Başlıktaki cümle Aristoteles’in Homeros’tan alıntıladığı bir satır… Karasafralık olarak adlandırdığı melankolik durumun insanı, belini doğrultamaz hale getirdiğini söylüyor.
Ve soruyor Aristoteles, neden sıra dışı adamlar biraz karasafralı…
Arada uyarıyor, fazla şarap insanı karasafralı kılar…
Karasafralı mizaç sıcakla soğuğun karışımıdır, onun için:
Bu mizaç “kaynarsa, alevin kendisinden bile daha sıcak olur, taşla demir de doğaca soğuk olsa bile kızınca kömürden sıcak olur”.
Bu soğukluk ve sıcaklığın karışımı gereği bir tutarsızlık hakim olur karasafralıya.
Aristoteles bu noktada ısrarcıdır. Üzüldüğünde niye üzüldüğü belli olmayan, iç rahatlamasına kapıldığında neden rahatladığı belli olmayan bir tutarsızlığa işaret eder.
Seneca ise bu tutarsızlıkta, onu Homeros’un ifade edişinde olduğu gibi kayıpla ilişkilendirerek tuhaf bir keyif buluyor gibidir:
Dostlarımızın, aşklarımızın kaybından “eski bir şarabın burukluğu gibi” hoşlanırız.
Uğrağından sakınmak da bu sakınmaya yol açan bir kayıp değil midir?
Kaybın Dünya Görüşü: Aşırı Tüketim
Bu, günümüz olumluluk ve tüketim ideolojisinin anlamakta zorlanacağı bir kayıptır. Keza bu ideoloji ritmik melodisiyle tek başınalığı yüceltir.
Bu ideolojiye göre kaybına kapılacağınız, sizi uğrağınızdan saptıracak bir kayıp söz konusu değildir.
Çünkü bu ideolojide, İvan İlyiç’in de söyleyebileceği gibi, insani tepki ve duyguların standardize edilişiyle karşılaşırız.
Tüketim ideolojisi, bir kaybı duyumsama yönünde muazzam bir kabiliyetsizliği yaşam biçimi olarak dayatır.
Tepki ve duyguların standardize edilmesi bu kabiliyetsizleşmeyle aynı anda yol alır.
Terry Eagleton’ın insani kapasitenin asli unsuru olarak tanımladığı insanlarla derin bağ kurma hissiyatı yanlış olarak işaretlenmekten öte, önemsizleşir, önemsizleştirilir.
Öyle ki bu kapasitenin önemsizleşerek yitirilmesi öyle zamanın ruhuyla alakalı bir durum olarak kabul edilemez, kabul edilmemelidir.
Keza onun yitimiyle elimizde kalan tepkileri ve duyguları tüketim mantığınca piyasalaştırılmış bir robottur, insan değil.
Mecburi Yalnızlıklara “Övgü” ve Çocuksulaşma
Piyasaya bağımlı duygular ve tepkiler insana dair olanı katleder. Aynı zamanda zayıflık üretir.
Piyasa bağımlı duygusal çerçevenin yol açtığı bu zayıflığın yol açtığı izolasyon, mecburi bir yalnızlık olarak deneyimlenir.
Yalnızlık mecburi istikamettir çünkü aşırı tüketim mantığı gereği, elimizdekiyle yetinmek imkansız hale getirilir.
Sahip olduklarımızın ya da hayatımızın birer parçası kıldığımız şeylerin işe yaramazlığına kolaylıkla karar verebiliriz.
Bunun anlamı sadakatin paramparça edilerek çöplüğe atılmasıdır.
Bu anlamda çağımızın insanı giderek, zorunluluğun hükmü altında olduğu için küçümsenen homo faber’den (alet yapan insan) bile kapasitesiz hale gelmekte…
Nihayetinde homo faber, kendisi için yararlı bir araç üretmektedir, doğaya üstünlüğünü kendi emeğiyle inşa eder.
Kendi tekilliğine, niteliğinden bağımsız olarak kendi emeğine sadıktır. Kendi dünyasıyla uzlaşısını bu sadakat üzerinden kurgular.
Günümüz aşırı tüketim dünyasında ise insan, çalışmada tümüyle kendine bağımlı olma niteliğini yitirir, tümüyle piyasaya bağımlı olur.
Aşk piyasasından tutun, iş gücü piyasasına kadar…
Kendine bağımlılığını yitirmiş insan, savruluşunu “yalnızlık” olarak soylulaştırır ki eldeki kabiliyetsizleşme sürecinde başka silahı yoktur.
Dahası, bu kabiliyetsizleşme bulaşıcıdır da. Korkudan ve endişeden bile daha bulaşıcıdır.
Dünyadaki hiçbir şey kendi masumiyetinize inanmanıza, onu tasdik etmenize yol açacak zorunlu bir seçimden daha kolay yayılamaz.
Hele ki referans tüketim mantığı olduğunda…
Tüketim mantığı çocuksu masumiyeti dayatır: Pascal Bruckner’in ifade ettiği o masumiyetin ayartıcılığı bu mantığın büyüleyici yanıdır.
Ama kimse çocuklaştırılmaya odaklanmaz. Çünkü bu ayartıcılığın işlemesi için çocuklaştırılmanın göz ardı edilmesi gerekir.
Hiçbir zaman erginlik çağına giremeyecek küçük, küçük “yetişkinler” üretilir.
Witold Gombrowicz’in deyimiyle tüm dünya çocukluğa dönüştürülmüştür artık.
Korkuyla her şeye egemen olma duygusu arasında savrulan, asla kendine ait bir dünya, bir yuva kuramayan, her şeyden mızmızlanan, abartan, istediği olmadığında suçlayan, aynasını yitirmiş birer çocuk…
Böyle küçücük yetişkinler çağında, olgunluk insana “içini yedirir”.
Lanet midir bu, bilemem. Biz şarabın burukluğunda kalalım…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.