“Para, vakit, sabır — Neredesiniz?”
Herman Melville
Kaderleri yalnızlık ve yok sayılmak olan edebiyatın bazı bahtsız dehaları ancak ölümlerinden sonra hak ettikleri şöhrete kavuşur. İçinde debelendikleri sefalet yetmezmiş gibi hayatın onca aksiliği içinde ruhlarının derinliklerinden çıkardıkları o eşsiz ve benzersiz eser de çağdaşlarınca görmezden gelinir. Çoğu kez sadece yaşamanın kendisi bile başlı başına bir meseleyken, böyle bir yalnız bırakılmışlık içinde inatla yazmaya devam ederek yaşamak ne çileli olsa gerek! Şöhret ve başarının güneşinin açması için bu hayatların sonlanması sanki şarttır. Bazen Tanrı bile kendi yaratıcılık güçlerinden bir miktarını bahşettiği dâhi çocuklarına bir teselliyi çok görür.
Herman Melville (1819-1891) yeteneksiz, tembel veya vasat bir yazar olduğu için değil, aksine yirminci yüzyılın başındaki modernizmin erken bir öncüsü sayılabilecek kadar büyük bir yazar olduğundan çağdaşlarınca unutulmuştu. Genç yaşta tanıştığı sefalet neredeyse ömrü boyunca Melville’in yakasını bırakmamıştı. Geçinmek için denizcilikten gümrük müfettişliğine kadar pek çok işi yapmak zorunda kalan Melville, hayatın ve evliliğin bitmek bilmeyen sıkıntıları içinde, aralarında çağdaşlarınca anlaşılmayan Moby Dick (1851) ve Kâtip Bartleby (1853) gibi iki şaheserin de bulunduğu hiç yankı uyandırmayan kitaplarını yazmıştı. “Bir Hudson Nehri Hikâyesi”ndeki (1854) kahramanı yaşlı mucidin ağzından “Şöhret daha tatlı olacak çünkü geç geldi; daha gerçek olacak çünkü benim gibi yaşlı bir adama geldi,” derken belki hâlâ bir ümidi vardı; fakat o hikâyenin sonundaki gibi “Başarısızlık için Tanrıya şükürler olsun!” diye Melville de şükretmiş midir, bilinmez.
Bu meşhur iki metin arasındaki farklılıklar şüphesiz aşikârdır. Kendisini sakat bırakan Beyaz Balinadan intikam almaya kararlı kaptan Ahab’ın hikâyesinin geçtiği yer okyanustur. Oysa Wall Street’te bir avukatın yazıhanesinde zarif bir inatçılıkla çalışmayı reddeden Bartleby’nin hikâyesinin mekânı daracık bir ofistir. İki metnin arasındaki benzerlikler ise o kadar aşikâr değildir. İki eserin kahramanı da bir tür çılgınlıktan muztariptir. Dahası bu çılgınlıklarını bir süre sonra etraflarındakilere de bulaştırırlar. Pequod’nun bütün mürettebatı en az kaptanlarınınki kadar fanatik bir arzuyla Beyaz Balinanın peşine düşerken; Bartleby’nin çalışma arkadaşları da onun kararlarını kabul ederek bir süre sonra onun söylemini de içselleştirirler. Aslında hem Ahab’ın hem de Bartleby’nin delice inatları, onları hızla kaçınılmaz sonlarına, kendi ölümlerine götürür. Fakat iki karakterin de asıl müşterek noktaları yalnızlıklarıdır. Melville’in kendi hayat tecrübesi üzerine inşa ettiği hikâyelerinin değişmeyen teması da zaten hep yalnızlıktır.
Melville, Bartleby hakkındaki hikâyesini yazmaya başladığında Wall Street zaten gelişmiş bir finans bölgesi olarak sivrilmişti. Melville’in babası da başka birçok çağdaşı gibi bütün birikimini borsada kaybetmişti. Esasında bu açıdan bakıldığında, Bartleby’nin hikâyesi Melville için çok şahsî bir meseleydi. Ölümünden sonra babasının işini devralan ağabeyi Gansevoort’un iflasından sonra, kalabalık Melville ailesi büyük bir ekonomik sıkıntıya düşmüştü. Bu nedenle eğitimine ara veren Melville, denizciliğe başlamadan önce bir süre bir büroda rutin bir iş yaparak eğitimine devam etmeyi denemiş ama başarılı olamamıştı. İşte bütün bu tecrübe, belki de Kâtip Bartleby’deki bütün o radikal tavrının asıl kaynağıdır.
Peki ama bu uzun hikâyeyi nasıl okumalıyız? Bartleby bir deli midir? Yahut çalışmak istemeyen bir aylak mıdır? Otoriteyi mi umursamıyordur? Hassas mıdır yoksa kaygısız mı? Çoğu yorumcunun inandığı gibi sadece bir sivil itaatsizlik eylemi sergiliyor olabilir mi? Bu uzun hikâyenin bize gösterdiği şey kapitalist dünyada bireyin kendine ve işine yabancılaşması mıdır? Yoksa Bartleby, toplumsalın dışında ve ötesinde olmayı, toplumsalın içindeki tuzağa düşmemek için toplumsalı aşmayı hedefleyen uyumsuz bir karakter midir?
