığı rejimine geçiş için gerekli anayasa paketini “önerdi”. Bu rejim meclis tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı, onun atadığı bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan bir sistem öngörüyordu. Meclisteki çoğunluk bu öneriyi kabul etti ve 29 Ekim 1923’te ilk cumhurbaşkanı Kemal Paşa, ilk başbakan da İsmet Paşa olacak şekilde cumhuriyet rejimine geçildi. “Türkiye” artık resmî olarak “Türkiye Cumhuriyeti” olmuştu.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.