“Ne büyük bir roman, şu hayatım!”
Napoléon Bonaparte
Olağanüstü koşullar, olağanüstü çözümleriyle olağanüstü karakterleri gerektirir ve olaylar insanı ne hale sokarsa insan, o olur. Fransız İhtilali denilen o kudurmuş volkanın, tarihin üzerine kustuğu lavların arasında sıradan bir Korsikalı yüzbaşının alev alarak evvelâ bir general, ardındansa bütün Avrupa’yı yangın yerine çevirecek bir ateş topuna dönüşerek İmparator Birinci Napoléon olması gibi. Hiçbir yükseliş ve hiçbir düşüş, hiçbir inşa ve hiçbir çöküş, hiçbir zafer ve hiçbir mağlubiyet Napoléon Bonaparte’ınkilerle boy ölçüşemez. İskender, Sezar, Bolivar gibi büyük generaller, büyük imparatorlar, büyük tiranlar, büyük kahramanlar, mutlak güç arzusuyla kavrulan büyük ruhlar hep olagelmiştir. Fakat hiçbirinin dehası, yalnızlığı, önce yanan sonra birden sönen talihi, iktidar tutkusu, sevgi ve ihanet karşısındaki ızdırabı Napoléon’unki gibi poetik değildir.
Her şeyden evvel Napoléon, başkaları gibi, nüfuz ve iktidarı ailesinde bulmamış, bilakis kendisi yoktan var etmiştir. Bu sebeple daha askerî okulda öğrenciyken bir gün imparator olacağını hatırından geçirmiş olduğunu varsaymak safdillik olur. Aksine o, aşağıdan yukarıya çileli bir tırmanışa başlayan her dâhi gibi ancak bir basamak çıktıktan sonradır ki onun ardından gelen basamağı gözüne kestiriyordu. Yükselme hırsı düşme korkusuyla birleştiğinden, adımlarını o kadar sağlam basıyordu ki kimsenin ayağını kaydırmasına fırsat vermiyordu. Elbette kader hariç: “Üstün bir kuvvet bilmediğim bir hedefe doğru beni götürüyor; bu hedefe varıncaya kadar hiçbir şey beni zedelemeyecek, sarsamayacak fakat bu gizli kuvvetin artık bana ihtiyacı kalmadığı anda, bir sinek beni devirmeye yetecek.”
Ona göre siyaset şartlara göre yönetmek değil, şartları yönetmektir. İşte Napoléon yükselmek ve düşmemek için Fransa başta olmak üzere bütün Avrupa’nın şartlarını yönetmiştir. Yükselirken durdurulamayan bu adam, şartları yönetemediği anda kendi düşüşünü de durduramayacağının çok iyi farkındadır. Bunun için halkı, askerlerini, mareşallerini, bütün Avrupa halklarını ve krallarını kendi iradesine boyun eğmeye zorlar. Sürekli bir barış için savaşmaya mecbur olduğunu her fırsatta dile getirir. Napoléon şartlarla savaşır, şartları yener ve nihayetinde yine şartlara –güneyde denize, kuzeyde soğuk kışa– mağlup olur.
Peki ama Birleşik Avrupa hayalinin labirentinde sıkışıp kalmış bu ihtiraslı asker gerçekte kimdir? Çoğu sevmeyeninin iddia ettiği gibi zalim bir despot mudur? Acımasız ve ölüme susamış bir savaş makinesi midir, yoksa aslında barış isteyen ama başka çaresi olmadığı için savaşan ve savaş meydanlarındaki ölü askerlere üzülen duygusal bir insan mıdır? Josephine’le ilişkilerinden istifade etmek amacıyla evlenmiş bir hesap adamı mıdır, yoksa cepheden yazdığı mektuplarda kalbini açan tutkulu bir âşık mıdır? Hakikaten onun Fransa ve Avrupa için bir medeniyet projesi var mıdır, yoksa bütün bunları tahtını kaybettikten sonra yazdırdığı anılarında iktidar hırsını gizlemek için kendisi mi uydurmuştur? Gerçekten görgüsüz müdür? Hakikaten entelektüel ilgileri olan çocuksu bir ruh mudur? Napoléon hangisidir? Hepsi mi? Hiçbiri mi? Belki de bütün despotlar hödük, cahil, acımasız ve kötü değildir, kim bilir?
