11:06 am Dış Politika

Savaş ve Korku: İsrâil-Filistin Çatışmasına Bakış

Savaşlar, târih boyunca dünyânın en acı gerçeği olarak varlığını sürdürmüştür. Görünen o ki bundan sonra da varlığını sürdürecektir. Maalesef, insanoğlunun doğası, bunun en önemli kaynağıdır. Öyle ki birçok düşünür açısından da savaş, barışa giden en önemli yoldur.

Öyle ki 1037-1107 yılları arasında yaşamış olan İngiliz düşünür Godefridus Wintonensis, Lâtince yazdığı “Epigrammata Historica”[1] adlı eserinde “Ve barışınız savaşla sağlanır”[2] demektedir. Aslında bu çok önemli bir ifâdedir. Daha önce ünlü Romalı düşünür Flavius Vegetus Renatus[3] tarafından belirtilen ve çok ünlü olan “Bu nedenle barış isteyen, savaşa hazırlanır”[4] ifâdesinin önüne geçtiği, barışın varlığını savaşa hazırlıktan da öteye, bizzât savaşa bağladığı görülmektedir.

Bu iki eser üzerinden gidersek barışın yolunun savaşa hazırlık ya da bizzât savaşın kendisi olduğu görülür. Bu durumda savaşın varlığı üzerinde de konuşmak gerekmektedir. Ünlü İtalyan düşünür Machiavelli, Prens[5] adlı ünlü eserinde ilginç bir tartışma ortaya atmaktadır:

Korkulmaktan çok sevilmek mi iyidir, yoksa sevilmekten çok korkulmak mı? Benim yanıtım bunların ikisinin de gerekli olduğudur; ama ikisini bağdaştırmak güç gözüktüğüne göre, birinden biri olmayacaksa sevilmekten çok korkulmak bence çok daha güvenilirdir. Çünkü insanlar hakkında genelde şu söylenebilir: Nankör, değişken, içten pazarlıklı, korkak ve çıkarcıdırlar; onlara iyilik ettiğin sürece hepsi seninledir; yukarıda da dediğim gibi, gerekmedikçe kanlarını, mallarını, canlarını ve çocuklarını sana sunarlar ama bir gerekmeyegörsün hepsi senden yüz çevirirler. Sadece onların sözüne dayanan prens, başka önlemler almamışsa, ortada kalır ve yok olup gider.”

Machiavelli, alıntı yaptığım bu kısımda, yeni bir prense öğüt verirken idealin, sevilen ve korkulan olmak olduğunu ancak bunun çok zor olacağını, bu yüzden de sevilen olmak yerine korkulan olmanın daha önemli olduğunu vurgulamaktadır. Üzerinde durmamız gereken nokta, burasıdır. Korkulan olmak…

* * *

Bugün Gazze çatışmalarının yedinci günü… Her ne kadar birçok kişi, doğrudan savaş tanımını kullansa ve yaşananlar bir savaş olsa da, yedi gündür yaşanan ve görünenlere bakılırsa, günlerce ve haftalarca daha sürecek olsa da geçmişteki Gazze çatışmaları ile genel olarak Filistin-İsrâil çatışmalarının bütününden ayırmak doğru değildir.

İsrâil, bilindiği üzere bağımsız bir Filistin devletini kabul etmiyor ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nden sonra da herhangi bir Filistinli örgütle resmen barış masasına oturmuş değil. Dolayısıyla bu durumun onlarca yıldır süren savaş durumunun en kanlı halkası olduğunu söylememiz gerekir.

Şimdiye kadar hepimiz, İsrâil’in Gazze’yi sık sık havadan bombaladığını gördük. Öyle ki yaklaşık iki milyon insanın yaşadığı bu daracık (genişliği yaklaşık 15 km) ve küçücük alanda (365 km2) herhangi bir yakınını İsrâil saldırılarında kaybetmeyen, dolayısıyla İsrâil’e karşı bir kan dâvâsı gütmeyen kimse yok. İşte, burada Machiavelli’nin o tartışması aklımıza gelmeli. Korkulmak mı, sevilmek mi?

