9:56 am Dış Politika

Güç Değil Haklılık Perspektifinden Filistin Meselesinin Tarihsel Kökenleri

Uluslararası ilişkilerin, özellikle de o disiplindeki en baskın perspektif olan realizmin çok dillendirilen bir kuralı vardır: Devletlerarası ilişkilerin asıl belirleyicisi güçtür.

Bu, elbette doğruluk payı yüksek bir kuraldır. “Ne derece” olduğu tartışmalı olsa da küresel siyasette ekonomik ve askerî gücün rolü tartışılmaz.

Ama güç önemli diye insanların uluslararası meselelere mutlaka sadece bu perspektiften bakmaları gerekmiyor. Hem ideolojiler hem de adalet, eşitlik gibi değerler toplumsal ilişkilerde makyavelist güç ilişkilerinin sıradan bir paravanı değiller. Toplumlar için bunlar da önemli ve bu önem yeri geldiğinde devletlerin politikalarına da etki edebiliyor.

Hamas ve İsrail arasındaki savaşın yeniden alevlenmesiyle beraber medyada Filistin Meselesi’ne reelpolitik perspektiften yaklaşan birçok analizci bulabilirsiniz. Savaşta güçlü olan taraf İsrail olduğu için bu analizcilerin bir kısmının, özellikle de Batı’dakilerin, İsrail’in yapıp ettiklerine nasıl meşruiyet kazandırdıklarını da.

Bense bu yazıda meselenin tarihsel kökenine inip adalet perspektifinden kimin haklı olduğunu tartışmak istiyorum. Geniş bir konu olduğu için özellikle ikili mesele üzerinde duracağım: Siyonist hareketin devlet kurma hedefi ve Filistinli Arapların toprak satması.

Siyonizm ve devlet kurma hedefi

Filistin meselesinin kökü 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Yahudi milliyetçiliğine yani siyonizme dayanıyor.

Malum, 19. yüzyıl Avrupa’daki her millette bir “millî uyanış”ın başladığı ve her milletin kendi millî devletini kurmak istediği bir dönemdi.

Bu düşünce Yahudiler arasında da yayılmaya başladı. Ancak sorun şu ki Yahudilerin çoğunluk oluşturdukları bir ana yurtları yoktu. Çeşitli ülkelerin içerisinde azınlık olarak yaşıyorlardı.

Bu duruma çare kutsal kitaplarda bulundu. Yahudi milleti yaklaşık iki bin sene önce bugünkü Filistin topraklarından dünyaya yayıldığına göre o zaman ana yurdu da burası kabul edilebilirdi. Dolayısıyla burada bir devlet de kurabilirdi hatta kurmalıydı.

Ancak sorun şu ki 19. yüzyıl sonunda Yahudiler Filistin nüfusunun sadece % 5’ini oluşturuyordu. O zaman nüfusun % 95’ini oluşturan ve o bölgede yaşayan Araplar ne olacaktı?

İşte, bu soruya verdiği cevap, siyonizmin özünde ne derece benmerkezci ve üstünlükçü bir ideoloji olduğunu gösteriyor. Siyonizme göre 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında orada yaşayan Araplar topraklarından gayet sürülebilirdi hatta sürülmeliydi. Çünkü İbrani Kutsal Kitabı’na göre o topraklar Yahudilere vadedilmişti. Orada iki bin sene önce Yahudiler yaşıyorlardı ve sürülmüşlerdi. Dolayısıyla Yahudilerin de her yolu kullanarak şimdi Arapları sürmesinde bir sakınca yoktu.

Bu gerçekten hiçbir iler tutar yanı olmayan bir argüman. Millî devlet anlayışı 19. yüzyılda ortaya çıktığına göre o dönemde bir toprak parçası üzerinde hangi millet çoğunluksa o toprak parçasının da ona ait olması gerekir. Demokratik ve adil olan budur. Hiçbir milleti “iki bin sene önce senin topraklarında ben yaşıyordum, kusura bakma, şimdi oraya ben yerleşeceğim” diyerek topraklarından süremezsin. Bu mantığa göre Yunanların da “Anadolu’da iki bin sene önce biz yaşıyorduk” diyerek Türklerin çoğunluk olduğu toprakları geri almak istemesi haklı olur. Böyle bir saçmalık olmaz.

Aslında siyonist hareketin Filistin topraklarında devlet kurma amacının, teolojik olandan farklı, görece daha meşru ve seküler bir nedeni de var. Yahudiler dünyanın her yerinde dinsel azınlık oldukları için yüzyıllarca katliamlara, baskılara ve ayrımcılığa maruz kalmış bir millet. Bir Yahudi devletinin kurulmak istenmesindeki başka bir amaç, dünyanın herhangi bir yerinde Yahudiler saldırı veya ayrımcılık tehlikesi yaşarsa onların derhal güvenli bir bölgeye taşınabilecek olması.