Gerçek şu ki hayattayken ele geçiremediği iktidara, Napoléon ölümünden sonra sahip olmuştur. Bunu daha yüzyıl bitmeden hakkında yazanlara bakarak bile anlayabiliriz: Chateaubriand, Stendhal, Balzac, Hugo, Dumas. Sonrasında bu Korsikalı İmparator hakkında yazılan biyografi ve romanları, çekilen sinema filmi ve belgeselleri hesaba katarsak bugün ortalama her kitap okuru veya film izleyicisi olan tarih meraklısının Napoléon hakkında şahsi bir kanaati vardır. Belki de bu sebeple bu trajik hayat hakkında yazılan –bu yazı dahil– hiçbir yazının ve yapılan hiçbir filmin herkesi hakiki manada tatmin etmesi düşünülemez. Yine de yirmilerinde general, otuzlarında imparator, kırklarında sürgün olan bu trajedi kahramanının tekmil hikâyesini bir daha hatırlayalım.
Orta halli ve sekiz çocuklu bir ailenin ikinci büyük çocuğu Napoléon Bonaparte, 15 Ağustos 1769’da Fransa’nın bin kilometre uzağındaki Korsika Adası’nın Ajaccio şehrinde doğmuştu. Ağabeyi Joseph’le birlikte Fransa’da öğrenim görme imkânı bulan Napoléon, Aydınlanma düşüncesinin etkileri altında yetişti ve beş yıllık harp okulunun ardından harp akademisini Eylül 1785’te, elli sekiz kişilik sınıftan kırk ikinci olarak bitirdi. Topçu teğmeni olarak atandığı La Fére Alayı’ndan izin alarak Korsika’ya döndü. Hayatının bu erken dönemini bir Korsika milliyetçisi olarak adanın bağımsızlığı için mücadele ederek geçirdi. Korsika’daki başarısızlığı ve Korsika milliyetçilerinin önderi Paoli’yle ters düşmesi nedeniyle Fransa’ya kaçmak zorunda kaldı.
1793’te, Fransa ordusunda yüzbaşı olarak görev yaparken Jakobenlere ve Konvansiyon yönetimine yakınlığıyla sivrilmeye başladı. Ama ona asıl şöhreti getirecek olan tarihin cilvesinin ilk göz kırpışı o senenin aralık ayında cereyan etti. Çok iyi düşünülmüş bir stratejiyle İngiliz birliklerini ve kralcıları püskürterek Toulon’u kurtardı. Bu sayede derhal tuğgeneralliğe terfi edildi. Henüz yirmi dört yaşındaydı.
Çok hızlı ve parlak bir kariyer başlangıcı gibi görünse de aslında her şeyin hızla tepetaklak olabildiği bir dönemde Napoléon’un pek çok yaşıtına göre geriden geldiği bile söylenebilir. Çünkü o Korsika’da milliyetçilik oynarken ileride imparatorluk mareşali olacak pek çok isim çoktan general olmuştu. Üstelik Jakobenlerin ve bilhassa Robespierre’in iktidardan indirildiği Thermidor günlerinde Napoléon’un kariyeri başlamadan bitme tehlikesi geçirmişti. 11 Ağustos’tan 20 Ağustos’a kadar tutuklu kalmıştı. Mizacı, yetenekleri ve tutkuları yöneticileri korkuttuğundan bu dönemde Napoléon’a önemli bir görev verilmez. İşsiz ve parasız bir general olarak Paris’te pineklemekten sıkılan Napoléon, bir ara topçu uzmanı arayan Osmanlı İmparatorluğu’nun hizmetine girmeyi bile düşünür.
Geleceğin imparatoru beş parasız ve umutsuzken talih ona bir kez daha Barras’la elini uzatır. 13 Vedémiaire’de (5 Ekim 1795) kralcılar Paris’te bir ayaklanma başlatır. Barras, Toulon Kuşatması’ndan tanıdığı Napoléon’u göreve çağırır. Bu topçu generali de toplarını kral yanlılarına çevirerek başarıya ulaşmasına neredeyse çok az kalmışken isyanı bastırır. Böylece Napoléon artık Paris’te iç güvenlik ordusunun komutanı olur. Artık siyasetin merkezindedir ve Direktuvar rejiminin en güvenilir askerî danışmanıdır.