İsrâil’in bunun yanıtını korkulmak olarak verdiğini söyleyebiliriz. Bir yandan sürekli ve acımasızca vurduğu şehir, bir yanda öldürdüğü siviller derken bir yanda da MOSSAD üzerinden yaratılan mükemmellik algısı ile “korkulması gereken yenilmez” algısını başta Filistinliler olmak üzere, bütün Araplara yaydığı görülüyor. Ancak bu algının kendi toplumu ve devletine de yayıldığını gördük.

Oysa, böyle bir algı, Tanrı rolüdür. Çünkü mükemmellik ve yenilmezlik, Tanrı’ya özgü bir kavramdır. İnsânî değildir. İnsân, yenilir, hatâ yapar, aldanır, aldatır. Mükemmel olduğunu düşünen insan, hatâlarını göremez, bundan ders alamaz. Hattâ hatâlarını gösteren insanlara da düşmân olur. Çünkü o Tanrı rolünü benimsemiştir. Hatâlarını gösteren herkes, Tanrı’ya meydân okuyan İblis rolüne sokulur. Bu ise aslında her türlü zaâfa ve hattâ felâkete kapı açılması demektir.

Bununla birlikte nefrete dönüşen korku, sıvı gibidir ve ilk bulduğu çatlaktan sızmayı sever. İsrâil, korkuya dayalı kurduğu hâkimiyette, mükemmellik algısından ötürü çatlaklar yarattı ve korktuğunu düşündüğü insanlar için uygun fırsat oluştu. Eğer su kenarında yaşıyorsanız duvardaki çatlaklardan çok kısa sürede su sızar. Bunu engellemek çok zordur.

Şimdiye kadar yaşanan çatışmalara savaş felsefesi yönünden baktım. Bir de târihine bakmak gerek. Türklerin yönetiminde, gerek Memlûk, gerek Osmanlı devri boyunca huzûrlu bir yaşam süren bölgenin, Türkler çekildikten sonra belini doğrultamamasının üzerinde durmak gerekir. Türkler varken bölgenin tek aktörü vardı. Türkler… Daha doğrusu, Türk yöneticiler ve askerler. Ama biz çekildikten sonra aktörlerin sayısı üçe çıktı. İngilizler, Araplar ve Yahûdîler…

* * *

 Aslında Filistin mes’elesinin 1860-61 yıllarında yaşanan Cebel-i Lübnân olaylarına dayandığını söylersek yanlış olmaz. Etnik ve dînî açıdan çok karışık bir yer olan Lübnân bölgesinde yaşanan çatışmaların ardından, başta Fransa olmak üzere Avrupa devletlerinin müdâhalesi ile Osmanlı Devleti, Cebel-i Lübnân Nizâmnâmesini ilân etmiş ve bölgeye geniş bir özerklik vermiştir. Bu nizâmnâme ile vâlilerin hep Hristiyan olması şartı getirilmiş, bölge bir anlamda Osmanlı hâkimiyetinden çıkarılmıştır. Elbette, bu durum İngiliz sömürgeciliğini de etkilemiş ve Filistin bölgesini Osmanlı’dan koparmak için harekete geçilmiştir.

Modern İngiliz edebiyâtının en önemli isimlerinden olan Lawrence Durrell’in “Kıbrıs’ın Acı Limonları”[6] adlı çok önemli bir eseri vardır. Durrell, bu eserinde (aynı zamânda arka kapak yazısı) şöyle demektedir:

“Osmanlı yönetiminde halkın temsilcileri oy çoğunluğuna sahipti. İngiliz yönetiminde halkın temsilcileri yönetimden tamamıyla dışlandı. Türkler burada üç yüz yıl kaldı, İngilizler yetmiş yedi. … Venedik için bir kalyon olan ada şimdi bizim için bir uçak gemisi, savaş gemisi. Elimizde tutabilir miyiz? … Kurnazca yönetmelisiniz. … Her Yunan köylüsü kendini öyle hissetmeliydi ki Enosis ateşi devam edebilsin. Gerçeklerin desteklemediği şeyi, uydurmalara dayanan duygular başarabilirdi…”

Durrell’in 1957 yılında yayımladığı eserinde ortaya koyduğu tablo, aslında klasik bir sömürgecilik tablosudur. Hâkim olunan bölgedeki toplumlar arasına düşmânlık salıp yönetmek. Benzeri bir durum, Filistin’de de geçerliydi.

