10:57 am Dış Politika, Kutlu Altay Kocaova

Coğrafya ve Tarih Açısından İran Yayılmacılığı

Coğrafya ve Tarih Açısından İran Yayılmacılığı

İran coğrafyası, bilindiği üzere Ortadoğu’nun merkezi konumundadır. Bu yönüyle de hem İpek Yolu’nun hem Baharat Yolu’nun en önemli güzergahını oluşturmuştur. Dolayısıyla İran coğrafyasına hakim olan devletler, her daim çevrelerine karşı yayılmacı bir politika izleyerek Çin  ve Doğu Akdeniz arasındaki tek büyük güç olmaya çalışmışlardır. İster Fars/İrani kökenli olsun ister Türk kökenli olsun, bu değişmez bir gerçek gibi önümüze serilmiştir.

MÖ sekizinci yüzyıl ila MÖ altıncı yüzyıl arasında yaşamış olan Medlerden tutun da Perslere ve günümüzdeki İran İslam Cumhuriyeti gibi Fars ya da İrani kökenli devletler olsun, Selçuklular, İlhanlılar, Safeviler, Afşarlar ve hatta Kaçarlar gibi Türk kökenli devletler olsun, bu anlayış değişmemiştir. Bir yandan Çin ve Hindistan’a, bir yandan Türkistan’ın ve Kafkasya’nın iç kesimlerine, bir yandan da Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e… Hatta Anadolu ve Mısır üzerine…

Geçtiğimiz günlerde dünya, İran’ın Pakistan topraklarındaki Beluç direnişçilerinin kamplarını balistik füzelerle vurduğu haberleriyle sarsıldı. Hatta bu saldırıda iki çocuğun öldüğü de Pakistan tarafından açıklandı. Çok kısa süre sonra da Pakistan’ın “mütekabiliyet” kapsamında İran’ı balistik füzelerle vurduğu haberini aldık.

İnsanlar, ister istemez İran’ın Pakistan’a saldırmasının nedenlerini merak etti. İran’ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de yaptıklarına alışık olan insanlar, doğrusu Pakistan’a yönelik bir saldırıyı beklemiyordu. Gerçekten de Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi büyük iç karışıklıklar yaşayan, kendi varlığını sürdürmekte zorlanan zayıf devletleri vurmak kolaydır. Ama Pakistan, dünyanın en güçlü ordularından birine sahip olan bir nükleer güç. Böyle bir ülkeyi vurmanın hiçbir mantığı yoktur.

İşte, bu noktada göz önüne getirmemiz gereken bir durum var ki o da İran’ın yayılmacılığıdır. İran, yayılmacılığı iki sıklet merkezi üzerinden hareket eder. Birincisi, Şiî hilali adı verilen Şiî Müslümanlığı iken diğeri de paniranizmdir.

Günümüzde İran, resmî olarak herhangi bir savaşın içinde değilse de komşularıyla ve daha birçok devletle sık sık çatışmalar yaşamaktadır. Geçtiğimiz mayıs ayında İran sınır birlikleriyle Afganistan’daki Taliban güçleri arasında silahlı çatışmalar yaşanmış ve iki taraf da kayıp vermişti. Aynı şekilde Azerbaycan’a karşı sürekli olarak düşmanca bir dil kullanan İran’ın Ermenistan’a verdiği silahlar ve Azerbaycan’ın Karabağ’da yürüttüğü harekat sırasında kullandığı saldırgan dil ve hareketler, hepimizin hatırındadır.

Irak ile ilişkiler ise Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin döneminde doğrudan savaş, ABD işgalinin sona ermesi ve iç savaş döneminden beri ise istediği zaman vurduğu bir yapıya göre yürüyor. Türkiye, Irak’ın kuzeyindeki harekatını 1926 yılında Türkiye, İngiltere ve Irak arasında Ankara’da imzalanan antlaşma[1] doğrultusunda yürütürken İran herhangi bir meşru zemine ihtiyaç duymuyor. Suriye’de ise İran, Rusya ile birlikte adeta bir mandater devlet gibi hareket ediyor. Lübnan’da ise bunu Hizbullah üzerinden yaparken Yemen’de de Husilerin Ensarullah Hareketi ile iç savaşın bir tarafı olmaya çalışıyor.

* * *

Google Earth ya da herhangi bir benzeri uygulama ile dünyanın küresel haritasını açıp İran’ın üzerine gelirseniz ve yaklaşık 2500 kilometre yarıçaplı bir daire oluşturursanız İran’ın hedef bölgelerini anlamanız kolaylaşır.

Haritaya baktığımızda sadece İran’ın hedeflerini değil, aynı zamanda bu hedeflerin geçmişini de görürüz. Elbette, burada İran’da kurulmuş devletlerin tarihinden söz etmeyeceğiz. Buna hem gerek yok hem de yerimiz uygun değil. Ancak bu devletlerin ulaştığı sınırlar üzerinden hareket etmemiz doğru olacaktır.