Bu gerçekten de meşru bir gerekçe olmakla beraber buradaki temel sorun, gene Yahudilerin kendi devletlerini kurabilmek için seçtikleri bölgede halihazırda yaşayan insanların ne olacağı. Yahudilerin saldırı ve dışlanma tehlikesine karşı güvenli bir ülkeye sahip olma isteği anlaşılabilir ama bu ancak devlet kurmak istedikleri bölgedeki insanların da rızası alınarak yapılabilecek bir şey, o bölgede halihazırda yaşayan insanlara hayvan muamelesi yaparak değil.

Ne var ki siyonist hareketin bir asırdır yaptığı bu: Filistin topraklarında yaşayan Arapları her türlü yolu meşru görerek topraklarından sürmek. Yani kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyi bir başkasına yapmakta sakınca görmemek.

“Topraklarını sattılar” meselesi

Filistin meselesinde haklı tarafın İsrail olduğunu düşünenlerin çok dillendirdiği argümanlardan birisi, Filistinli Arapların topraklarını Yahudilere kendisinin sattığı iddiası. Bu argümana göre vatan toprağı satılamazdı ama açgözlü Araplar para için satmıştı. Dolayısıyla bir yönüyle bugünkü duruma düşmeyi de hak etmişlerdi.

Bu argümandaki yanılgının başında bu topraklar satılırken sanki o bölgedeki Arapların çoğunluğunun bu satışlara rıza göstermiş gibi algılanması geliyor.

Yahudiler, siyonist kolonileştirme politikasına yani Filistin bölgesinden yüksek miktarlarda toprak satın alıp buradaki Arap köylüleri sürerek sonradan kurmayı hedefledikleri devletin temelini oluşturacak bir etno-teritoryal mühendislik çalışması yapmaya, 20. yüzyılın başında bölge henüz Osmanlı idaresindeyken başladı.

Nitekim daha 1908 gibi çok erken bir tarihte Filistin’de siyonist kolonileştirmeyle mücadele etmeyi amaçlayan ilk gazete kurulmuştu.

Bununla birlikte Osmanlı devleti bu tür bir siyonist kolonileştirme faaliyetini tehlikeli bulduğundan toprak alımlarına bir üst sınır koymuş ve alınan topraklardan Arap köylülerin sürülmesini yasaklamıştı. Bu sebeple 1918’e kadar siyonist kolonileştirme faaliyeti oldukça düşük yoğunluklu seyretti.

Ancak Birinci Dünya Savaşı sonunda bölge Britanya yönetimine geçince manda yönetimi derhal siyonist kolonileştirme faaliyetlerinin önünü açmaya başladı ki zaten 1917 Balfour Deklarasyonu ile bunu yapacaklarını duyurmuşlardı.

Bu ön açmalardan en önemlisi yüksek miktarlarda toprak satışını ve Arap köylülerin sürülmesini yasaklayan yasanın değiştirilmesi oldu. Bu şekilde Yahudiler Filistin’den bol bol toprak alıp dünyanın çeşitli bölgelerinden akın akın gelerek buralara yerleştiler.

Ancak bu süreç karşısında Filistinli Araplar oturup seyretmediler. Örneğin 1919’dan 1928’e kadar toplanan kongrelerde Britanya yönetimine böyle bir siyonist kolonileştirmeye karşı olduklarını defalarca bildirdiler. Bu doğrultuda basın üzerinden mücadele ettiler, mitingler yaptılar. Ancak küresel siyonist hareketle ortak hareket Britanya yönetimi bunların hepsine kulaklarını tıkadı.

En son sabrı taşan Araplar 1936’da silahlı isyan başlattılar. Britanya bu isyandan sonra Filistinli Arapların ciddi olduklarını anladı ve siyonist kolonileştirme konusunda geri adım atmaya başladı.

Dolayısıyla evet, bir yönden bazı Araplar topraklarını Yahudi kolonicilere sattılar ama Filistinli Arapların çoğunluğu bu toprak satma işine tamamen karşıydı. Bu konuda mücadele de ettiler. Ne var ki Britanya yönetimine güçleri yetmedi.

Diğer bir deyişle, Yahudi devletinin temelini, açgözlü toprak sahibi Araplardan çok daha fazla Britanya yönetimi attı.

Sonuç olarak, 20. yüzyıl boyunca Yahudiler güç kullanarak hedeflerini gerçekleştirme konusunda başarılı oldular ve Filistin topraklarında “İsrail” adını verdikleri ülkeyi  büyük oranda kurdular. Ancak bu ülkenin kökeni haklı ve meşru temellere değil sadece “gücüm var, yaptım” anlayışına dayanıyor. Bu yüzdendir ki o topraklar bir türlü huzur bulmuyor.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 407 times, 1 visit(s) today

Close