Artık gözde bir general olan Napoléon, velinimeti Barras’nın evinde bir zamanlar Robespierre döneminde giyotine gönderilen eski savaş bakanı Beauharnais’nin dul eşi Josephine’e âşık olur. Bu sırada Mart 1796’da Carnot’nun teklifiyle İtalya ordusu başkomutanlığına atanır. 9 Mart’ta Josephine’le evlenir ve iki gün sonra İtalya seferi için yola çıkar. İtalya ordusu başkomutanlığı için “Madam Beauharnais’nin çeyizi” denilse bile artık Napoléon talihin kendisine uygun gördüğü başrolü oynamaya başlamıştır. Bugüne kadar onun birilerine ihtiyacı olmuştur; şimdiyse kendisi ihtiyaç duyan değil, ihtiyaç duyulan kişidir.
Olayların yarattığı Napoléon bu andan itibaren olayları yaratacaktır. Talihin sabır sınavını başarıyla atlatan 27 yaşındaki bu genç generalin şahsında sanki savaş tanrısı yeryüzüne inmiştir. Bu, Napoléon’un hayatının en muhteşem ve ihtişamlı devridir: “Belki de en çok İtalya’daki zaferlerimden haz duymuşumdur. Ne heyecanlı günlerdi! Halk ‘Yaşasın İtalya’nın kurtarıcısı’ diye çılgınca bağırıyordu. Henüz 27 yaşındaydım! Ne olabileceğimi işte o zaman tasarladım! Sanki göklere yükselmişim gibi dünyanın altımdan kaydığını görüyordum.” Hiçbir general bu kadar kısa bir sürede, bu kadar imkânsızlıkla, bu kadar güçlü düşmanlara karşı böyle kesin zaferler kazanmamıştır.
“İtalyanlar! Fransız ordusu zincirlerinizi kırmak için geliyor; onu güvenle karşılayınız,” diyen Napoléon hakikaten de Fransız İhtilali’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarını bütün Avrupa’ya yaymak niyetindeydi. Üst üste yenilgilere uğrattığı Avusturya’yı, Viyana üzerine yürüyerek barışa zorladı. Cumhuriyetin kısa tarihinde ilk defa bir general kendi fethini yönetiyor, kendi antlaşma koşullarını belirliyordu. Cumhuriyetin diğer orduları sürekli merkezden para, mühimmat vb. talep ederken bir tek Napoléon seferden elde ettiği tazminatları merkeze göndererek Direktuvar rejiminin mali sorunlarına derman oluyordu. Napoléon ayrıca kurtardığı her İtalyan şehrinden savaş tazminatıyla beraber Rönesans dönemine ait kıymetli sanat eserleri de alıyordu. Paris’te hatırı sayılı bir sanat eseri koleksiyonu oluşmasının müsebbibi de genç generaldi.
Halk arasında yıldızı giderek parlayan bu hırslı genç adamın can sıkıcı olmaya başladığını düşünen Direktuvar, oyalanması için onu İngiltere’ye bir sefer düzenlemekle görevlendirdi. Şubat 1798’de Manş kıyılarında teftişe çıkan Napoléon, denizlerde üstünlüğü ele geçirmeden böyle bir harekatın mümkün olmadığını görerek İngiltere’nin Hindistan ticaretini kesmek için Mısır’a bir sefer düzenlemeyi önerdi.
Şaşırtıcı ve tartışmalı Mısır seferi, ordunun 19 Mayıs 1798’de Toulon’dan hareket etmesiyle başlamıştı. Oysa Bonaparte daha 25 Ocak’ta şöyle yazmıştı: “Burada kalmak istemiyorum, yapacak bir iş yok … küçücük Avrupa insanı yeteri kadar meşhur etmiyor. Doğu’ya gitmeli, bütün gerçek şöhretler orada kazanılmıştır … Doğu bir insan bekliyor.” İskender ve Sezar’ın ayak izlerinden yürüyen Napoléon, bu sefer de Mısır halkına onları ve dinlerini kurtarmaya geldiğini duyurmuş, Memlûkleri ezip geçmiş ve çölün efendisi olmuştur. Ta ki 1 Ağustos 1798’de İngiliz Amiral Horatio Nelson’ın Abukir Körfezi’ndeki Fransız filosunu yok etmesi ve Napoléon’un ordusunun Fransa’yla bağını kesip ikmal bağlantısını koparmasına kadar. O andan itibaren çölün efendisi Napoléon artık çölün tutsağıdır.
