Sevdiğim yazarlar ve onların kitapları üzerine yazmak ve konuşmak hayatta en sevdiğim şeylerin başında gelir. Hatta hazırlamış olduğum Edebiyat Üçlemesi’nin ortaya çıkışının temel motivasyonu da budur. Sevdiğim yazarlardan bahsetmek, sadece onları değil onların sevdiği yazarları da bulup tanımak, değerli bir şey keşfedip bunu insanlarla paylaşıyormuşum gibi bir his yaratmıştır bende hep.
Favori yazarlar listemin her daim en yukarılarında olan Thomas Bernhard’la tanışmamın da bu duruma benzer bir öyküsü vardır. Günümüz Türk yazarlarından Selçuk Altun’un birkaç romanında rastlamıştım Bernhard’ın ismine ilkin. Belki daha önce de duymuş olabilirim ama hiç dikkatimi çekmediği kesin. Selçuk Altun’un Bernhard hakkında yazdıkları öyle tahrik ediciydi ki kitap biter bitmez kitapçıya gidip bir kitabını (Eski Ustalar) aldım. O gün bugündür de bu çılgın ve tartışmalı Avusturyalının iflah olmaz bir hayranıyım. Çılgın Avusturyalı demişken, bilhassa Nazilere gereken tepkiyi vermemiş olmaları başta olmak üzere çeşitli kişisel nedenler yüzünden ömrü Avusturyalılıktan nefret etmekle geçmiş bir yazardan bahsediyoruz. Hatta bu nefret öyle uç boyutlarda ki öldükten sonra dahi geçmeyecek gibi olduğunu bize vasiyeti anlatmaktadır.
Çağdaş Avusturya edebiyatının en önemli ve tartışmalı yazarlarından biri olan Thomas Bernhard, ülkesi Avusturya’ya karşı beslediği kin ve nefreti eserlerinde işlemiş ve böylelikle yukarıda anılan “tartışmalı” sıfatını bir anlamda hak etmiştir. Bernhard 1931 yılında Hollanda’da doğmuş ve 1989 yılında Avusturya’da ölmüştür. Yaşamı oldukça sıkıntılı ve sancılı geçmiş, ailevi problemlerinin -daha doğru bir tabirle aile mefhumundan yoksunluğunun- üstüne gençlik yıllarından beri pençesinde olduğu akciğer rahatsızlıkları da eklenmiştir. Bernhard gayrimeşru bir çocuk olarak dünyaya gelmiş, çocukluğunu annesi ve annesinin ailesiyle geçirmiştir. Bu dönemde Thomas Bernhard için aile figürü sadece dedesi Johannes Freumbichler’den müteşekkildir. Dedesi hayalci bir adamdır ve iyi bir yazar olmak için iş yaşamını reddeder ve tüm ömrünü yazmaya adar. Ondaki bu tutku Thomas Bernhard için bir nevi yol haritası vazifesi görmüştür. Bernhard için dedesi Freumbichler’in ne denli önemli olduğunu otobiyografilerinin özellikle “Neden” ve “Mahzen” bölümlerinde görmek mümkündür.
Thomas Bernhard yukarıda da bahsedildiği gibi Avusturya’ya karşı büyük bir kin besler. Edebiyatının özünü de bu kin duygusu oluşturmaktadır bir anlamda. Ülkesine duyduğu hıncı; yetiştiği sosyal çevreye ve döneme bakarak okumak mümkündür. Bernhard çokuluslu bir imparatorluğun yıkılışına ve bu yıkıntıdan bir ulus devlet inşası sürecine denk gelen yıllar içinde yetişmiş ve cemaatten cemiyete geçmeye çalışan bir ülkede yönünü bulmakta güçlük çekmiştir. Bu da onun biyolojik babasızlığının üzerine bir manevi ve ikame baba figürü eksikliğini de katmıştır. Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu adıyla dilimize aktarılan kitabına yazdığı sunuş yazısında Ali Babaoğlu, Freud’un Oidipus kompleksini oluştururken II. Abdülhamit ve Jön Türkler arasındaki ilişkiden de yararlandığını çeşitli araştırmaları kaynak göstererek belirtmiştir. Söz konusu iddiaya göre vatanı (anne) imparatordan (baba) kıskanan Jön Türkler onun tahttan indirilmesini sağlamıştır. Bu tartışmalı tezi mevzubahis yazarımıza göre ele alırsak Bernhard’ın aile yapısını, babasızlığını, eserlerinde anne ve babasını kaybeden karakterleri Freudyen bir bakışla okumamız mümkündür. Babasını tanımayan Bernhard imparatorluğa da yetişememiş, annesinin onu henüz çocukken evlatlık vermesi sürecinde de anneden -geniş bir spekülasyonla vatandan- kopmuştur. Yazdığı metinlerde anne babasını defalarca öldüren bir yazarla karşı karşıya kaldığımızı da düşünürsek bu tez daha da anlamlı olacaktır. Bu meyanda Bernhard’ın eserleri için Habsburg ya da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu – baba ve Avusturya – anne çatısını kurmak olasıdır.