İlk olarak bakmamız gereken Med Devleti’dir. Kökenleri tam olarak bilinmese de İrani bir kökene sahip olan Medler, Kyaksares döneminde (MÖ 623-625) İskitleri yenip, ardından da ittifak kurarak batıda Kızılırmak ve Fırat’tan, doğuda İndus, kuzeybatıda da Maveraünnehir’e kadar sınırlarını genişletmiştir. Medlerden sonra onların yerini alan Persler ise çok ileri bir hamle yaparak batıda Mısır, Yunanistan, Ukrayna’dan doğuda Türkistan, Çin ve Hindistan’a kadar uzanan bir imparatorluk kurabilmişlerdir.

Persleri yıkan Makedonyalı Büyük İskender’den sonraki süreçte yine bir İrani devletin, Partların sahneye çıktığını görüyoruz. Partlar da batıda Irak ve Doğu Anadolu’dan doğuda İndus Nehri ve Hindukuş Dağları arasında hakimiyet kurmuşlardır. Hatta Roma ile yaptıkları savaşlar, dönemin en büyük ve ünlü savaşları arasında yer almıştır.

Perslerin yeniden iktidara geldikleri Sasani dönemi ise her açıdan İran açısından en önemli ve üzerinde en çok durulması gereken dönemdir. Kendilerine İranşehr, yani İran ülkesi adını veren Sasaniler, İrani yönetimler içinde Fars kökenli ikinci devlettir.

Sasaniler, yerlerini aldıkları Partların sınırlarını korumanın da ötesini geçmiş, Maveraünnehir bölgesinde hakimiyet kurmaya çalışmışlardır. Ayrıca Türk kökenli Ak Hunlar ile bugünkü Afganistan ve Pakistan bölgelerinin hakimiyeti için savaşmışlardır. Genel olarak Ak Hunların üstünlüğünü kabul etseler de Avar-Ak Hun ittifakından ötürü Göktürklerle ittifak kurmuşlar ve bu süreçte Ak Hun yönetimi ortadan kaldırılmıştır. Böylece Hindukuş ve İndus bölgesine kadar Sasani hakimiyeti oluşmuştur.

Öte yandan, batı sınırlarında da bir yandan Roma, sonra da Doğu Roma ile Irak ve Suriye ile Doğu Anadolu’nun hakimiyeti için savaşırlarken bir yandan da Basra Körfezi’nin hakimiyeti için de Arap kabileleriyle savaşmışlar ve Doğu Arabistan ile Güney Arabistan ve hatta Yemen üzerinde hakimiyet kurmuşlardır. Roma savaşları, öylesine etkili ve sert olmuştur ki üçüncü yüzyılın ortalarında hüküm süren Roma imparatoru Valerianus, Sasani hükümdarı İkinci Şapur tarafından esir alınabilmiştir.

Bununla birlikte Sasaniler, ilk Pers yönetiminin sınırlarına ulaşmak için yedinci yüzyılın başlarında büyük bir saldırı başlatmışlar ve Türk kökenli Avarlarla bir ittifak yaparak Doğu Roma’ya karşı yaklaşık 30 yıl sürecek bir savaş sürecinin içine girilmiştir. Bu dönemde bir yandan Suriye ve Filistin ve hatta Mısır ele geçirilirken bir yandan da Anadolu’nun iç kısımlarına girilmiş ve İstanbul’un Anadolu yakasında olan Üsküdar’ı ele geçirmeyi başarmışlardır. Böylece Akdeniz ile Çin arasındaki tek güç olmak ve İpek Yolu’nu tamamen kontrol altına almayı amaçlamışlardır. Sonraki süreçte Doğu Roma’nın ileri hareketiyle birlikte Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır, İranlılardan geri alınmıştır. Ancak bu uzun süreli savaş süreci, dönemin iki büyük gücünü yıpratmış ve Arapların ileri hareketi için fırsat oluşmuştur. İslam’ın ortaya çıktığı bu dönemde, Hz. Muhammed’in ölümünün hemen ardından harekete geçen Araplar, çok kısa süre içinde Filistin, Suriye, Irak ve Mısır’ı ele geçirmekle kalmamış, bir yandan bütün İran’ı alıp Sasani yönetimine son verirken bir yandan da Anadolu içlerinde ilerlemiş ve hatta İstanbul’u kuşatmayı bile başarmışlardır.

İran’ın Arapların eline geçmesinden kısa bir süre sonra İspanya ve Fas’tan Doğu Türkistan’a kadar uzanan alan Arapların eline geçmiş ve Samaniler ve Büveyhiler gibi Fars kökenli yönetimlerin dışında bölge, çok uzun süre Arapların ve çoğunlukla da Türklerin yönetiminde kalmıştır. Farslar, kültürlerini ve dillerini yaşatmayı başarmakla birlikte, Arap kökenli Abbasi yönetiminden itibaren bölgeyi yöneten bütün yönetimlere kendi kültürlerini aktarmayı başarmışlardır.

