Hamas’ın İsrail’e yönelik başlattığı saldırıyla birlikte Ortadoğu’da şiddet ve çatışmanın farklı yönleri bir kez daha gündeme geldi. Hamas, artık rutin haline gelen binlerce füzelik saldırıları haricinde paramotor kullanarak Yahudi yerleşimcilerin bulunduğu alanlara da sızdı ve “katliam” olarak değerlendirilebilecek saldırılar gerçekleşti. Sivillerin hedef olduğu saldırıların en çarpıcı yönü, “savaş hukukunu” yeniden gündeme getirecek nitelikte bir sonucun ortaya çıkmasıydı. Ortadoğu’nun en kanlı coğrafyasında düzenlenen bir barış festivalindeki katliam ve Shani Louk’un görüntüsü, Hamas’ın saldırılarının simgesi haline geldi. Bütün bunlar olurken İsrail de yıllardır gerçekleştirdiği gibi Gazze’de sivil ayrımı gözetmeksizin ciddi bir saldırıya başladı. Böylece bölgedeki şiddetin sıradanlığı ve belli periyotlarla tekrar gündeme gelmesi de bu süreçle gerçekleşti. Ancak politik düzlemde bunlardan daha önde olan, kuşkusuz devletlerin haklılık dereceleri ve stratejik çıkarlarıyla birlikte geleceğe dair analizlerin tartışılması oldu.
Saldırıların ardından kamuoyunun odak noktasında hangi tarafın haklı olduğuna dair tartışmalar yer aldı. Özellikle 2000’lerin başından itibaren ve AK Parti iktidarıyla muhalefetin ortak gündemi haline gelen Büyük Ortadoğu Projesi ve bunun “Büyük İsrail Projesi” olarak yansıtılması, Türkiye’deki Anti-Siyonist söylemin tarihi temelleriyle birlikte İsrail’e karşı güçlü bir duvar oluşturuyordu. Ancak son yıllarda bu duvarın önemli ölçüde aşıldığı ve Davos Krizi ya da Mavi Marmara saldırısı gibi faktörlere karşın güvenlik ve strateji temelli tekno-milliyetçi söylemle birlikte iktidar bloğundan toplumsal yapıya kadar algıların değiştiği de anlaşılıyor. İslamcılığın her çeşidi, bu aşınmanın sorumluluğunu da seküler milliyetçilikte arıyor. Oysa bu aşınmanın en temel dinamiğini AK Parti’nin başta dış politikadaki tutumu olmak üzere hareketli söylem zemini oluşturuyor.
Ana muhalefetin konuyla ilgili popülist ve ezbere söylemine karşı iktidarın temkinli tutumu da bu konunun ideolojiler üstü bir söylem temeline çekildiğini gösteriyor. Bu süreç, Yahudi yerleşimcilerin bölgede gerçekten “işgalci” olduğu ve aralarından bir kısmının sivil olarak silahlandığı, Gazze’nin de düzenli olarak zaten bombalandığı ve böyle bir saldırının ardından yine bombalanacağı, üstelik saldırı olmasa da bombalandığı gerçeğini de arka planda bırakıyor. Öte yandan Hamas’ın gerçekleştirdiği katliamın başta İslamcılar olmak üzere meşrulaştırılmaya çalışılması, dış politikaya yönelik değerlendirmelerde bile apayrı bir gerilim hattının ortaya çıktığını gösteriyor. Sol açısından ayrı bir yorum zemini de geçmişte bulunuyor. Zamanında Miloseviç’in Avrupa’daki katliamlarını savunma ve meşrulaştırma gayretine giren zihniyetin bugünkü konumu elbette şaşırtmıyor. Neticede, Gazze’ye yönelik değerlendirmelerde ve algılardaki haklılık meselesinde değişimin, bu açıdan kapsamlı bir süreç olduğunu da görmek gerekiyor.
“The Act of Killing” Meselesi
The Act of Killing, 2012 yapımı bir belgesel film. 1965-1966’da Endonezya’da gerçekleşen ve kimi kaynaklara göre 1 milyona yakın insanın öldürülmesiyle sonuçlanan komünist katliamını konu edinen filmde, küçük bir çetenin lideri olan Anwar Congo merkeze alınıyor. Anwar, ilgili dönemde çetesiyle on binlerce insanın ölümüne yol açarken, Endonezya’daki Anwar ve grubunun haricindeki paramiliter yapı da “Pemuda Pancasila” olarak bugüne kadar uzanan bir miras bırakıyor. Belgeselde de katliamı bizzat gerçekleştirenler konuşuyor.
Anwar, çok rahat bir şekilde bir insanı nasıl boğduğunu, nasıl işkence yaptığını anlatıyor. Çevresindekiler onu dinlerken, sıradan bir tiyatro oyunu sahnelenir gibi o dönem yaptıklarını anlatıyor ve bunu hareketleriyle gösteriyor. Hatta zaman zaman kendini kurbanların yerine koyuyor ve işkence yaptığı alandaki kanın miktarından bahsediyor. Bütün bunlar olurken Anwar ve çetesi aslında hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Hannah Arendt’in Adolf Eichmann’ın yargılanma sürecine dair kaleme aldığı Kötülüğün Sıradanlığı, Endonezya’daki katliamdan önemli noktalarda farklılıklara sahip olmakla birlikte benzer bir temayı vurguluyor. Failler, gerçekleştirdikleri katliamların etik boyutunu düşünmek bir yana, bunu normal ve uygulanması gereken bir süreç olarak değerlendiriyor. Herhangi bir meşruiyete de ihtiyaçları yok; öldürmek bir eylem olarak rutine dönüşüyor ve bu rutinin en azından Endonezya özelinde bir yaptırımı da gerçekleşmiyor.
Hamas’ın başlattığı saldırılar ve şiddetin Gazze özelinde bir rutine dönüşmesiyle dünyanın buna belli periyotlarla şahit olması, şiddetin başta politika olmak üzere her alanda normalleştiği bir unsur olarak göz önünde bulundurulduğu zamanın ruhunu yansıtıyor. Şiddetten veya şiddet ihtimalinden sıyrılamayan analizler, katliamlarla iç içe geçen aktörler ve yapılarla birlikte siyasetteki uzun vadeli önceliklerde güvenlikçiliğin ilk sırada olacağını da gösteriyor. Sosyal medya da buna ihtiyaç duyan kitlelerin taleplerini karşılayabilmek adına her iki tarafın da kendi katliamlarını sergilediği bir alan haline geliyor ve korku bombardımanı yerini daimî bir güvenlik ihtiyacına bırakıyor.
Biraz rasyonel bir düzlemde kalmak isteyen aktörler de ülke çıkarlarını ve stratejik konumlanmaları dile getiriyor. Fakat bütün olanlar arasında en anlamsız çıkış, “Hamas’ın bu saldırısıyla İsrail’in Filistinlilere eziyetinin ve saldırılarının artacağı” yönündeki utangaç İsrail yanlısı yorumlar oldu. İsrail’in Filistin’e yönelik düşmanlığının boyutlarını ve insani herhangi bir kural tanımadığını tekrar hatırlatmaya gerek var mı? Ya da Hamas’ın herhangi bir sivil vb. ayrımı yapmadan binlerce füzeyi eş zamanlı olarak insanların üzerine yönelttiğini? Acımasız bir sürekli savaş hali ve öldürme eyleminin yarattığı sıradanlık değerlendirmelerimizi kendi kutuplarımıza uygun bir şekilde evirip çevirmeye yararken yalnızca faillerin değil bütün analistlerin de bu olanları “olması gereken” olarak gördüğünü ifade ediyor.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.