Yıl 1994. Kastamonu Şeker Fabrikası. Fabrika lojmanlarına uzak, çiftlik diye bilinen kısımda tek bir ev vardı. Bu evin camından korkunç bir iç sıkıntısıyla dağlara bakıp dünyayı yerinden oynatacak hayaller kurardım. Ömrümün en güzel zamanlarıymış, bilmiyordum. Yaşım 15-16. Babam şimdiki yaşımdan daha genç o vakit. Kastamonu’da oturduğumuz son ev. En küçük kardeşimin doğduğu ev. Veysel’in, önündeki yolda bisikletten düşüp kolunu kırdığı ev. Yasin’le saatlerce süren top oynamalardan sonra dövüşe dövüşe geldiğimiz ev. Gülşen’in çocukluktan genç kızlığa geçtiği, mutfağı annemin odası zannettiğim, oradan neredeyse hiç çıkmadığı ev. Ev deyince hala aklıma gelen tek ev. Ben en son 18 yaşımda çıktım o evden. Birkaç yıl sonra da babam emekli oldu, hep birlikte Eskişehir’e taşındılar. Bir daha dönmemek üzere kapandı Kastamonu defteri.
Eskişehir’de yurtta kaldım dört yıl. Mezun olup öğretmenliğe başlar başlamaz da bir ev tuttum kendime. Şehrin merkezinde, ulaşımı her açıdan kolay, gelenin gidenin bol olduğu. Ev arkadaşlarımın zaman zaman değiştiği fakat benim sabit kaldığım o evde fena zamanlar geçirmedim. Gençtim, hevesliydim, bir sürü planım vardı. Velhasıl, o ev de güzel bir evdi lakin neden bilmem bana benim evim gibi gelmedi hiç.
Yakın sayılacak bir süre önce şu an içinde bu satırları yazdığım evi aldım. Yetmiş metrekare, bir artı bir denilen, on bin kadar kitapla birlikte tek başıma yaşadığım. Kendime ait ilk evim oldu bu ev. Evimden memnunum, boyutlarından da, konumundan da, yalnızlığımdan da şikayetim yok. Ama işte burada da bir şey eksik. Öyle olmasa rüyalarımda Kastamonu’daki evimizi görmezdim ayda dört beş kere. Bilinçaltım orayı bir kere ev bellemiş kendine, ne yapsam nafile.
Kastamonu’dan ayrıldıktan yaklaşık otuz yıl sonra, bir vesileyle yolum tekrar düştü oralara. Eve, daha doğrusu, eskiden evim diye bildiğim yere gittiğimde gördüğüm şey bir harabeydi. Camı çerçevesi göçmüş, terk edilmiş bir virane… Yine de hala ayaktaydı. Duvarları, çatısı. İçim cız etmişti ama hala duruyor oluşuna da sevinmiştim içten içe. Kalan pencerelerini, duvarlarını, kapı önünde hala duran bazı ağaçlarını ellerimle ve gözlerimle sevmiş, öyle ayrılmıştım oradan.
Geçen sene bu zamanlar babam öldü. Çocukluğumla aramdaki son aşılmaz mesafe oldu onun ölümü. Babamı ellerimle gömerken aklıma gelmeyen sorular daha yetimliğimin ilk akşamında üşüştüler kafama. Birini gömdüğümüzde sadece artık ruhu tarafından terk edilmiş bir bedeni mi gömeriz? Sevdiği televizyon programlarını, annemle birlikte yaptıkları içli köfteleri, kapının önünde mahallenin çocuklarıyla şakalaşırken oturduğu sandalyeyi, bütün dünyayı sarıp sarmalar zannettiğim merhametini, kaygılarını, endişelerini, mutluluklarını, beklentilerini, evlatlarının her biri için ayrı ayrı büyüttüğü sevgisini, yalpaladığım, çuvalladığım zamanlarda benden asla eksik etmediği güvenini, terliklerini, pijamalarını, her yere sinen kokusunu, sesini, öksürüğünü, kahkahalarını… Onları da gömer miyiz? Peki, ya çocukluğunu? Öyle ya, babam da çocuktu bir zamanlar. Biri öldüğünde çocukluğunu da gömer miyiz onunla birlikte; anılarını, hayallerini, geçmişe dair pişmanlıklarını ve geleceğe dair beklentilerini… Yoksa onlar ölümsüz müdür?
Sandalye orada duruyor hala, televizyon programları devam ediyor, mahallenin çocukları büyüyor, ama babam öldü. Mezar taşıyla bayramlaşmak ne demek, bilir misiniz? Çok fena… Ve babamın ölümünün tek güzel yanı ne, bilir misiniz? Babamın bir daha ölemeyecek olması!
Babamın ölümünden birkaç ay sonra bu kez annem ve kız kardeşlerimin yolu düştü Kastamonu’ya. Onlar da ilk iş evimiz dediğimiz yere gitmişler koşarayak. En küçük kardeşim o evde doğduğu için en heyecanlı oydu muhtemelen. Bir fotoğraf yolladılar telefondan. Evin olduğu yerin fotoğrafı. Yeri diyorum çünkü bu kez ne duvarı ne de çatısı kalmış evimin. Koca bir moloz yığınından başka bir şey yok. Babam geldi aklıma fotoğrafı görür görmez. Evin direği gidince ev de dayanamıyormuş meğer. Harabe de olsa, camı çerçevesi inmiş de olsa evimdi orası benim ve orada bir yerlerde olduğunu bilmek iyi geliyordu bana. Tıpkı ne kadar yaşlansa ve hastalansa da babamın hep koltuğunda oturup her eve girdiğimde ve “N’apıyon baba?” diye sorduğumda “İyi bee, oturuyoz, n’apalım?” demesinin iyi gelmesi gibi. Artık ne ev kaldı elimde ne de babam. Artık kalbimde iki cenazeyle dolaşıyorum; biri babamın, biri evimizin.