Okuduğum pek çok metin ve yazar, insanlığın en hüzünlü çağının tartışmasız 20. yüzyıl olduğunu tekrar ve tekrar gösteriyor sanki bana. İnsan onuruna, varlığına en büyük ihanet olarak kısa aralıklarla patlak veren savaşlar ve savaştan sonraki neslin ve dünyanın harap olmuşluğu…
Bu harap olmuşluk, bu köklerinden kopuş sadece edebiyatı etkilemiyor, belki de en çok insan aklını ve soru sorma yollarını bulandırıyor, bunaltıyordu. Aydınlanma sonrası kilise aklı yerine insan aklını koyan Batı dünyasında, pozitivizmin yükselişiyle beraber bilime ve onun hayatı ve insani değerleri yücelteceğine olan inanç ve modernizmin romantik idealleri muazzam umutlar vadediyordu. Ancak iki büyük savaşın yol açtığı trajedi, Batı aydınlarının pek çoğunun düşüncelerini ve ruhunu allak bullak etti. Doğrunun, ahlakın arandığı felsefe yok hükmündeydi artık..
Belki de Husserl’in dediği doğruydu: Sosyal bilimlerin -tümü ve buna felsefe de dahil- artık işlevsiz bir hale gelmiştir. Bu işlevsiz sürecin açıklaması aslında oldukça basit; artık sosyal bilimler hayattan kopuk, sosyal bilimler sosyal hayatı yönlendirmekten, rehber olmaktan uzak ve artık sosyal bilimlerin değer göreceği bir ortam da söz konusu değildi.
Albert Camus, böyle bir anlamsızlığın, anlam erozyonunun içine doğmuştur. Bilindiği üzere, Fransız sömürgesi olan Cezayir’de dünyaya gelmiş, varoluşçuluk felsefesine olan ilgisi ve ona kattığı absürt düşüncesiyle çağının önemli düşünürleri arasına girmiştir. Salt felsefi alanda değil edebî alanda da eserler veren Camus, aynı zamanda 1957 Nobel Edebiyat Ödülü’nü de kazanmıştır.
Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) felsefesi, aslında felsefenin değillemesidir. Yani felsefenin akıl yürütmeleri, soru sormalarının karşısına anlamsızlık, boşluk, yabancılık, ümitsizlik gibi katı ve soğuk kavramlarla dikilmiştir. Kierkegaard, Heidegger, Marcel, Jaspers, Sartre gibi düşünürlerin varoluşçu felsefeye dair görüşleri söz konusudur fakat genel geçer bir varoluşçu felsefe tanımı söz konusu değildir.
İlginç bir şekilde 19. yüzyılın büyü filozoflarından Soren Kierkegaard varoluşçuluk ifadesini hiç kullanmamasına rağmen varoluşçuluğun babası olarak kabul edilir. Kierkagaard’da görülen hayata dair bütün sorumluluğu bireye yükleme anlayışı, başarı veya başarısızlık olarak nitelenebilecek hiçbir durumun topluma yahut dinlere değil sadece bireyin kendi seçimlerine bağlanabileceği düşüncesi 20. yüzyıl varoluşçuları üzerinde hayli tesirli olmuştur.
Felsefi anlamda “insanda diğer tüm varlıklardan farklı olarak varoluş özden önce gelir” şeklinde dile getirilen anlayış, insana kendi özünü kendisi icat eden tek varlık olma sorumluluğunu yükler. Varoluşçuluk, düşünürlerin görüşlerinden hareketle köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, maziye ve atiye güvenini yitirmiş, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren felsefedir denebilir.
Varoluşçu filozofların üzerinde hemfikir olduğu en önemli unsur, varoluşun özden önce geldiğidir. Yani insanı fiziksel manada insan yapan özellikler onun var olduğu anlamına gelmez. İnsan, kendisinde var olan özü, seçimleriyle varoluşa dönüştürür. İnsan seçim yapabilirse özgür bir birey olur. Tabii ki bu yukarıda bahsi geçen 20. yüzyıl için ironiktir. Kitlesel ölümlerin yaşandığı, hızın salt emek sömürüsünde kullandığı bu çağda insanın birey olması hayali bir süreçtir, denebilir. Bu hususu daha iyi anlayabilmek için Sartre’nin “Varoluşçuluk ve Hümanizm” adlı konferansından alıntıladığım aşağıdaki pasajı okumak yararlı olacaktır kanaatindeyim.
“Tüm varoluşun başlangıcı insandır, insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini tanımlar. Tabii ki, bu iyimser düşünüşü kastettiğimizde: Birey, zalim bir insan olmak yerine birçok farklı yol içinde hareket etmeyi seçebilir. Burada açık olan şudur ki, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmeleri için, aslında onların elinde zoraki bir esas olabilecek hiçbir şey yoktur.”
