Rus edebiyatının gölgede kalmış yazarlarından biridir Gonçarov ya da biz Türk okurları için öyledir, denebilir. Bugün Rus edebiyatı dendiğinde akla hemen gelecek isimlerden biri değildir belki de. Çünkü Rus edebiyatının köşeleri haklı olarak başka büyük yazarlarca tutulmuştur; Dostoyevski, Gogol, Tolstoy, Puşkin… Fakat Gonçarov da bu yazarlar kadar önemlidir. Hatta bu yazarlardan bence bir de farkı vardır; yarattığı bir karakter evrensel bir nitelik kazanmış, ortak bir insanlık durumunu karşılar olmuştur.
Simbirsk’te, şimdiki adıyla Ulyanovsk’ta, 1812 yılında doğmuştur. Babası zengin bir tahıl tüccarıdır. Moskova Devlet Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra 30 yıl boyunca devlet memurluğu yapmıştır. Oblomov, edebî kariyerine çevirmen olarak başlayan Gonçarov’un 1857 yılında kaleme aldığı bir romandır. Roman ilk olarak “Oblomov’un Rüyası” adını taşıyan ve kitabın da bölümlerinden birini oluşturan bir parça halinde yayımlanır. Gonçarov yayımlanan bu metnin aldığı övgülerden cesaret alarak 600 sayfalık oylumlu bir eser meydana getirmiştir. Roman, Alman edebiyatının dünyaya kazandırdığı “Bildungsroman’ın (bizdeki karşılığıyla gelişim romanının) antitezi mahiyetindedir. Bildungsroman’da inkişafa uğrayan kahramanla karşılaşır okurlar. Örnek olarak Goethe’nin “Willhelm Meister’in Çıraklık Yılları” romanı verilebilir. Oblomov romanında ise roman kahramanı Oblomov, herkesin beklentisinin aksine, ekonomik ve sosyal hayat anlamında gelişmeyi reddeden bir yapıdadır. Bu anlamda roman nasıl bir Bildungsroman antitezi ise Oblomov da bir antikahramandır.
Oblomov karakter olarak bir Rus edebiyat geleneğinin temsilcisidir. Şöyle ki: Rus edebiyatına özgü bir tip olan “gereksiz adam”ın devamı niteliğini taşır Oblomov. “Gereksiz adam” sosyal ve ahlaksal sorunların farkında olan fakat buna karşı mücadele etmekten kişisel zayıflığından dolayı vazgeçen, mücadeleye karşı içinde kısıtlamalar/yasaklamalar taşıyan, pasif kalan karakterdir.
Bu romanı salt bir edebî eser olarak görmek yerine pek çok metin gibi yaratıldığı dönemden izler taşıyan bir belge olarak okumak da mümkündür. Ya da daha kuramsal bir anlatımla; Marksist okumaya açık bir metindir. Marksist kurama göre üstyapıyı oluşturan sanat, maddi unsurları teşkil eden altyapıdan bağımsız düşünülemez. Yani ekonomik altyapı kendisini haklı çıkaracak bir üstyapı tarafından desteklenmelidir. Altyapının şekillendirdiği üstyapı olan sanat ise bir ideolojinin temsilini içerir. Bu ideoloji içkin bir şekilde altyapı tarafından belirlenmiştir ve sanatın yaptığı da bu altyapının meşrulaştırılmasıdır. Bu bağlamda Oblomov romanı okunduğunda ise metnin anlam katmanı daha da derinleştirilebilir. Rusya’da toprak köleliği 1861 yılında kaldırılmıştır. Ele aldığımız metin olan Oblomov’da ise toprak köleliği eleştirilmekte ve romanın başat figürlerinden biri olan Ştolts’la da toprak köleliliğin “can sahiplerini” tembelleştirmesi, onları değişen dünyanın gerçeklerinden uzakta tutması yerilmektedir. Bu anlamda toprak köleliğinin kaldırılmasına dayanan bir ideolojinin meşrulaştırılmasıdır roman.