Fransa’ya Akdeniz’den dönemeyecek olan Napoléon, ordusunun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çılgınca bir fikre kapıldı. Ya İskender gibi yolda ordusuna katacağı yerel halklarla Hindistan’a yürüyecek ve İngilizlerin hayat damarını koparacaktı yahut da Anadolu üzerinden Fransa’ya dönecekti. Bu amaçla Suriye üzerine yürüdü. Fakat Akkâ’nın kapısından Mısır’a geri dönmek zorunda kaldı. Fransa’da işlerin karıştığını, eğer zamanında orada olamazsa oyun dışı kalacağını düşünen Bonaparte, Ağustos 1799’da ordusunu Mısır’da hezimet içinde bırakarak Fransa’ya kaçtı. Başarısız olmuştu ama şimdi harikulade zamanlamasıyla kayıplarını kazanca çevirecek kadar büyük bir hamle yapma şansı bulmuştu.
Yafa’da esirleri katletmiş, Akkâ’da geri çekilirken vebadan kıvranan hasta askerlerini zehirlemiş, yalandan Müslüman görünmüş ve neticede ordusunu terk etmiş bu general, 18 Brumaire (9 Kasım 1799) darbesiyle artık ülkenin en güçlü adamı olmuştu. Otuz yaşındaydı.
Napoléon’un Fransız kurumları üzerinde asıl köklü bir etki bıraktığı dönem, onun bütün yetkileri kendi elinde topladığı bu konsüllük dönemidir. Askeriye, eğitim, hukuk ve idare alanında gerçekleştirdiği pek çok reformdan bazıları şunlardı: Doğrudan kendisine bağlı valiler aracılığıyla merkezî bir idare sistemi kurdu; Fransa Merkez Bankasını kurdurdu; yargı sistemi, polis örgütü ve mali yönetim alanında düzenlemeler yaptı; kilise-devlet ilişkilerini düzenledi; eğitimi bir kamu hizmetine dönüştürdü; mülkiyet, aile ve miras hukukuna sistem getirecek Code Napoléon olarak da bilinen Fransız Medeni Kanunu’nun hazırlanmasında aktif rol aldı.
Bu arada konumunu güçlendirmek ve tekrar İtalya’da bazı bölgeleri ele geçiren Avusturya’yı oradan çıkartmak için yeni bir sefer başlattı. Çarpışmayı kaybettiğinin düşünüldüğü anda beklenmedik biçimde geriden çevirdiği Avusturya ordusunu bozguna uğratarak Marengo’da belki de en büyük zaferine imza attı. Lunéville Antlaşması’yla Kara Avrupasındaki savaşlara son verdi. Ardından Fransa’ya karşı oluşturulan koalisyonda tek başına kalan İngiltere’yle Amiens Antlaşması’nı imzaladı. On seneden beri ilk defa Fransa barış ve refah içindeydi. Elbette bunun bütün siyasi getirisi Birinci konsüle aitti. Bundan yararlanan Napoléon, plebisitle kendini ömür boyu konsül seçtirdi.
Mizacı sınırlı bir yetkiyle yönetmeye elverişli olmayan Napoléon, 24 Aralık 1800’de kendisine yönelik bir suikast teşebbüsünden sonra diktatörlüğünü pekiştirmişti. Duymak istemeyeceği şeyleri dillendiren matbuatın sesi kısılmıştı. Onun hoşuna gitmeyen söz ve eylemlere imza atanlar tutuklanıyor ve yargılanmadan infaz ediliyordu: “Ben bir askerim, İhtilal’in çocuğuyum, halkın içinden yetiştim: bir kral gibi sövülmeye dayanamam.” 1804’te İngiliz desteğiyle girişilen kralcı bir komplonun ortaya çıkarılmasını ise kendini imparator ilan etmek için bir fırsata çevirmişti. Komploculardan Cadoudal idamından evvel bunu şöyle dile getirmişti: “Fransa’ya bir kral vermek istemiştik. Oysa şimdi ona bir imparator verdik.” Hakikaten de Napoléon Bonaparte 18 Mayıs 1804’te senato tarafından Birinci Napoléon adıyla Fransa imparatoru ilan edildi. Bu karar 2 Ağustos’taki halk oylamasıyla da onaylandı.
