Sadakatin Tasfiyesi ve Sevgisizlik Fragmanları – 1
Nişanlısı gelinlik denerken mağaza görevlisi kadının telefon numarasını alan damat adayının videosu sosyal medyanın gelip geçici rüzgarının öne sürdüğü kirliliğin manşetlerinden biri oldu.
Gömlek değiştirir gibi ilişki tüketenlerin çağında pek şaşırtıcı olmasa gerek…
Gerçi konu damat adayının kalkıştığı düzeysizlikten ziyade olaya verilen tepkiler… Ekseriyeti ifade eden tepki şu: Numarayı alan suçlu da numarasını veren suçlu değil mi? Bu noktaya geleceğiz ama bu yazının konusunu oluşturan bir habere daha göz atalım.
Son günlerde toplum kategorisine eklenebilecek ve söz konusu damat kadar dikkat çekmeyen bir diğer haber de futbol dünyasından…
Fransız kaleci Paul Bernardoni, eski kulübü Konyaspor’dan ayrılışını şöyle özetliyor: Ödenmeyen maaşlar, tutulmayan sözler ve köpeğinin zehirlenmesi…
Asgari düzeyde uygar bir yaşam için gerekli olan her türlü ahlaki hassasiyetin terk edildiğinin altını çizen bu iki haberi mercek altına alalım.
Görmesini bilene çok şey anlatıyorlar çünkü…
İlk olay sadakatsizliğin damgasını taşırken ikincisi merhametsizliğin olağanlaşmasının mükemmel bir örneği… Her ikisini normalleştiren olgunun adı ise désamour yani sevgisizlik…
Kendi Hüsranını Yaratmak: Olgunlaşmamışlığın Savunusu
Ahlak, bilginin ya da bilmenin veyahut öğrenmenin konusu değildir, o iradenin meselesidir.
Genel kabulün dayattığının aksine, zamanın üzerinde ya da tarih ötesi bir geleneğin buyruğu da değildir. Sapına kadar tarihsel bir olgudur. Tarihselliği dolayısıyla da onun temelini sadakat oluşturur.
Bu iki saptama bize, Kant’ın deyimiyle iyi ve adil, hatta sadık bir insan olmak için ahlak felsefesi çalışmak gerekmediğini söyler.
Dolayısıyla Adorno’nun dediği gibi, doğru hayat kılavuzu sunmak diye bir şey söz konusu olamaz. Gerçi böylesi kılavuzlara dair artan eğilim, kişisel gelişim kitapları, tüketim mallarına indirgenmiş ruhani pratikler, üzerinde düşünülmeye değer…
Doğru yaşam kılavuzlarına duyulan ihtiyaç, iradenin yokluğunu telafi etmekle ilgili gibi görünüyor ilk bakışta.
Ya da iradesizliğin günah çıkarması… Nitekim iradesizlik, kişinin kendisiyle ilgili bir sorunudur, kişinin kendisiyle ilişkisinde ortaya çıkan arızadır.
Fakat onu telafi edici kılavuz arayışı bu arızanın kaynağını yüzeysel bir estetikle başkalarında bulur. Bu bazen eski sevgili/eş, bazen aile, bazense toplum olur. Her koşulda kişinin sorumluluğunu alt edecek bir başkası, bir kolektif bulunur.
Neticede kişinin, herkesin ona karşı olduğunu hissetmesi, kendisine “başkaları” adlı belirsiz kolektifin her fırsatta haksızlık yaptığını görmesi gerek değil mi?
Ama bence ötesi de var.
Kişiyi memnun eden, onun iradesizliğini ve ahlaksızlığını masalsı yüceltmelerle hafifleten olgunlaşmamışlık endüstrisinin yanında bu endüstriye duyulan ihtiyacın sebepleri ilgimizi çekmeli.
Olgunlaşmamışlığın savunusunun kaynağında, damat adayının yaptığına verilen o tepki yer alıyor: Numarasını isteyen suçlu da numarasını veren suçsuz mu?
İradesizliği ve ondan kaynaklanan sadakatsizliği bu denli kolayca kolektifleştirme çabasına hayran olmamak elde değil.
Bir yuva kurmak ve hayatı paylaşmak üzere söz vermiş kişinin başlattığı sadakatsizlik sürecinde kendine suç ortakları bulamayacağını düşünecek kadar da masum bir tepki…
Lümpen Masumiyetler, Küstah Sadakatsizlikler
Bu lümpen masumiyetin kaynağında genel olarak büyüsünü yitirmiş bir dünyanın yattığını söylemek mümkün…
Marx’ın “varoluşun proleterleşmesi” olarak adlandırdığı olgunun bir diğer yüzü, üretim ve tüketim mantığının yaşamın bütününü belirlemesinin bir göstergesi, yani birey olmanın sorumluluğunu üstlenmenin pek de para etmediği bir çağın utanmazlığı bu…
Utanmazlık, artık büyüsünü tüketmiş dünyanın üzerinde tepinmekle aynı kapıya çıkıyor.