Tuhaf ama bütün bu soruların cevabı ve 1853’te yazılmış bu uzun hikâyeyi nasıl okuyacağımıza dair bir kılavuzu, bir başka dâhinin, Balzac’ın 1841 tarihli Çalışanın Fizyolojisi adlı metninde bulabileceğimizi sanıyorum. Balzac, on dokuzuncu yüzyılı bütün kurumları, sınıfları ve yapılarıyla romanına taşırken yeni doğan bir sınıftan bahseder. Zaten bu kitabı da bu yeni doğan sınıfın tipolojisini çıkarabilmek amacıyla yazmıştır. Balzac’ın “çalışan” ile kastı, aslında hayatını bir dairede, büroda, ofiste geçiren memurdur: “Yaşamak için maaşına ihtiyaç duyan ve istifa etmekte özgür olmayan kişi; çünkü bu kişinin, sonsuz kâğıt kalabalığı üretmekten başka hiçbir alanda donanımı yoktur … çalışan bir masada oturup yazan kişidir. Ofis, çalışanın doğal ortamıdır.”
Balzac kitabında bu “çalışan”ın türlerini ayrıntılarıyla çıkarıp tasnif ederken, aslında edebiyatın bu yeni kahramanlarından da bizi erkenden haberdar ediyordu. Nitekim çok geçmeden Çehov, Gogol, Flaubert ve daha pek çok yazar muhteşem memur hikâyeleri yazarken, Kafka ve Pessoa gibi bazı edebiyatçılar da hayatlarını ofiste geçiren memurlara dönüşeceklerdi. Buradan bakıldığında Gogol’ün Akaki Akakiyeviç’iyle Melville’in Bartleby’si yakın akrabaydılar. Fakat Melville bu yeni “çalışan” tipini ele alırken çağdaşlarından daha umutsuz, daha karamsar ve daha öngörülüydü.
Bartleby de ofisteki çalışma arkadaşları Hindi, Cımbız, Zencefil ve türünün diğer örnekleri gibi yaşamak için maaşına ihtiyaç duyan, istifa etmekte özgür olmayan, belge yazmak ve kopyalamak dışında bir başka meziyetten yoksun, hayatını bir masada dirsek çürüterek geçirmeye mahkûm bir memurdur. Melville bu gayriinsanî duruma dair pek çok ayrıntıyı uzun hikâyesinin girişinde bize hiç telaş etmeden anlatır. Meselâ Hindi de, tıpkı akrabası Akakiyeviç’in palto için para biriktirmesini hatırlatacak biçimde, dar geliriyle gösterişli bir ceket alamamaktadır. Yahut Cımbız da prangalarla bağlandığı o kâtip masasından kurtulmak istemektedir. Fakat bu insanların aslında başka bir hayatları yoktur. Bunu da en iyi, patronu kendisini yarım gün çalıştırmak istediğinde Hindi’nin bu teklifi şiddetle reddetmesinde görürüz.
Hindi, Cımbız ve Zencefil bir sistemin kusursuz işlemesini sağlayan çarklar oldukları için olsa gerek hikâyede isimleriyle değil de lakaplarıyla boy gösterirler. Onlar sadece bir makinenin dişlileridir. Aksamadıkları sürece göze batmazlar ve rutin işleyiş devam eder. Hakikaten Bartleby de başlangıçta bu rutin işleyişe mükemmelen dahil olur. Çok çalışkan bir kâtiptir. Şikâyet etmez ve işlerini eksiksiz yerine getirir. Fakat sonra ansızın kendi işiyle angarya arasında bir ayırım yaptığını, kendisinden istenilen her ne ise onu “yapmamayı tercih ettiğini” dile getirerek gösterir. Bu “tercih,” onu hızla trajik sonuna götürecektir. Nihayetinde Bartleby’nin hiçbir şey yapmamayı, ofisten çıkmamayı, hiç çalışmamayı tercih ettiğine şahit oluruz.