Yeni bir Charlemagne olmak için imparatorluk aristokrasisi yaratmaya çalışan Napoléon, Birleşik Avrupa Devleti’nin federasyonları olarak tasarladığı krallıkların başına kendi akrabalarını yerleştirdi: Ağabeyi Joseph’i önce Napoli, ardından İspanya Kralı; küçük kardeşleri Louis’i Hollanda Kralı ve Jérôme’u Vestfalya Kralı; kız kardeşi Caroline’in eşi Mareşal Murat’yı Napoli Kralı, kız kardeşi Elisa’yı Lucca Prensesi; imparatoriçenin ilk eşinden oğlu Eugune de Beauharnais’yi İtalya Krallığı’nın genel valisi yaptı. Bu arada İtalya’da kendi kurduğu cumhuriyeti kaldırarak İtalya Kralı unvanını da kendisi aldı. İçeride artan muhalefeti sindirmek için baskıcı önlemler alırken dışarıda da kendisini hâlâ monarşi için tehlikeli gören İngiltere, Avusturya ve Rusya’nın başı çektiği koalisyon güçleriyle yeniden savaşa girişmek durumundaydı.
21 Ekim 1805’te, başının belası Amiral Nelson’ın hayatı pahasına Trafalgar’da Fransa donanmasını yok etmesinden sonra, İngiltere’yi fethetme hayallerini rafa kaldıran İmparator, Grande Arméesini Manş kıyısından doğuya kaydırarak Kara Avrupasına yöneldi. Ulm ve Austerlitz’te Avusturyalılara, Jena’da Prusyalılara ve Friedland’da Ruslara ağır hezimetler yaşattı.
Manş’ı aşamadığı için bir türlü diz çöktüremediği İngiltere’yi vuracak etkin bir silah olarak Napoléon Kasım 1806’dan sonra kıta ablukası uygulamaya karar verdi. Fakat bu sadece işleri daha da kötüleştirdi. Belki de Chateaubriand “Austerlitz Savaşı’ndan sonra Bonaparte artık hemen hemen hatalardan başka bir şey yapmayacaktır,” derken veya Stendhal “Ahmakça tercihleri günden güne artmaktaydı,” diye hayıflanırken buna işaret ediyorlardı. Kesin olan şu ki talihi Napoléon’a sırtını dönmeye başlamıştı.
Bu abluka hem Avrupa’yı İngiliz tüccarlarına kapatmakta başarı sağlayamamış hem de İngiltere’nin misillemesiyle Fransa’nın zar zor tesis ettiği ittifak sisteminde de çözülmelere yol açmıştı. Ablukaya uymayan Portekiz’e karşı girişilen saldırı ve Nisan 1808’de İspanya tahtına Joseph Bonaparte’ın çıkması, her iki ülke halkının da ayaklanmasına neden oldu. Böylece İber yarımadası İngiltere’nin Kara Avrupasındaki üssü durumuna geldi: “Başıma gelen bütün felaketler bu uğursuz düğüm noktasına bağlıdır. İspanya harbi, Avrupa’da kurduğum manevi üstünlüğü yok etti. Sıkıntılarımı arttırdı. İngiliz askerleri için yararlı bir okul oldu. İngiliz ordusunu İspanya yarımadasında ben yetiştirdim.”
Büyük Ordu’sunun birçok birliğini artık İspanya’da bulundurmak mecburiyetinde olan Napoléon, hem Avrupa haritası üzerinde hem de özel hayatında kan ve barutla kurduğu sistemi ayakta tutmakta zorlanıyordu. Napoléon hiç düşünmemiş olsa da ordularının çizdiği yeni siyasal haritalar hemen her yerde milliyetçiliğin yeşermesine ve Fransız boyunduruğuna karşı direnişlerin artmasına yaramıştı. Düşlediği Avrupa İmparatorluğu için en çok ihtiyaç duyduğu şey bir veliahttı. Bunca zamandır kendisine bir erkek evlat veremeyen hayattaki biricik aşkı Josephine’den boşanıp Habsburg hanedanının prensesi Marie-Louise’le evlenmesinin tek sebebi buydu.