Suçlu hep başkaları…
Öyle ki sadakatten söz ettiğinizde ise dar kafalı bir inatçılık anlaşılıyor artık…
Olgunlaşmamışlık hiç bu kadar küstah olmamıştı belki de.
Fakat olgunlaşmamışlığın ve küstahlığın bileşimi olan bir durumla karşı karşıyayız. Bu durum, kabul etmek gerekir ki sevginin ilgası, sevgisizliğin hüküm sürmesidir.
Utanmazlığı egemen kılan şey olan büyünün yitirilmesi de tam olarak bu ilga ve hüküm sürmedir.
Yaşamın ve Adaletin Ağırlık Merkezi Olarak Sevgi
Jose Ortega’nın belirttiği gibi, dünya üzerinde aşk üzerine çok şey söylenmişken ona kıyasla sevgi, öksüz bir entelektüel iklime terk edilmiştir.
En azından aşkın tutarlılığa ve istikrarlı bir dinginlikte ruhunu teslim ettiği, kalıcılık hususunda daha becerikli bir duygu durumu olarak kodlanarak ikincil bir belirtiye indirgenmiştir.
Paul Ricoeur ise bu indirgemeyi sevgi hakkında konuşurken duygusallığa kapılmak ya da vecde düşmek olarak işaretler.
Çünkü sevgi, duygusallıkların kırılgan bir şekilde belirlediği bir çerçeveden, bir indirgemeden fazlasıdır.
Sevgi bu bakımdan “duygular imparatorluğunun” acayiplikleri olarak görülmekten kurtarılmalıdır.
Ricoeur’ya göre bu acayiplikler arasında sevmenin bir buyruk olarak görülmesi, övgüye değer olana eşlik etmesi ve sevginin metaforlaştırıcı gücüdür.
Oysa sevgi, buyurulan bir şey olamaz. Comte-Sponville’in veciz ifadesiyle, sevginin bizzat kendisi emreder, bu açıdan sevme buyruğu gibi bir şey anlamsızdır. Olsa olsa sevginin yokluğunun kanıtından ibarettir.
Üçüncü unsurda Susan Sontag’ın “hastalıkları asla metafor haline getirmeyin” uyarısını hatırlamak yerinde olsa da bunu sadece anımsatmakla yetinerek devam edelim.
Keza Ricoeur için sevginin asıl önemi onun adaletin bekçisi olmalıdır. Hani şu var olmak için adalete meftun olan adil insanların gerektiği olgu…
Açık konuşalım: Adalet diye bir şey yoktur, siz onu yaratmaya, var etmeye tenezzül etmediğiniz sürece…
Ricoeur’un müdahalesi tam olarak bu noktada önemlidir. Sevgi, bir kere var edilmiş, yasaya ve hak etmeye indirgenemeyecek adalet duyumunun koruyucusudur.
Adalet, bir tür iletişim etkinliğidir. Özünü de “diğer tarafı dinle…” önermesi oluşturur.
Sevgi ise koruyucu ve ahlak ötesi bir duyum olarak adaletle birlikte pratik alana, örneğin gündelik hayatlarımızda tecelli eder.
Başka bir deyişle, diğer tarafın sorumluluğunu duyma yönünde etkin bir adımdır, sevgi…
Böylece de sorumlu bir bireyin, adalet fikrini muhafaza edecek şekilde varlığına gönderme yapar. Olgunlaşmamışlığın ve küstahlığın bireyleri “herkes gibi yapmanın” referansında, adaletsizliğin ortak payda olduğu bir kardeşliğin yapışkanlığında esir etmesini engeller.
Aziz Agustinus’un onu yaşamın ağırlık merkezi olarak konumlandırması bu bağlamda boşuna değildir:
“Sevgim benim ağırlık merkezimdir; o nereye giderse, ben de oraya giderim”.
Bu ağırlık merkezinin, adalet fikrini de hüsrana uğratacak şekilde yitimi sevgiye has, “diğerini de dinle…” sorumluluğunu ilga eder.
(Yazının ikinci bölümünde sevgisizliğin yitimi olgusu teorik ve pratik boyutlarıyla ele alınacaktır.)
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.