9:57 am Ekonomi

Yeni Devletçilik

1980’lerin başında ABD’de Başkan Reagan, İngiltere’de Thatcher iktidara geldi. İki ülkede siyasal iktidarın değişmesi kendi ülke vatandaşlarının yanında tüm dünyayı etkiledi. Her iki siyasetçi de sosyal devlete karşılardı, devletin ekonomiden elini eteğini çekmesini, sendikaların gücünün zayıflatılması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu düşünceleri “arz yönlü iktisat” politikaları başlığı altında toplandı. Söyledikleri yeni değildi, geçmişten gelen neo-klasik iktisadın yeniden cilalanmış şekli idi. Ancak Keynesyen iktisadın 1973 stagflasyon krizine çare olmaması “arz yönlü” iktisat politikalarına alan açtı. Nitekim bu görüş daha sonra Yeni Klasik İktisat okulu olarak kuramsal temelini de kurdu.

Arz yönlü iktisat sağcı bir yaklaşımdı. Özelleştirme, piyasa ekonomi gibi kavramlar üzerinden iktisat politikalarını oluşturdu. İki ülkede başlayan akım hemen hemen tüm dünyaya yayıldı. 1990’ların başında SSCB’nin yıkılması, Çin’in piyasa ekonomisine geçme politikaları yeni sağcı akımı güçlendirdi. Thatcher yapılan grevlere rağmen İngiltere’de sendikaları adeta silindir gibi ezdi.

Türkiye’de bu akımın çekiciliğine kapıldı. 24 Ocak 1980 kararları sonrası ihracata dayalı sanayileşme modeline geçti, dış ticaret ve finansal piyasalarda serbestleşme adımlarını attı.  Kararların mimarı Turgut Özal, 12 Eylül faşist darbesi sonrasında da ekonominin başında oldu. Kurduğu parti ile Türkiye’yi yaklaşık on yıl yönetti. Özal da neo-klasik iktisada iman etmişti. Ağzından özelleştirmeyi hiç düşürmedi. Ekonomide devletin varlığının bütçe açıklarına neden olduğunu bunun da enflasyonun ve yüksek faiz oranının ana kaynağı olduğunu ileri sürüyordu. Özelleştirmeyi çok konuşsa da uygulamada başarılı olamadı. Başarıyı AKP iktidarı yakaladı. Kendisinden önce devletin yaptığı fabrikaları, kamuya ait arazileri, enerji tesislerini vb. sattı. Bu yolla devletçiliğin sona erdiğini ilan etti. Gerçekte devletçilik sona erdi mi? Yoksa biçim mi değiştirdi?

Analize başlayalım. Cumhuriyet ilan edildikten sonra devletçi bir iktisat politikası benimsenmemişti. Ancak 1929 bunalımın başlaması ile ayağa kalkmakta zorlanan ekonomi daha da kötü duruma düştü. Kapitalist ekonomiler krizde çökerken Türkiye’nin hemen yanı başındaki SSCB planlı ekonomi ile hızla sanayileşmeye başlamıştı. Diğer yandan Osmanlı’dan iktisadi miras olarak sadece borç kalmıştı. Osmanlı Türkiye’ye ne sanayi işletmesi ne de verimli bir tarım sektörü bıraktı. Bırakın sermaye birikimini, beşerî sermaye birikimi bile zayıftı. Emek yoğun tarım sektöründe erkek nüfus yetersiz olduğundan işgücü kıtlığı çekiliyordu.  Tüm bunlar üst üste gelince Türkiye devletçi iktisat politikası izlemeye karar verdi. Hazırlanan 1. Sanayi Planı (1934-1938) ile bugünkü sanayinin temeli atıldı.

Cumhuriyetin kurucuları devletçiliğe geçişi bir zorunluluk olarak görürler. Nitekim bu politikayı savunan Kadro dergisinin 22. sayısına “Fırkamızın Devletçilik Vasfı” başlıklı bir yazı yazan İsmet İnönü, Türkiye’nin devletçiliğe geçişini mecburiyetten olduğunu yazar. Bu dönemde ülkeye önemli sanayi tesisleri kazandırıldı. Artık halk şeker, un, basma kıtlığı çekmez oldu. 2. Dünya Savaşı 2. Sanayi Planı’nın uygulanmasına fırsat vermez. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti de piyasa çığlıkları atsa da devletin ekonomideki ağırlığını korumuştur. Planlı dönemde bu tablo devam etmiştir. Hatta Özal döneminde bile kamu fabrikaları kurulmaya devam edilmiştir.