İngiltere’yle ticaret yaparak ablukayı delen ve bütün zorlamalara rağmen İngiltere’yle savaşa girmeye ikna edilemeyen Rusya, Napoléon’un başının yeni belası olacaktı. Güneyde İspanya ve kuzeyde Rusya, Napoléon’un yenildiğini ve yenilebileceğini bütün Avrupa halklarına göstererek yeni bir Fransa karşıtı koalisyonun kurulmasının temellerini atmışlardı.
İmparator’un müttefik birliklerle beraber 453.000’i bulan Büyük Ordu’su 1812’de Rusya’nın çetin kış koşullarında büyük bir bozguna uğramış, İspanya neredeyse kaybedilmiş, Wellington komutasındaki İngilizler ilerlemeye başlamış ve Napoléon’un kurduğu sistem birkaç ay içinde çöküvermişti. 1813 senesinde İmparator, Rusya ve Prusya ordularına karşı bazı askerî başarılar elde etse de kati bir zafer kazanamadı. Bu pat durumunda ara buluculuk teşebbüsünde bulunan Avusturya, Fransa’ya eski sınırlarına dönmesini teklif etti. Fakat artık çok geçti. Napoléon’un eli çok zayıftı. Nitekim kısa sürede Avusturya ve Fransız Mareşal Bernadotte’un yönettiği İsveç de koalisyon güçlerine katıldı. İmparator Ekim 1813’te Leipzig Muharebesi’nde ağır yenilgiye uğradı. Fransız orduları bütün cephelerde çekilmeye başladı. Koalisyon güçleri Mart 1814’te Paris’e ulaştılar. Son bir umutla doğuda bir geri çevirme harekatı hazırlayan Napoléon, birlikleriyle birlikte teslim olan mareşallerinin ihanetiyle 6 Nisan’da imparatorluktan çekilmeyi kabul etti ve sadece üç yüz gün sürecek olan sürgünü için Elba Adası’na gitti. Kırk beş yaşındaydı.
Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip eden Napoléon, kendisine verilen sözler tutulmadığı, karısı ve oğlu yanına gönderilmediği, vadedilen yıllık geliri kesildiği, daha uzak bir adaya sürgün edileceğine dair haberler çıktığı ve Fransa’da işler yolunda gitmediği için 1 Mart 1815’te Cannes’da karaya çıktı ve yüz gün sürecek olan imparatorluğunun ikinci ve son dönemini başlattı.
Napoléon’un ilk dönemindeki mutlak egemenliğe ve otoriteye sahip olmadığı meydandaydı. Mart ayında Vendée’de bir isyan çıkmıştı ve Haziran’a kadar da bastırılamayacaktı. Müttefikler ise 25 Mart’ta Napoléon’u nihai surette çökertmekte fikir birliğine vararak Fransa’ya savaş açmıştı. Napoléon’un hem içeride hem dışarıda siyasi durumunu tartışmaya meydan bırakmayacak biçimde kabul ettirmesi için gereken tek şey askerî bir zaferdi. Zaman çok kıymetliydi. Çünkü Napoléon’a karşı savaşa girişen beş büyük ordudan yalnızca Blücher ve Wellington’ın orduları Fransa’yı vurabilecek mesafedeydi. Üstelik bu ordular da geniş bir araziye seyrekçe yayılmış durumdaydı. Napoléon’un stratejisi, iki ordunun birleşmesine müsaade etmeden her birini ayrı ayrı yenmekti.
