Yıl 2014…
TV haberlerinde, gazete manşetlerinde ve internet ortamında defalarca gördüğümüz “çocuk” görüntülerine yenileri eklenmişti. Dünyayı aklıselim bir şekilde anlamaya çalışan “insan” yanıma kadın ve anne yanımın eşlik ettiğini ve yazdığımı hatırlıyorum.
“Bir salgın bu çocuk… Her dönem bir yeri vuran… Adı Bosna olan, Hocalı olan, Doğu Türkistan olan, Somali, Suriye olan… Filistin olan… Hatta adı anılmayan, yok sayılan: Kerkük olan… Telafer olan… Yalnız değilsin çocuk, hala adı konulmamış katliamlarda akranların yitip gidiyor senin gibi…”
Yıl 2023…
Belki de son zamanların en dehşet verici, en kontrolden çıkmış görüntülerine şahitlik ediyoruz. Çünkü sadece şiddet değil, aynı zamanda hem psikolojik savaş için hem de kamuoyu yaratmak için kullanılan görüntüler, “insanlığı” yeniden sorgulatır türden. Ve her zamanki klasik söylemle, olan masumlara oluyor. Çünkü her bir görüntüde, her bir haberde bir “nesne”ye dönüşen, bir istatistikten ibaret olanlar “masum siviller”… Onlar çekişmeli bir mücadelenin dolgu malzemeleri… Özellikle medyanın gücü keşfedildiğinden beri…
Paylaşılan videolardan birinde Filistinli kadın, oğlunu kaybetmiş, nerede benim çocuğum diye bağırıyor ve ardından yine aynı can havliyle devam ediyor: “Siviliz biz! Çocuklarım yemek yemeden şehit oldu.” İnsan yanımızla, evladını kaybeden bir annenin can acısının, çocuğuna verecek yiyecek bulamadığı anda başladığını anlıyoruz bu cümleden. (Kim bilir anne yüreği, açlığın yüze yansıyan hangi masumiyet halini zihnine kazıdı da ölümün donukluğu ile o çocuksu mahzunluk ve elinden bir şey gelememenin çaresizliği birbirine karıştı, acıyı katladı…) Annelik halinin bu görselinin ardında yitip giden ya da daha az görünense “Siviliz biz!” ifadesi!
Hemen hemen bütün haberlerde, videolarda, paylaşımlarda gördüğümüz ve her iki tarafın da dem vurduğu kelime “siviller”. Ancak sürecin başlangıcından beri anlıyoruz ki “siviller” kelimesi, sadece haklılığı desteklemek için kullanılan bir pekiştireç haline geldi. Sadece İsrail-Filistin değil, medyaya yansıyan görüntülerle kamuoyu da siviller etrafında bölündü. “Kimin sivili daha sivil” gibi saçma bir tartışma ortaya çıktı ama zaten sanırım amaç da buydu. İsrail-Filistin çatışmasının tarihi, bu tarih içerisinde Türkiye ve Türkiye’yi ilgilendiren konularda tarafların tavırları, fazlasıyla konuşuldu ve üstelik bu konuda da bölünme derin bir şekilde kendini gösterdi. Sonra tekrar başa dönüldü ve “siviller” ölüyor, deniyor.
Evet, siviller ölüyor! Ancak hepimiz ilk an itibarıyla konunun nereye gideceğini biliyorduk. Başlangıçta sivillere yönelik saldırı “ama İsrail yıllardır sivilleri öldürüyor”, “yıllardır zulüm gören halkın haklı tepkisi” şeklinde “rasyonelleştirilebilecek” bir eylem değildi. Değildi çünkü öncesinde haklılık ya da haksızlık bakışınız her ne olursa olsun, dünya genelinde uzun zamandır işleyen bir sistem var ve her ne kadar rahatsız olsak da mevcut koşullarda buna engel olamıyoruz.
Bugün kullandığımız profesyonel iletişim tekniklerinin hemen hepsi başta savaş ortamı olmak üzere zorlu koşullarda ortaya çıkmış ya da yeniden şekillenmiştir. İletişimin işaret ettiği geniş alanın belki de en önemli ve doğrudan etkili olanı ise haberciliktir. İdeal olarak insanların haberdar olması ve bilgilenmesi amacı ile ortaya çıkmıştır; “tarafsız ve doğru haber” söylemi hala birçok haber kanalı ve gazetenin sloganı olarak varlığını devam ettirmektedir. Medyanın gücünün fark edilmesi, beraberinde “yeni propaganda” çalışmalarını getirdi. Başlangıçta propagandanın sahibi açık bir şekilde görülüp gerekirse medya bu propaganda sahibi üzerinde dördüncü bir güç olurken sonrasında, propagandanın sahibini anlamak için “kime yarıyor” sorusunu ortaya çıkardı.