Gerçi Kıbrıs’ı savaşmadan kaybettiğimiz için daha acı oldu. Ama Filistin konusunda da önce çuvaldızı kendimize batırmamız gerekir. Fâlih Rıfkı Atay, 1. Dünyâ Savaşı’nda Cemâl Paşa’nın ekibinde yer aldığı günleri anlattığı Zeytindağı adlı eserinde şöyle demektedir[7]:

“Çıplak İsa, Nasırada marangoz çırağı idi; Zeytindağının üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüste kirada oturuyoruz. Halepten bu tarafa geçmiyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor.

Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda seyyahlar gibi dolaşıyoruz.”

Buradaki anahtar kavram, seyyah gibi dolaşmak. Yâni yabancıyız bölgeye. Bölgeyi korumuş, yaşayanlara huzûr getirmişiz. Ama kendi kültürümüzü, dilimizi, varlığımızı aktarmamışız. Yabancı olarak kalmak ise aslında çok büyük bir güvenlik açığı. Çünkü bu durumda güç unsurlarının yâni aşîret reislerinin, zenginlerin, kanaât önderlerinin vb. kişilerin kimlerle bağlantı kurduğunu da bilmiyorsun. Zâten bilmene de imkân yok. Çünkü sokaklarına hâkim olmadığın hiçbir yerde gerçek anlamda varlık sürdüremezsin.

Bununla birlikte burada Şerîf Hüseyin’in liderliğinde başlayan ve büyük bir Arap imparatorluğu kurma amacını taşıyan isyânın etkisi de ortaya koymamız gerekir. Nûrî Paşa’nın Trablusgarb’da kurmay başkanlığını yapacak kadar Osmanlı ordusuna hizmet etmiş olan, 1916 yılında yaralanıp İngilizlere esîr düştükten sonra Arap isyânına katılan Câfer el Askerî, anılarının Filistin cephesi ile ilgili kısmına şöyle başlamaktadır[8]:

“Filistin cephesinde bulunan İngiliz ordusunun 16 Eylül 1918’de saldırması planlanmıştı. Arap ordusu ise bu tarihten birkaç gün önce demiryolunu kesmek, Osmanlı ordusunun savaş planlarını boşa çıkarmak ve düşman kuvvetlerinden mümkün olduğunca çok sayıda askeri üzerimize çekmek için harekete geçecekti.”

Câfer el Askerî’nin burada belirttiği tutum, önemli olmuş ve Türklerin geri çekilmesinden sonra bizzât General Allenby tarafından madalya ile ödüllendirilmiştir. Ancak yine de Filistin cephesinde birçok Arap asker de Türklerle birlikte savaşmıştır. Bu konuda Cemâl Paşa, hâtıralarında 1. Gazze Muhârebesi’nden söz ederken şöyle belirtmektedir:[9]

“Gazze bu hücumlara Türk ve Arab efrâdından mürekkeb olan Gazze müdâfîlerinin kahramânlığı sâyesinde yirmi dört sa’ât müddetle mukâvemet etdi.”