Napoléon kuşkusuz bütün zamanların en büyük generaliydi. Fakat artık kırk altı yaşındaydı ve 1815’in Napoléon’u, maalesef artık İtalya seferinin Napoléon’u değildi. Hâlâ ciddiye alınması gereken saygın bir generaldi fakat eski dehasından, Ulm, Austerlitz ve Jena’daki sergilediği kuşatma manevralarındaki ustalığından eser yoktu. Uzun zamandır Napoléon manevradan ziyade cephe taarruzunu tercih ediyordu. Daha gaddarca ve kanlı olan cephe taarruzu, daha çabuk tasarlanıp icra edilebildiği için komutan açısından daha az enerji ve çabaya mâl olduğu gibi idare edilmesi de manevra savaşından daha kolaydır. Napoléon’un erken dönem zaferlerinin tümü manevra savaşlarıyken son dönemindeki daha başarısız olduğu savaşlarda ise sıklıkla cephe taarruzunu tercih etmişti. Bu tercih muhtemelen taktik gerilemeye delaletti. Bütün bunlara bir de Napoléon’un savaş meydanındaki Soult, Ney, Grouchy gibi yanlış kurmay atamaları eklenince 18 Haziran’daki Waterloo Muharebesi’nin neticesi kaçınılamaz bir yenilgi olmuştu.
Bu son yenilgiyle birlikte 22 Haziran’da tahttan bir kez daha çekildi. Kaçmak yerine İngiltere’ye sığınmayı seçti. Bu sefer asla bir daha dönemeyeceği kadar uzak bir adaya, Saint Helena’ya sürgün gönderildi. Zalim gardiyanı Hudson Lowe’la kavga etmekten ve günah çıkarttığı hatıralarını yazdırmaktan başka hiçbir şey yapmadan bu adada berbat bir altı sene geçirdi. Daha evvel İtalya ve Fransa tahtlarının tacını başına takan bu yorgun ve yalnız asker eskisi, şimdi de modern bir İsa olmaya gönüllü olarak soyunmuş ve Dünya Krallığı’nın dikenli tacını iktidara özleminin hararetiyle kavrulan başına hiç sızlanmadan yerleştirivermişti. Onun Pontius Pilatus’u Hudson Lowe, Golgata’sı Saint Helena ve 5 Mayıs 1821’de ölmesine yol açacak çarmıhı da mide kanseriydi.
Napoléon’un içinde, Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ını hatırlatacak şekilde, her zaman birbirine zıt iki karakter vardı: Dâhi ve budala; ölümden ve düşmandan korkmayan büyük komutan ve halktan ve muhalefetten korkan küçük tiran; barış isteyen General ve savaşmaya mecbur İmparator; şeref ve liyakate verdiği önemi Légion d’honneur gibi nişanlarla gösteren devlet adamı ve akrabalarına krallık ve makam dağıtan bir nepotist; büyük hayalleri olan bir idealist ve küçük hesaplara girişen bir fırsatçı. İkisi de Napoléon’dur.
Binlerce insanın ölümünü göz kırpmadan izleyen acımasız general de odur, ölmüş sahibinin başında ağlayan köpek için hüzünlenen de. Cephede binbir sıkıntının içinde karısına tutku dolu aşk mektupları yazan da odur, kurduğu imparatorluğun bekası için hayatında koşulsuz sevdiği tek insan olan Josephine’i boşayan da. Talihi elinden tutarken büyüklüğünü bütün ihtişamıyla sergileyen aynı Napoléon, felaketlere intibak etmekte yavaş olduğundan talihsizliğinde büyüklüğüne dair hiçbir emare gösterememiştir. Savaş alanında ve siyaset sahnesinde tarih yapan da günlük emirlerinde, bültenlerinde, özel mektuplarında ve dikte ettirdiği hatıralarında tarihi yazan da aynı Napoléon’dur.
Devlet idaresindeki karşılaştığı sorunlara derinden nüfuz eden kavrayışının getirdiği çözümler bugün sadece Fransa’da değil dünyanın pek çok ülkesinde kurumsal olarak hâlâ uygulanıyor. Fakat aynı Napoléon devlet idaresinde kendi iradesinin üstünde bir kontrol mekanizması istemiyordu. Bu da İmparatorluk Fransasında gücün tek bir yerde toplanması demekti. Buna rağmen Napoléon’un Fransası bir polis devleti olmaktan ziyade kendi dönemi içinde bir hukuk devletiydi. Birleşik Avrupa hayali politik manada ne kadar büyük dehanın ürünüyse, Enghien Dükü’nün Alsace sınırından kaçırılıp idam edilmesi, İspanya’nın işgali ve Rusya seferi de politik budalalığın ispatıdır.
Napoléon Bonaparte, işte bütün bu çelişkilerden mürekkep bir dehadır.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.