Bernhard okumak, had safhada tahammül ve dikkat gerektirir. Dili sarmaldır, kendi içine kapanan bir yapısı vardır metinlerinin. Dili kullanma tarzı edebiyatımızda Oğuz Atay’ı ve özellikle onun Tutunamayanlar‘ındaki dilsel ironiyi çağrıştırır. Kelimelerin sayısız kereler tekrarlanması, uzun ve karmaşık tümce yapısıyla Bernhard, modern edebiyatın güç okunan yazarlarındandır. Fakat bu evrenin içine giren okur Odun Kesmek, Yok Etme ve Kireç Ocağı gibi yeni ve yıkıcı metinlerle karşılaşacaktır. Gayrimeşru bir çocuk olarak doğan Thomas Bernhard, ölümünden sonra da öksüz kalmıştır çünkü ömrünün büyük bölümünü geçirdiği Salzburg’un üvey evladıdır, Salzburg Mozart’a sahip olmakla övünmektedir.
Thomas Bernhard’ı çağdaşı yazarlardan ayıran en önemli özellik üsluptur. Bazı romanları (ör: Wittgenstein’ın Yeğeni) tek bir cümleden oluşur, çoğu zaman noktalama işaretlerinin hiçbirine itibar etmez. Genelde birinci tekil şahıs anlatımı kullansa da monologlarla, sayıklamalarla kendi içinde dönüp duran bir labirentin içindeymişsiniz gibi hissettirir. Aynı olayla tekrar tekrar karşılaştığını fark eden okur, katatonik bir dejavu hali yaşar. Bernhard’ın öfkesi kendisi dahil herkese ve her şeyedir. Avusturyalılığı, sanatçıları, entelektüelleri, politikacıları mütemadiyen topa tutan Bernhard’ın yazı enerjisinin en büyük kaynağı, asla sonu gelmeyen öfkesidir denebilir. Sadece kurgu karakterler üzerinden yansıtmaz öfkesini, söz gelimi Odun Kesmek romanında bizzat birlikte çalıştığı tiyatro çevresinden insanlara hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında davalar açılmış, uzun süre mahkemelerle uğraşmak durumunda kalmıştır.
Thomas Bernhard ölürken dahi kızgınlığı azalmamış, ülkesi Avusturya’dan bir şekilde intikam almak istemiş ve ölümünden iki gün önce 10 Şubat 1989’da Salzburg’da bir notere giderek eserlerinin Avusturya’da basılmasını engellemeye çalışmıştır. Yazdığı vasiyetinin bir kısmı aşağıdadır.
“Ölümümden sonra, hayattayken yayımladığım herhangi bir kitabın, bir şekilde bulunabilecek herhangi bir sayfanın ya da hangi formatta olursa olsun yazdığım herhangi bir şeyin tekrar üretime girmesini, basılmasını hatta Avusturya sınırları içinde alıntı dahi yapılmasını legal yayın hakları süresi içinde istemiyorum. Altını ısrarla çizmek isterim ki Avusturya Devleti’yle herhangi bir bağım ya da ilgim yoktur ve bu Avusturya Devleti’nin benim ya da çalışmalarımla ilgili herhangi bir önerisi bir yana, burnunu soktuğu her şeyi yaşamım boyunca reddediyorum. Ölümümden sonra, yapıtlarımdan bir kelime bile yayımlanmayacaktır, her nerede olursa olsun, buna tüm mektuplarım ve çöp diye attığım kağıtlar da dahildir.”
Bir ülke düşünün. Belki de yetiştirdiği en büyük yazarı kendine küs ölen bir ülke. Babasına küsen ve asla barışmayan bir çocuk gibi. Ne garip, ne tuhaf; tıpkı edebiyat gibi…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.