Varoluşçu filozofların görüşleri Tanrı hususunda farklılık arz eder. Kierkegaard, Jaspers ve Marcel gibi filozoflar “dinci varoluşçuluk” görüşünü benimserler. Ona göre insanın özgür olması salt seçimleriyle değil, Tanrı’yla münasebetleriyle de mümkündür. İnsan dünyada yalnızdır ve ancak Tanrı’yla kuracağı münasebet onu içine düştüğü bu yalnızlıktan kurtaracaktır. Nietzsche, Heidegger, Sartre ve Camus gibi düşünürlerse “tanrıtanımaz varoluşçuluk” ekolüne mensupturlar. Onlara göreyse Tanrı fikri insanı sadece tembelliğe ve kaderciliğe alıştırır. Oysa insan dünyada sahip olduğu özü, varoluşa kendi seçimleriyle çevirebilir.
Camus’nün, kısaca anlatılmaya çalışılan varoluşçu felsefenin en bilinen isimlerinden biri olduğu aşikar. Özellikle yazdığı edebi metinlerde bu felsefenin izleri fazlasıyla mevcut. Söz gelimi Yabancı adlı romanı. Roman kahramanı Meursault, Cezayir’de yalnız yaşayan, annesine bakım evine bırakmış bir memurdur. Birgün annesinin kaldığı bakım evinden annesinin öldüğünü bildiren bir telgraf alır. Cenaze işlemleri için gittiği kasabada, annesi ölmüş birinden beklenen vakar ve üzüntüden uzak tavırları nedeniyle tepki toplar. Annesinin ölümünden hemen sonra Maria’yla denize girer, birlikte olur. Apartmandaki bir komşusunun isteğiyle gittiği bir gezide sebebini bilmediği halde birini öldürür. Metin, kahramanın iç hesaplaşmalarıyla sona erer.
Camus bu eserinde bilinen kahraman yolculuğunun tersi bir süreci okurlarına sunar. Yani roman, Alman edebiyatının kavramsallaştırdığı “Bildungsroman”ın antitezi bir işleyiş sergiler. Kahramanın kutsal yolculuğunun yerini kahramanın katil olduğu ve idama mahkum edilmesine yol açan bir yolculuk almıştır. Gelişen bir kahraman yapısının yerini toplum bazında çöküşe uğrayan, toplumun yargıladığı bir kahraman almıştır. Eserin kahramanı Meursault için hiçbir şeyin önemi yoktur; annesinin cenaze merasiminin yapılış safhasını önemsemez, kendisini sevip sevmediğini öğrenmek isteyen Maria’ya cevabı “farketmez”dir ve kayıtsızlığın son safhası olarak da nedenini kendisinin bile anlayamadığı bir eylemle katil olur.
Metin baştan sona varoluşçu felsefenin temel kavramları olan saçma düşüncesiyle, yalnızlıkla, iletişimsizlikle, sıkıntıyla evrilmiştir. Fakat metnin hiçbir yerinde intihar düşüncesine rastlamayız. İntihara yaklaşım biçimleri Camus ve Sartre felsefenin ayrıştığı noktadır zaten. Sartre için insan içine fırlatıldığı bu dünyadan ancak kendi seçimi olan ölümle kurtulabilir. Buna karşın Camus intihar olgusunun karşısındadır çünkü ona göre intihar; mevcut olan absürdün; dünyada olmanın sonlandırılmasıdır ve bu ancak absürtden kaçıştır, insan absürtle baş etmeli fakat ondan kaçmamalıdır.
Eserin sonunda Meursault’nün idama mahkum edilmesinin tek nedeni işlediği cinayet değildir. O, annesi öldükten hemen sonra denize girmiş, bir kadınla birlikte olmuştur yani toplumun genelgeçer kurallarına karşı durmuştur. Her karşı duruşun bir ötekileştirme nedeni olarak ele alınabileceği düsturundan hareketle, toplum Meursault’dan korkmuştur, denebilir. Çünkü toplum kurallarının çiğnenmesine izin vermez.
Yeri gelmişken kendisinin “absürtist” olup olmadığına dair sorulan bir soruya verdiği cevabı paylaşmak isterim;
“Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt’ü Sisifos Soyleni’nde ele alırken, bir metot arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle “tabula rasa” yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığını varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım.”
