9:57 am Çeviri - Makale, Dış Politika

Geert Wilders’in Zaferi Avrupa’da Aşırı Sağ için Yeni Bir Döneme Girdiğimizi Gösteriyor

Geert Wilders’in Hollanda’da (iktidara değilse bile) seçim zaferine giden yolda dönüm noktasının, muhafazakar VVD partisi liderinin Wilders’in partisine koalisyon ortağı olarak kapıyı açma kararı olduğu düşünülüyor. İşte o anda pek çok seçmen Wilders’a VVD için de oy verebileceğini hesapladı. Batı Avrupa’da giderek daha fazla sayıda sağcı lider, kendi partilerini iktidarda tutmanın bir yolu olarak aşırı sağı koalisyona dahil etme kararı veriyor. Bu taktiğin VVD’li Dilan Yeşilgöz için tamamen geri tepmiş olması (partisi üçüncü sırada kaldı) Hollanda’yı aşan önemli bir ders içeriyor.

Batı Avrupa’da aşırı sağ siyaset için yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Aşırı sağ partiler artık siyasetin uçlarında, (sağcı) siyaset kurumu tarafından görmezden gelinebilecekleri ya da kullanılabilecekleri bir yerde durmuyorlar. Aşırı sağ artık sadece siyasi ana akımın bir parçası değil, giderek daha baskın bir parçası haline geliyor.

Başta göç olmak üzere aşırı sağdan kaynaklanan fikirlerin Avrupa genelinde ana akım haline gelmesiyle birlikte muhafazakar liderlerin aşırı sağ partileri hükümet dışında tutması neredeyse imkansız hale geldi. Birçok muhafazakar seçmen, daha popülist bir çerçeveye sahip olsa da, kendilerininkine çok benzeyen partilerin niçin koalisyon kurmak için uygun görülmediğini anlamakta güçlük çekiyor. Partilerinin zayıf merkezci koalisyonlar yerine güçlü sağcı koalisyonlarla ülkeyi yönetmesini istiyorlar. En çok önem verdikleri konularda (daha sıkı göç kontrolleri, daha fazla kanun ve düzen) kendi görüşlerini paylaşan partilerden oluşan hükümetler istiyorlar.

Geçen yıl İsveç’te koalisyondaki iki partinin destekçilerinin çoğunluğunun merkez sol Sosyal Demokratlar yerine aşırı sağcı İsveç Demokratlarını tercih etmesiyle ortaya çıkan bu durumu şimdi de Yeşilgöz’ün Wilders’in altında görev yapacağı sağcı bir hükümete katılma fikrini bir kez daha reddettiği için partisi içinde bir isyanın patlak verdiği Hollanda’da görüyoruz.

Buraya nasıl geldik?

Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ve Fransa’daki Ulusal Cephe (FN) gibi aşırı sağcı partiler 20. yüzyılın sonunda Batı Avrupa’da seçim atılımı yapmaya başladı. Ancak birkaçı ulusal parlamentolara girmiş olsa da çoğu hala nispeten küçüktü ve seçmenlerin sadece dar bir kesiminin desteğini alıyorlardı. Birçok aşırı sağcı parti 21. yüzyılın başında siyasi atılımlarını gerçekleştirdi. Bunun ardından, aşırı sağcı fikirlerin Danimarka Sosyal Demokratları gibi bazı merkez sol partiler de dahil olmak üzere diğer partiler tarafından ana akım söyleme taşınmasıyla birlikte başka bir aşamanın kök saldığına tanık olduk. Bu gerçekleşirken aşırı sağın kendisi de etkin bir şekilde ana akım siyasetin bir parçası haline geliyordu.

1990’larda Batı Avrupa’da sadece bir ulusal hükümet aşırı sağcı bir partiyi içeriyordu: İtalya’daki ilk Berlusconi hükümetinde Kuzey Ligi. Bu yüzyılda aşırı sağcıların hükümete katılımı giderek yaygınlaşan bir durum haline geldi. Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, İtalya, Hollanda, Norveç, İsveç ve İsviçre’de aşırı sağcı partiler ya ulusal hükümetlere katıldılar ya da destek verdiler. Bazı ülkelerde bu partiler o kadar normalleşti ki onlarla koalisyon yapmak için artık özel bir gerekçe gerekmiyor.