Gonçarov bu romanı kahramanlarının dikotomisi üzerinden kurgulamıştır. Romanda yer alan Oblomov-Ştolts, Agafya-Olga ikilikleri üzerine inşa edilen roman, bir anlamda başka bir ikiliğin, edebiyatın ve yaşamın en önemli zıtlıklarından birinin; Doğu–Batı dikotomisinin metindeki temsilcileridir.
Oblomov genel hatlarıyla yenileşmenin, değişimin karşısında bir karakterdir. Ştolts ise değişime inanan, harekete, ilerlemeye ve yeniliğe açık bir yapıdadır. Oblomov’un aksine, Ştolts sürekli hareket halindedir, çeşitli ülkelere seyahatler gerçekleştirir. Eserdeki diğer karşıt yapıdaki karakterler olan Agafya ve Olga da yine Doğu–Batı dikotomisini yansıtır nitelikler taşımaktadırlar. Agafya tıpkı Oblomov gibi gelenekselin ve eskinin temsilcisidir. İki çocuğuyla birlikte kardeşinin evinde yaşar. Oblomov’a itaat ve hizmet eden Agafya’nın zıddı olarak okunabilecek Olga ise tıpkı Ştolts gibi sosyal hayatla iç içe, dışa dönük yapıdadır. Karakterler arasındaki bu benzerlik romanın işleyişine de yansıyacaktır ve Agafya Oblomov’la, Olga ise Ştolts’la evlenir.
Oblomov ve ailesinin “Ruslara” özgü kayıtsızlığı/tembelliği, Ştolts ve ailesinin de “Almanlara” özgü çalışkanlığı metinde söz konusu edilmiştir. Oblomov’un babası Oblomovka’yı yönetmekle yetinir, tıpkı oğlu Oblomov gibi hareketten ve günün akışını bozan durumlardan hoşlanmazken Ştolts’un babası hem yakınlardaki bir çiftliği hem de bölgenin yatılı okulunu idare etmektedir. Aileden gelen bu özelliklerle başlayan Doğu–Batı zıtlığı yaşam şekli ve kıyafetlerde de devam eder. Okurlar roman boyunca Oblomov’un nadiren yatağından çıktığını, uzandığı divandan nadiren doğrulduğunu görürler. Öyle ki günlük yaşamında giydiği kıyafet de bir nevi onun hareketlerine uyum sağlaması için rahat ve bol tasarlanmıştır. Oblomov’un metinde geçen ifadeyle “her bakımdan Doğulu” olan, “hiçbir bakımdan Avrupalı izi taşımayan” hırkası eser boyunca Oblomov’un ya daima üzerindedir ya da ondan ayrı kaldığı zamanlarda özlemini çektiği konforudur.
Oblomov’un kıyafet açısından Doğululuğun dışına çıktığı tek dönemse arkadaşı Ştolts’un tanıştırdığı Olga’yla geçirdiği zamanlardır. Olga’yla aralarında filizlenen aşk ve bu aşkı kapsayan bir aylık dönem Oblomov’un hayatındaki en hareketli süreçtir. Fakat Oblomov için hareket manasızdır, kıyafet değişimi ve aşk onun erişemeyeceği hedeflerdir. O, bir kıyafetle bir kimliğe bürünmüştür. Yaratılışından farklı olamayacaktır Oblomov, onun mizacı Avrupai tavırları olan Olga’yla çay ve davetlere katılmaya uygun değildir. O bir Doğulu’dur ve onun için aşktan çok rahat etmek, kaygısız bir yaşam sürmek önemlidir. Bu nedenle de romanın ilerleyen bölümlerinde Olga yerine kendisi gibi bir Doğulu olan Agafya’yı seçecektir. Çünkü Agafya onu alıştığı hayat tarzından koparmayacak, eskimiş meşhur bol hırkasını tamir edecektir. Oblomov’un Olga’dan vazgeçmesi tabii ki kolay olmayacaktır ama bu hareketli yaşamın kıyafet değişimi de Oblomov’a göre değildir. Tam da bu noktada İsmet Özel’in enfes dizesi “ve elbette acıyor yürek esvap değiştirirken” gelir aklıma. Oblomov, hem Olga için doğululuğunu bir yana bırakma sürecinde hem de Agafya için Olga’dan ayrılma sürecinde acı çeker. Kabuk değişimi, kimlik değişimidir ve bu, hiç de kolay göze alınacak bir acı değildir.