Toplumları içinde bulundukları iletişim süreçleri açısından değerlendiren Tönnies’in cemaat ve cemiyet söylemini hatırlamak bu noktada metnin anlamlanma sürecini etkileyecektir. Cemaat toplumlarında baskın olan unsur din ve gelenektir, bu iki hususa karşı çıkmak bireyi özgür seçimleri olan bir öteki haline getirir. Cemiyetse insanların birbirine yazılı olmayan kurallarla bağlı olduğu birlikteliktir ve önemli olan da birlikteliğin herkesin çıkarını sağlamasıdır.
Durkheim’ın organik ve mekanik dayanışma ayrımı da Yabancı romanını anlamlandırmada yararlı olabilir. İnsanların kol gücüyle üretime katıldığı, herkesin aynı işi yaptığı toplumlarda mekanik dayanışma söz konusudur. Fakat sanayileşme ve iş kollarının artışıyla organik dayanışma etkin olur. Bu farklılık aynı zamanda değerler öğretisi ve değerlerin savunusunda da etkilidir. Durkheim, toplumun ortak ahlak ve gelenek bilincine “kolektif bilinç” adını verir ve organik dayanışmanın geçerli olduğu toplumlarda ahlaka ve geleneğe karşı gelmenin daha şiddetli boyutlarda cezalandırıldığını savunur.
Yabancı’daki Meursault için de bu böyledir bir bakıma. Roman kahramanı Paris’e taşınmayı istese de Cezayir’de yaşamaktadır ve özellikle annesinin cenazesi için gittiği kasaba tam anlamıyla Durkheim’ın bahsettiği kolektif bilincin en yüksek olduğu toplumlardan biridir. Kendi kurallarına uymayan, geleneklerini yadırgayan ve fakat kendi seçimleri ışığında birey olmaya çalışan bir insanın giyotinle idam edilmesine karar verirler. Bu nokta da rastlantısal değildir kuşkusuz; modernist edebiyatta aklın geri plana atılışını imlemek için giyotinle idam motifi sıkça kullanılmıştır.
Camus bize kendi seçimlerini ortaya koyan bireyin toplum içindeki yalnızlığını, ötekileştirilmesini göstermektedir. Bir anti-kahraman olarak Meursault ve onun yaratıcısı Camus; toplumların ya da tek tek insanların, farklı olanı, bireyleşeni düşman olarak belirlemesinin alegorisini yapmıştır denebilir. Bu noktada apati kavramı bir anlamda açıklayıcı da olabilir. En temel anlamıyla duygu kaybı, eşikte kalış gibi nitelenebilecek olan apatik duruş, Meursault’da ziyadesiyle mevcuttur. Buna göre Meursault, içinde bulunduğu toplumların duygudaşlığına eşlik etmemiş, apatik duruşuyla toplumun içindeki bir “göçebe” olmuştur. Toplumun içinde ve topluma rağmen, onun dışında kalış ve bir anlamda yersiz yurtsuzluktur Deleuze’cü bir okumayla.
Camus’nün yaşamındaki kırılma belki de hastalığıdır. Tüberküloza yakalandığı için çok sevdiği futboldan ve kalecilikten kopmak durumunda kalmıştır. Yaptığı bir açıklamada ahlaki olarak bildiği ne varsa, bunları futbola borçlu olduğunu söyleyecek kadar sevmiştir bu sporu. Filozofların ve politikacıların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını ve böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler. İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilirler diye de devam eder. O hastalığa yakalanmasa nasıl bir seyir alırdı hayatı kim bilir. Belki de tüberküloza yakalanmasa edebi üretimi bu yoğunlukta olmayacaktı, kökleri Camus’ten çok öncesine dayanan varoluş felsefesinin edebi metinlerdeki tezahürü şüphesiz Camus metinleri olmadan eksik kalacaktı. Ya da Kafka’nın babası böyle tahakküm kurmasaydı Kafka üstünde? Edebiyat bu bağlamda bir akbabalıktır kanımca; kursakta kalmış heveslerin nimetlerinden yararlanmadır.
Camus, 4 Ocak 1960’ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında Le Grand Fossard isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. 1960 yılında trafik kazasından ölüm günümüzdeki kadar kanıksanmış değildi kuşkusuz. Bu durum ölümüyle ilgili muhtelif rivayetlerin de dillenmesine neden olmuştur. Ömrü boyunca yaşamanın “saçma”lığından bahseden, bununla birlikte intihar fikrini de küçümseyen büyük yazarın, olayın gerçekleştiği tarih göz önüne alındığında bu denli “saçma” bir şekilde ölmesi Camusvari bir ironi değil midir sizce de? Çünkü ironik biçimde, kendisiyle yapılan bir söyleşide en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmek cevabını vermiştir.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.