Siyaset dışı düşünmeye çalışmanın zor olduğu zamanlar yaşıyoruz.
Bunun nedeni yalnızca Türkiye gibi siyasal ritmi hiç yavaşlamayan hatta politik virajları sert alan bir ülkede yaşıyor olmamız değil…
Yani sadece siyasal kültürümüzün o her şeyi kendi damgasını vurmaya çalışan kibirli sıradanlığı değil mesele…
Aynı zamanda “her şeyi politik” kılan anlayış da…
İstanbul doğumlu filozof Cornelius Castoriadis’in dediği gibi her şeyi siyasal kılmanın ya da politikanın konusu addetmenin kendi içinde sorunlu bir yanı var.
Bu anlayış her şeyi siyasal kılmakla, her şeyi devletin müdahalesine açık hale de getiriyor.
Başka bir deyişle bu mantıkla, siyasetin müdahalesinden özerkleştirmek istenen alanlar onulmazca siyasetin organik bir uzantısı kılınırken her mesele siyasal perspektifin dar ayrımlarına sıkışıp kalıyor.
Kamusal alanın, iktidarın mahrem alanına dönüşmesinden tutun da meselelere dair sınırların siliksizleşecek denli değişmesi, düzeylerin karmaşasına kadar her şeyin nedeni bu anlayışın anakronik bir amentü kılınmasında yatıyor.
Keza Castoriadis, insana dair her şeyin toplumsal-tarihsel boyutu olduğunu ısrarla ortaya koymuş bir isim. Dolayısıyla insanın içinde olduğu her konunun ihtilaflı, haliyle siyasi bir yanının olduğunun da farkında…
Söylemeye çalıştığı şey şu:
Bütün meselelerin siyasi boyutu olması bir şeydir ama siyaseti her meselenin ana odağı, merkezi kılmak ise başka şey…
Üçüncü Dünya entelektüelinin ya da Batılısının yaptığı ise ekseriyetle ikincisi oluyor.
Bugün özellikle otuz yaş altı yurttaşlarımızı “şanssız” olduklarına, yanlış bir zamanda doğduklarına inandıran politik iklim de bu anlayıştan besleniyor.
Comte-Sponville’in dediği gibi bundan daha “cesaret kırıcı” bir şey olamaz çünkü yaşamın tüm boyutlarında mağlubiyeti bir yazgı gibi dayatan bir anlayış bu.
Oysa yaşam, siyasi kazaların hükmüne terk edilemeyecek ya da sadece onların belirleniminden oluşan bir öyküye boyun eğmeyecek denli çok boyutlu…
Tek Başınalık İdeolojisi
Siyasetin ana odağı güç ilişkileri… Haliyle siyaset ana odak olduğunda diğer olgular da güç ilişkilerinin doğrudan nüfuz ettiği ikincil görünümlere de indirgeniyor.
Bunun en somut ve güncel örneği “tek başınalık” ideolojisi…
Tüm sadakatsizlikler, vazgeçişler, umutsuzluklar bu ideolojinin çerçevesinde meşrulaştırılıyor.
Birey, mutlak anlamda özerk olması gereken ve kendisi dışındaki diğer bireyleri “kullanışlı” kılmakla yükümlü, iktidarsız bir Übermensch, bir üst insan kılınıyor.
Instagram reelslerinden tutun, TikTok gönderilerine kadar hemen her görsel, abartılı müzikler ve yapay zekanın seslendirdiği bozuk Türkçeyle bu iktidarsız Übermensch’in propagandasını yapıyor.
Terry Eagleton’ın dediği gibi, insanın asli unsuru olan “derin bağ kurma” kapasitesi tek taraflı bir güç paranoyasına lehine katlediliyor ki bu son kertede “saf kötülüğün rüyasıdır”.
Keza Eagleton bize, insanın belli bir dereceye kadar elde edebileceği özerkliğin, başka insanlara yönelik hissettiği derin bağımlılık sayesinde mümkün olduğunu söylediğinde bu bağımlılığın insanı insan yapan asli nitelik olduğuna da işaret eder.
Kötünün rüyası olan saf bağımsızlık, “orta sınıf mitidir”.
Mafyanın, yasadışılığın dipsiz bir görgüsüzlükle Facebooklaştığı bugün ise bu, yerle bir olduğuna tanık olduğumuz, maddi-manevi koordinatlarını yitirmekte olan orta sınıfın olsa olsa mitsel bir imgesine dönüşmüş durumdadır.
“Her Şey”in Pedagojisi
Pascal’ın zorbalık tanımı “her şeyi” tek bir ilkeye bağlamanın esasına işaret eder:
“Zorbalık kendi düzeyinden öteye geçen evrensel bir iktidar iddiası taşımaktır.”
Comte-Sponville’in aktardığı gibi bunun anlamı, tek bir yoldan giderek bütün yolları elde etmeyi istemektir:
“Pascal’ın metnini izleyecek olursak, güçlü olduğu için sevilmek isteyen ya da bilgin olduğu için kendisine boyun eğilmesini isteyen ya da yakışıklı olduğu için kendisinden korkulmasını isteyen kişidir zorba.”
Cümleyi okuyup geriye yaslandığında insan, ne denli zorbalıkla çevrildiğini hatta zaman zaman bu zorbalığa kapıldığını görüyor, duyuyor.
Bu aslında gücün inandırıcılık kazandırmadığını, sadakati mümkün kılmadığını unutan bir figürdür.
Fakat “her şey”e rengini veren, tek başına güçlünün ya da gücü her şey görenin zorbalığı değildir.
Gücün dışında bir değer taşımayan, tanımayan barbarlık da bu noktada önemli. Bu noktada yine Comte-Sponville’e kulak vermeyi öneriyorum:
“Barbar sadece acımasız ve şiddet uygulayan kişi değildir, barbar, hiçbir yüksek değeri tanımayandır, sadece en aşağıdakini bilendir, bununla övünen ve herkesi de oraya indirmek isteyendir.”
Bu anlamda her şeyi politikaya indirgemek, güce bağlamak barbarlıktır, siyaseti salt ekonomiye indirgemek de öyle. Aşkı, dönemsel sadakatsizliklerin “cicim aylarından” ibaret güvencesiz duraklarından ibaret kılmak da bir tür barbarlıktır.
Comte-Sponville’e göre etik ve ahlaki kaygıları demokratik siyasetin niceliksel kesinliğine bağlamak da bir tür barbarlıktır.
Nitekim en aşağıda olanın övgüsü pek meşhurdur; mafyöz ve sadakatsizlik temalarıyla örülü kültür endüstrisi ürünlerine bir bakın…
Hayatı Tüketirken…
Tek başınalık ideolojisi tam olarak zorbalığı ya da barbarlığı, artık hangisine gücünüz yeterse, tek geçer akçe olarak sunuyor.
Siyaseti tüm konuların organik malzemesi kılarak kendimize de hayatımıza da biraz zorbalık yapıyor gibiyiz.
Belki de biraz gerçeğe dönmeliyiz.
Siyasetin, diğer olguları sanallaştırmasına, dijitalleşmiş ilişkilerin tüm sadakatleri tek tuşa indirgeyen hızına bir mesafe almalıyız.
Aslına bakarsanız konu, tüm alanlara gerektiği itibarı vermektir. Aşktan tutun siyasete kadar, her düzeye kendi itibarını kazandırmadan içselleştirilmiş zorbalığın esaretinde yaşayacağız gibi duruyor.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.