Kitle iletişiminin, özellikle haberciliğin bu özelliği literatürde, olumlu ve olumsuz yönleriyle CNN etkisi teorisi olarak yer aldı. İster tarafsız bir habercilik üzerinden ele alın isterseniz haberciliğin taraflı, gerekçe yaratan bir eylem olduğunu düşünün, fark etmiyor! Sonuç olarak, şu an bir taraftan Filistinli sivillerin acıları görüntüye yansırken diğer tarafta da İsrailli sivillerin acıları yansıyor. Üstelik küresel medyada yer alış şekli, “Hamas’ın müzik festivalinde sivillere saldırışı, bir kadının çıplak vücudunun pikap üzerinde gezdirilmesi, başka bir kadının eşofmanının arkasındaki kanla arabaya bindirilişi haberleri, görüntüleri” vb. üzerinden yer alıyor. Sosyal medyada vicdanlı ve aklıselim kimseler -ülke ayırt etmeksizin- durumun vahametini konuşurken diğer taraftan, küresel medya kendi haklılık kamuoyunu yaratıyor. Üstelik bütün bunlar, mazisi daha eskiye dayanmakla birlikte 11 Eylül’den beri yoğun olarak görülen bir İslamofobi ortamında yaşanıyor. Üstelik bütün bunlar, uzun zamandır kimi zaman belgesellere, kimi zaman sosyal medyaya görüntüleri yansıyan, Müslüman coğrafyalarda kadınların ve çocukların değerinin olmadığı, çocukların küçük yaşlarda yaşlı erkeklere satıldığını anlatan videoların, ısrarla şiddetle özdeş kılınmaya çalışılan görüntülerin ardından yaşanıyor. Üstelik bunlar, Filistin’le özdeş olan “Tanka karşı sapan” görselindeki “ruh”, bütün bir Arap coğrafyasında tesis edilememişken yaşanıyor.
Şimdi her olayda sorduğumuz rutin soru: İnsanlık nerede? İnsanlık denilen kısım elinden hiçbir şey gelmeden izlediği görüntüler karşısında bu acıların bir an önce son bulmasını diliyor, bunun için dua ediyor. (Bunlar sosyal medyada her acıyı meşrulaştırmayı kınayan, ona tepki gösteren ve acı yarıştırmayı doğru bulmayanlar. Çünkü Alman annenin kızımın cenazesini bana verin isteğiyle, kızımı hep korurdum, bu defa koruyamadım diyen babanın acısıyla, kucağında evladının cansız bedenini tutan babanın ya da yukarıda evladı aç öldüğü için yakınan annenin acısını yarıştırmak insanlık dışıdır. Kendinizi bu anne ve babaların hepsinin yerine tek tek koyun ve öyle düşünün, acı farklı mıdır?) Bir kısmı, sadece susuyor. Bir kısmı ise, şu an küresel medya üzerinden İsrail’in kontrolsüz saldırılarının neden meşru müdafaa kapsamında olduğunu anlatan görüntüleri izliyor. (Bu görüntülere, Batılı ülkelerin İsrail bayraklı destek açıklamaları ve ABD uçak gemisinin çoklu görüntüleri, düşman sathına çıkarma yapacak bir donanma edasıyla servis ediliyor.)
Şimdi soru şu: Geçmişteki tecrübeler (demokrasi yokluğundan, nükleer silah iddiasına, 11 Eylül’e uzanan gerekçeler, bu gerekçelerin dünya kamuoyuna sunumu ve sonuçları) ortadayken Filistin davasını tanka karşı elinde sapanla duran çocuk görüntüsünden, pikap arkasında çıplak kadın teşhir eden hale getiren ve mücadelelerinin doğasına zarar veren bu algıya imkan veren olaylar silsilesi kime yaradı?
Çoğu akademisyen ve yorumcunun tespitine katılıyorum, derin bir analize girmeden, sadece haber içerikleri ve sunumları dahi, yeni olayların başlangıcını ve hatta belki de değişimi işaret ediyor.
Coğrafya kader midir? Elli hamlesini planlayarak hareket edenlerin ve insan hakları dahil her şeyi kendi lehine yontabilenlerin karşısına dikilip bir adım sonrasını hesap edemeyen adamlarla aynı coğrafyada yaşamak, hesapsızlığın (Eğer hesapsızlıksa, gerçi hangisi kötüsü, hesapsızlık mı yoksa insan hayatının amaçlar doğrultusunda gereksiz bir detay görülmesi mi?) bedelini sivil olarak ödemek, evet kaderdir!
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.