Türk kökenli Selçuklu yönetim merkezinin İran coğrafyasına taşınmasıyla da Fars dili ve kültürünün etkisi artmıştır. Nizamülmülk gibi Fars kökenli yöneticiler, doğrudan devlet politikalarında büyük etki sahibi olmuşlardır.

Selçukluların yayılma stratejilerinin de İran merkezli önceki devletlere benzediğini söylersek yanlış olmaz. Bir yandan Irak, Suriye ve Anadolu yönünde yayılma derken bir yandan da Türkistan, Afganistan ve Hindistan yönünde ilerleme doğrudan coğrafya merkezli bir stratejidir. Selçuklulardan sonra bölgede büyük bir güç olmayı başaran Türk-Moğol kökenli İlhanlıların da aynı stratejiyi izlediğini görürüz. Hatta İran merkezli olmayıp bir Türkistan yönetimi olan Timurlu hükümdarlarının da yine aynı şekilde hareket ettiğini görüyoruz.

İran coğrafyasını tam olarak kontrol altına alan ve bütün dinî yapısını şekillendiren Türk kökenli Safevi yönetimi ve Şah İsmail ile birlikte de eski Roma-Sasani savaşlarına benzer şekilde Osmanlı-Safevi savaş sürecinin başladığını görüyoruz. Her ne kadar bu savaş sürecinde Suriye bölgesi etkilenmese de özellikle Irak bölgesi, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’nun sık sık savaş alanına dönüştüğünü görüyoruz. Aynı şekilde Türkistan bölgesinde de Safevilerin, özellikle Türk kökenli Özbeklerle yürütülen yıkıcı savaşları görmekteyiz.

Safevilerin ardından hakim olan Türk kökenli Afşar ve Kaçar yönetimleri döneminde de Osmanlı ile yürütülen savaşların durmadığı görülmektedir. 300 yıla yakın süren bu savaş sürecinde son yapılan 1821-1823 savaşları ile Kaçar birlikleri, bir yandan Bağdat yönünde ilerlerken bir yandan da Bitlis çevresini ele geçirip Diyarbakır ve Erzurum yönünde ilerlemişlerdir. Sonuçsuz kalan ve iki tarafın da ele geçirdikleri bölgeleri terk ettikleri bu savaşla birlikte Irak ve Doğu Anadolu için Osmanlı ile yapılan savaşlar sona ermiştir.

* * *

İşte, bugün İran İslam Cumhuriyeti’nin politikasını da belirleyen bu olmuştur. 1925’ten 1979’a kadar hüküm süren Fars kökenli Pehlevi Şahlığı da doğrudan Pers ve Sasani geçmişini sahiplenmiş ve bu tarihi yüceltmişlerdir. Monarşiyi yıkıp yerine İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte de bu politika devam ettirilmiştir.

İran’ın Irak ve Suriye politikası ile Azerbaycan’a yönelik düşmanca tutumuna, Fars kökenli Tacikistan’a verdikleri destek ve Tacikistan’ın Türk kökenli Kırgızistan ile yaşadığı çatışmalara, Afganistan sınırında Taliban güçleri ile İran sınır birlikleri arasında ara sıra yaşanan çatışmalara ve son olarak Pakistan’a yapılan füze saldırısına bakarak net bir şekilde söyleyebiliriz ki İran devleti, paniranist bir anlayışla, Sasani dönemi sınırlarında hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Bu noktada Basra Körfezi’ndeki Amerikan askerî varlığı, Pakistan’ın nükleer gücü ve Azerbaycan’ın yanında yer alan Türkiye faktörü, İran’ı belirli sınırlar için kalmaya zorlamaktadır.

İşte, Pakistan’a yönelik balistik füze saldırısını da bu gözle yorumlamak gerekir. Diyebiliriz ki İran, Pakistan’ın vereceği yanıtı görmek istemiş ve bir adım atmıştır. Tıpkı, İkinci Karabağ Savaşı sırasında Azerbaycan’ı denemek için sınırda yaptığı tatbikat ve Tahran’daki Azerbaycan büyükelçiliğine yapılan saldırı gibi… Orada da Türkiye, net bir tavır sergilemiş, Türk savaş uçakları, sınır hattında uçmuş ve Azerbaycan’ı her şart altında destekleyeceğini açıklamıştır. Dolayısıyla İran’ın bu bölgelerdeki bütün karışıklıkları lehine kullanmaya çalışacağını ve önümüzdeki süreçte de yine birtakım adımlar atacağını söylemek yanlış olmayacaktır.


[1]     Türkiye, İngiltere ve Irak Hükümetleri Beyninde Ankara’da 5 Haziran 1926 Tarihinde Münakit Hudut ve Münasebatı Hasenei Hemcivari Muahedenamesi (Sınır ve Dostluk Andlaşması) 9. ve 10. maddeler.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 239 times, 1 visit(s) today

Close