Bölgenin İngilizler ve Araplardan sonraki aktörü olan Yahûdîler de İngilizler için ayrıca önemli olmuştur. Bir yandan vadedilmiş topraklara hâkim olmak isteyen siyonizmin etkisi, bir yandan da İngiliz istihbârâtı ile çalışan Yahûdî örgütler oldukça önemlidir. Bu örgütler içinde özellikle Nili Örgütü[10] öne çıkmaktadır. Aaron Aaronsohn tarafından 1. Dünyâ Savaşı yıllarında kurulan örgüt, özellikle Filistin cephesinde, Osmanlı’ya karşı önemli isitihbârâtın aktarılmasını sağlamıştır. Osmanlı ordusunun cephe hattının kırıldığı ve geri çekilmek zorunda kaldığımız Nablus muhârebesinde General Allenby, Nili Örgütü’nün verdiği istihbârâttan büyük ölçüde faydalanmıştır.

* * *

İngiliz hâkimiyetinin sona erip İsrâil’in kurulmasıyla birlikte aktörlerin sayısında inanılmaz bir artış oldu. İşin içine ABD, SSCB, bütün Arap ülkeleri ve sonraki süreçte de İrân katıldı. Günümüzde ise bütün bu güçlerin de mücâdelenin birer parçası olduğu görülüyor.

Bu savaşı kim kazanır, kim kaybeder, nasıl gelişir soruları bu yazının konusu değil. Önce savaş felsefesi olarak konuyu ele aldım. Ardından da târihî açıdan ele aldım. Özetlemek gerekirse, Osmanlı Devleti’nin âdetâ koruyuculuk ve halkının huzûrunu sağlamak dışında, yabancı kaldığı bu topraklar, her türlü yabancı müdâhalesine açık hâle gelmiş, İngilizlerin bunu kullanması ve hem Arapları hem Yahûdîleri yönlendirmesi ile birlikte elimizden çıkmıştır. Günümüzde de barışa giden yolun savaştan geçtiği gerçeğinden hareket eden Filistinliler, İsrâil’in “yenilmez mükemmellik” algısının yarattığı aşırı özgüvenin etkisiyle tedbirsizliği çok başarılı bir şekilde kullanmış ve saldırıya geçmişlerdir.

İsrâil’in yaklaşık 350 kilometrelik bir sınır paylaştığı Filistinlilerle barış yapabilmesinin tek yolu, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıdır. Bu kadar uzun bir sınırı paylaşan iki toplumun sürekli savaş hâlinde olmasının hiçbir mantığı olmadığı gibi, bunu sürdürmenin de imkânı yoktur. Dolayısıyla bu savaşın, tarafları “devletler olarak” masaya oturtması ve onurlu bir barış yapılması, bizim de yer aldığımız Ortadoğu coğrafyası açısından en doğru çıkış yolu olacaktır.


[1]     Wintonensis, Godefridus, Epigrammata http://www.documentacatholicaomnia.eu/03d/1037-1107,_Godefridus_Wintonensis,_Epigrammata,_LT.pdf (Erişim târihi: 11 Ekim 2023)

[2]     Et tua pax bello constitit utilior.

[3]     Renatus, Flavius Vegetius, Epitorma Rei Militaris, Liber III https://www.thelatinlibrary.com/vegetius3.html (Erişim târihi: 11 Ekim 2023)

[4]     Igitur qui desiderat pacem, praeparet bellum. (Si vis pacem para bellum olarak bilinmiş ve yayılmıştır.)

[5]     Machiavelli (çev. Güvenç, Nazım), Prens, s.106, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 1994

[6]     Durrell, Lawrence, Kıbrıs’ın Acı Limonları, Can Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Şubat 2014.

[7]     Atay, Falih Rıfkı, Zeytindağı, s.41, Remzi Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul, 1943

[8]     El-Askerî, Cafer, İsyancı Arap Ordusunda Bir Harbiyeli, s.143, Klasik Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2008, İstanbul

[9]     Cemâl Paşa, Hâtırât, 1913-1922, s.142, Dersa’âdet, 1922 https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/bitstream/handle/11543/1557/197603514.pdf?sequence=1&isAllowed=y  (Erişim târihi: 12 Ekim 2023)

[10]   Bozkurt, Celil, İmparatorluğu Yıkan Örgüt, Nili, Ötüken Neşriyat, 2. Baskı, İstanbul, 2021


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 838 times, 1 visit(s) today

Close