Önceki on yıllarda Batı Avrupa’daki aşırı sağ partiler, ulusal hükümetlere ya küçük ortaklar ya da dış destek partileri olarak hep zayıf bir konumdan katıldılar. Genellikle seçmen açısından küçük ve siyasi açıdan deneyimsiz olan bu partiler, hükümetlere katılımı siyasi programlarını hayata geçirmekten ziyade tamamen normalleşmek için kullandılar. Örneğin İsveç Demokratlarının, parlamentodaki sandalye sayısı bakımından hükümet partilerinden daha büyük olmalarına rağmen sağcı bir azınlık hükümetini desteklemeye istekli olmalarının nedeni budur. Sonuç olarak, Batı Avrupa’daki bu koalisyonlar liberal demokratik sisteme, başta Macaristan ve Polonya olmak üzere Orta ve Doğu Avrupa’daki aşırı sağcı hükümetlerin yaptığı gibi nadiren saldırmıştır.

Ancak son yıllarda iki önemli şey değişti. Birincisi, özellikle 2010’ların ortasındaki sözde mülteci krizinden bu yana, çoğu sağ parti sadece aşırı sağın milliyetçi söylemini değil, aynı zamanda politikalarını da benimsedi. Bunun en iyi örneği, Avrupa’daki en büyük sağ partilerin çoğuna ev sahipliği yapan Avrupa Parlamentosu’ndaki en büyük siyasi grup olan Avrupa Halk Partisi’dir (EPP). EPP’nin 2019 manifestosu, göç konusunu “Yaşam tarzımızı koruyan bir Avrupa” başlığı altında ele almıştır.

Hatta Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, göçten sorumlu komisyon üyesine (ve başkan yardımcısına) benzer bir unvan vermeye çalıştı. Sağ partiler daha da sağa kaydıkça, birçoğu için aşırı sağ “doğal” bir koalisyon ortağı haline geldi.

İkinci olarak, aşırı sağ partiler, geleneksel partiler tarafından konularının ve siyasi çerçevelerinin ana akımlaştırılması ve kopyalanmasına rağmen seçimlerde büyümeye devam etmiştir. Nitekim bugün Avusturya, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda ve İsviçre’de aşırı sağcı partiler birinci sırada yer almaktadır ve İsveç’te bulunan bir parti en büyük sağcı partidir. Şu anda aşırı sağ, Batı Avrupa’da sadece bir ulusal hükümete liderlik ediyor: Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşlerinden oluşan iktidardaki koalisyonu, aşırı sağcı Lig; Silvio Berlusconi’nin ölümünden bu yana lidersiz kalan sağ popülist Forza İtalya ve büyük ölçüde işlevsiz merkez sağ İtalya Yurttaşları’ndan oluşuyor. Bir sonraki Hollanda hükümeti de aynı yolu izleyebilir ve Avusturyalılar da çok geride kalmayabilir.

Elbette, sadece üç bulutla henüz bir aşırı sağ kışı olmuyor. İtalya hala bir istisna ve Wilders koalisyonunu kurmakta başarısız olabilir. Dahası, birçok Batı Avrupa ülkesinde aşırı sağ partiler oldukça marjinal kalmaya devam ediyor (İzlanda ve İrlanda’da olduğu gibi) ya da sağ bloku domine etmekten çok uzaklar (Portekiz ve İspanya’da olduğu gibi). Ancak giderek artan sayıda ülkede, ana akım sağ siyasetçiler artık aşırı sağ ile koalisyonlara aâkim olmak bir yana, liderlik edeceklerini varsayamazlar.

Bu nedenle önceliklerini ve ittifak kurma stratejilerini yeniden düşünmeye başlamaları çok önemlidir. Hangi koşullar altında hükümetteki aşırı sağcı bir partiye katılırlar? Kırmızı çizgileri nelerdir? Ve en önemlisi, küçük bir ortak olarak bu kırmızı çizgileri nasıl hayata geçirecekler?

Liberal demokrasi hem AB’de hem de üye devletlerde yasal çerçeve olmaya ve geçerli olduğu ülkelerde geniş halk desteğine sahip olmaya devam etse de artık bir ideolojik hegemonyası ve siyasi kontrolü olduğunu düşünmemiz kolay değil. Günümüz Avrupa’sında çoğulculuk ve azınlık hakları gibi liberal demokratik değerler olduğu gibi kabul edilmek yerine savunulmalıdır. Ve bu değerler sadece giderek baskın hale gelen aşırı sağa karşı değil, aynı zamanda onu büyük ölçüde normalleştiren radikalleşmiş ana akım siyasete karşı da savunulmalı ve güçlendirilmelidir.


* Cas Mudde’nin The Guardian’da yer alan “Geert Wilders’ win shows we are in a new phase for the far right in western Europe” yazısının çevririsidir: https://www.theguardian.com/commentisfree/2023/nov/30/geert-wilders-win-far-right-western-europe

**Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 172 times, 1 visit(s) today

Close