Bu uzun hikâyede bir tek Bartleby’nin adının olması bile, onun tercih eden bir özne olduğunu ve tercihte bulunmanın ancak bir öznenin iradesine dayandığını gösterir. Diğer ofis çalışanlarının bir adı yoktur, çünkü onları özne kılacak bir iradeleri ve tercihleri yoktur. Yapmaları söylenen her şeyi, eksik veya yanlış, özensiz yahut baştan savma da olsa yerine getirirler. Onlar uyumludur. Oysa Bartleby uyumsuzdur; o ya eksiksiz ve hatasız çalışır yahut da hiç çalışamaz ama her iki durumda da çalışma arkadaşlarının arasında ayrıksı kalır. Bartleby politik veya devrimci bir karakter asla değildir fakat yine de sistem için büyük bir tehlikedir. Çünkü hem oynamak istemez hem de oyun sahasını terk etmez. İşte bütün işleyişi tıkayan da bu saçma durumdur. İş dünyasının üzerine inşa edildiği “ya-yahut” mantığı, sistemin dişlilerinin ya oynamalarını yahut da oynamayacaklarsa oyun sahasını terk etmelerini gerektirir. Oysa Bartleby bütün mantık kurallarına aykırı hareket ederek hem çalışmayı hem de ofisi terk etmeyi reddeder. Sistem açısından korkutucu olan asıl bu saçmalıktır. Bartleby, kentin/kültürün konforlu alanını eleştirip reddetse de doğaya dönmeyi aklından geçirmeyecek kadar kente/kültüre ait modern bir Diyojen’dir.
Bartleby’yi deli gibi gösteren aslında etrafındakilerin çok aklıbaşında insanlar olması değildir. Onu uyumsuz kılan, yalnızlığını ve sefaletini kat’i olarak kabullenmesidir. Başka bir hayatının olmadığının bilincindedir. Onun reddedişi aslında bir teslimiyetten kaynaklanır. Sistemi asla reddetmez, devrimi hiç düşünmez, gidip yeni bir hayat kurmayı denemez. Ofisin dışında bir hayat tahayyül edemez. Bunun için gizlice ofiste yaşamaya başlar. Onun için ofis ile ev arasındaki ayırım çoktan silinmiştir. Daha 1853’ün dünyasında ofis ile ev arasındaki ayırımın silindiğini fark eden Bartleby, acaba bir de 2024’ün pandemi sonrası dünyasında ofisin eve taşındığını ve bütün dünyanın devasa bir ofise dönüştüğünü görseydi ne derdi! Aslında bu durum bütün ofis çalışanları için geçerlidir ama bu sefaletin ve gayriinsanî koşulların bir tek Bartleby ayırdındadır. O direnmez. İtaatsizlik göstermez. Aksine onun reddedişi açık bir pes ediştir. Mademki ofisin dışı yoktur, aslında yapmayı yahut yapmamayı tercih etmek arasında da anlamlı bir fark yoktur.
Bartleby sistem dışına çıkmayı reddederek sistemi içeriden çürüttüğü için tehlikelidir. Bir büro bir Bartleby’yi belki kaldırabilir ama ya “tercih etmiyorum” ibaresi bütün büro çalışanlarının diline pelesenk olmaya başlarsa? Bu nedenle Bartleby’nin sonu hiç şaşırtıcı değildir. Dışarıdaki büyük kalabalıkları disipline etmek için aylaklar bir süredir donanmaya nefer olarak yazılıp beş on seneliğine açık denizlere gönderilmek yerine hastanelere, tımarhanelere veya hapishanelere kapatılıyorlardı. İnsanlıktan çıkmayı reddetmenin bedeli olan “Büyük Kapatılma”dan Bartleby de kurtulamaz. Mademki diğer normaller gibi çalışmayı reddeden bir anormaldir, o vakit bütün anormaller gibi kapatılmalı ve izole edilmelidir. Fakat kendine, işine, hayata yabancılaşmış Bartleby, doğal yaşama ortamı olan ofisten koparıldığında ölmeye mahkûmdur.
Bunun için Kâtip Bartleby asla içinde yaşadığımız ekonomik ve sosyal düzenden daha saçma bir hikâye değildir. Aksine Bartleby’nin hikâyesi yazıldığı günden beri kâhir ekseriyetin hikâyesidir. Böyle okunduğunda hüzünlü ve düpedüz acıklıdır. Unvanları fark etmeksizin büyük şehirlerden küçük kasabalara kadar her yer Bartleby’lerle doludur. Ofisten çıkmayı reddeden Bartleby ile üniversite dışında bir hayatı olmadığını bildiği ve bu yüzden emekliliğini bir türlü kabullenemediği için dört elle sarıldığı kürsüsünü bırakmak istemeyen bir profesör arasında hiçbir fark yoktur. Maalesef Melville’in karanlık kehaneti gündelik hayatlarımızda her gün tekrarlanmaya devam ediyor: “Vah Bartleby! Vah insanlık!”
*Antalya Barosu İnsan Hakları Merkezi’nin Kış Kampında bu meseleyi bizimle birlikte irdeleyen avukat dostlara, sahnede benimle birlikte kitabı analiz eden Ertuğrul Uzun’a ve etkinliğe başlamadan evvel ılık bir Akdeniz öğleden sonrasında kahvelerimizi yudumlarken dikkatimi Bartleby ile Diyojen benzerliğine çeken Furkan Kararmaz’a bu metindeki görünen ve görünmeyen katkıları için müteşekkirim.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.
Çok aydınlatıcı.