Devletçiliğin hedeflerin başında ülkede üretilmeyen, özel sektöründe üretme niyeti (gücü) olmayan alanlarda devletin fiilî üretici konumda devreye girip Kamu İktisadi Kuruluşu ve İktisadi Devlet Teşekkülü aracılığıyla faaliyet göstermesidir. Burada bir ayrıntıya girelim: Kamu İktisadi Kuruluşu kavramı ilk olarak 1961 Anayasası‘nda kullanılmıştır. Kamu İktisadi Kuruluşu, İktisadi Devlet Teşekkülü ile Kamu İktisadi Kuruluşlarının tamamını ifade eder. İktisadi Devlet Teşekkülü’nün sermayesinin tamamı devlete aittir ve ticari esaslar göre çalışırken Kamu İktisadi Kuruluşu’nun sermayesinin tamamı veya bir bölümü devlete aittir ve devletin tekel olduğu mal ve hizmetleri kapsar. 

Devletçi ekonomi modelinde devlet, hem nihai mallar (şeker, sigara gibi) hem de ara mallar ve yatırım malları üretirdi. Bunların fiyatları çoğu zaman kamu yararı çerçevesinde tüketiciyi/üreticiyi korumak üzere belirlenirdi.  Örneğin Et ve Balık Kurumu özel sektöründe faaliyette olduğu bir piyasada faaliyet gösterirdi ve tüketici korumak amacı ile fiyatlarını düşük tutardı. Yani Et ve Balık Kurumunun önündeki kuyruğun nedeni et yokluğundan değil, düşük fiyattan et satmasıydı. Devletçilik uygulamasında devlet özel sektöre düşük fiyattan ara malı girdi (enerji gibi) sağlardı. Bunun yanında ulusal (özel) sanayiyi korumak için yüksek gümrük vergileri uygulardı. Bu politika nedeniyle Türk halkı geri teknoloji ile üretilen otomobiller ve dayanıklı tüketim mallarını yıllarca kullanmak zorunda kaldı. Bu sayede özel sektör ciddi bir sermaye birikimi yaptı. Bundan dolayı da liberal ekonomi uygulayacağını ilan eden 12 Eylül’ün darbecilerine tam destek verdi. 1996 yılında AB ile gümrük birliğine girilmesi özel sektör üzerindeki koruma kalkanını kaldırdı. Gümrük birliği rekabeti artırdı, söylenenlerin aksine Türk sanayisi batmadı, tam tersine ihracatının yüzde 92’si imalat sanayi ürünlerinden oluştu.

Devletçi modelden vazgeçilse de 2002 krizine kadar devlet ve özel sektör birlikte varolmaya devam etti. AKP ile bu birliktelik büyük ölçüde sona erdi. Devlet üretimden vazgeçti. Kağıttan, şekere, sigaraya kadar birçok alandan çekildi. Özelleştirme yoluyla birçok fabrikayı sattı. Özelleştirme kapsamında olmasına rağmen finans sektöründen vazgeçmedi. Kamu bankalarını elinde tuttu hatta bu bankaların sektör içindeki payı yüzde 40’lara ulaştı. AKP, her ne kadar özelleştirme sonrası bütçe açığını azaltacağını, bununda hem enflasyon oranını düşüreceğini hem de bütçe açığını söyledi ise de gerçekleşmeler tam tersi oldu. Enflasyon oranı yükseldi, borçlanma ciddi ölçüde arttı. Özelleştirme öncesi Türkiye Cumhuriyet’in varlığı borcunun üzerinde iken şimdi yükümlülükler varlığın nerede ise üzerine çıktı.

Bu arada devlet elinde halen tuttuğu güç sayesinde imtiyazlı şirketlere düşük faizli kredi verdi. Elindeki bankalar sayesinde sektörel ve firmalar arasında ayrımcı bir tutum sergiledi. Özelleştirmeler ve bankaların yaptığı imtiyazlı kredi plasmanı yoluyla oligarklar yaratıldı. Özellikle inşaat sektörü bu alanda becerikli davrandı.

Son yıllarda devlet ekonomiye daha çok müdahale etmeye başladı. Enflasyon oranındaki yükselişi gerekçe göstererek fiyatlar, kiraya ve faiz oranına müdahale etmeye başladı.  Oligarklar eliyle rekabeti ortadan kaldırırken uyguladığı vergi politikası ile gelir dağılımını bozma pahasına yeni sermaye sınıfına kaynak aktarmaya devam etti. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta 20 yılda izlenen bu politika sermayeden çok servet birikimine kaynaklık etti. Mevcut kriz döneminde hükümeti zorlayan olgulardan birisi de bu yapılanma oldu.

Sonuç olarak Türkiye’de özel sektör devletsiz yapamıyor. Bunun ana nedeni devlet desteği ile büyüme alışkanlığı. Devlet de bu yapılanmadan memnun. Çünkü özel sektörü bu sayede kontrol edebilmekte (örneğin AKP, bu yapılanma ile yazılı ve görsel medyayı ele geçirdi). Arada halk kaynamakta ise de onların bu yeni birikim sürecini algılama bilgisi yok.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 216 times, 1 visit(s) today

Close