Roman çeşitli yönleriyle Türk romanından bilindik bir temaya sahiptir görüldüğü üzere. Örneğin pek çok açıdan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Kiralık Konak”ına benzer. Fakat bence bizim edebiyatımızda aynı temaya işleyen romanlardan ayrıldığı temel bir nokta vardır Oblomov’un; bariz bir şekilde Batı’nın ve Batılılığın safındadır.
Cemil Meriç Tanzimat’la başlayan Türk romanını okurken bu dönem romanlarının “virilite” olgusu üzerinden okunabileceğini söyler. Bu olguyla kastedilen, Osmanlı’dan bu yana Doğu’nun üstünlüğünün artık Batı’ya geçişi ve buna mukabil olarak da romanlardaki Türk erkeklerinin Batılı erkekler karşısında nüfuz kaybetmesidir. Doğulu artık bir nevi gölgede kalan ve ikinci konuma düşen, “kadınsılaşan”dır. Artık arzu edilen, peşinden koşulan, sözüne güvenilip eğlence dünyasına girilmeye çalışılan taraf Batı’dır, Batılı erkeklerdir. Doğu güç kaybeder Meriç’in bu tanımlamasına göre. Oblomov romanını Meriç’in “virilite” olgusunu düşünerek okuduğumuzda ise kanımca gönüllü bir erillik yitiminden bahsedebiliriz. Gonçarov Rus toplumunun Batılılaşması gerektiğini, sosyal ve iktisadi hayatta Batı değerlerine göre yaşanması gerektiğini düşünür ve bu doğrultuda gönüllü olarak erilliği kendisi gibi Rus olan bir beyzadeden alarak Alman kökenli bir Batılıya bırakır.
Yukarıda da bahsedildiği üzere Oblomov nadiren yatağından kalkar, uzandığı divandan doğrulur. Romanın ilk halini oluşturan “Oblomov’un Rüyası” bölümünde okurların da hatırlayacağı üzere, Oblomov çocukluk günlerine, annesi ve dadısı tarafından el üstünde tutulduğu zamanlara döner. Hayatı kaygısızdır, Oblomovka’nın günbegün düşen gelirlerini, kendisini dolandıranları düşünmek durumunda olmadığı günlerin özlemini yaşar. Freudyen fikirlerle Oblomov romanını anlamlandırmak mümkündür. Oblomov’un uyuma isteği ve öidipal öncesi sürece geçme arzusu “ana rahmine dönüş” olarak yorumlanabilir. Oblomov’un yatmasından önce uşağı Zahar’ın yaptığı hazırlıklar ve yarattığı ortam (perdelerin örtülmesi, kapının hafifçe kapanması, uşağın sessizce odasına çekilmesi) Oblomov’a sınırlı ve özel bir alan yaratılmasının işaretidir. Yani Oblomov, yattığı yatakta aslında anne rahmine, anne rahminin hareket gerektirmeyen yaşamına dönmek ister. Bu açıdan bakıldığında da neden Agafya’yla beraber yaşamak istediği de daha anlaşılır olacaktır. Agafya ikame bir anne figürüdür onun için, çocukluğunu ve kaygısız günlerini özleyen Oblomov kendisi için her şeyi düşünüp ona koşulsuz şartsız hizmet eden Agafya’yı tercih eder. Bu tercihteki temel neden de alıştığı konforu bırakamamasıdır.
Oblomov’un temsil ettiği şey tembellik değil, apatidir. Genel manada çevreye karşı had safhadaki ilgisizlik, kayıtsızlık ve duygusuzluk anlamına gelen apati; Oblomov’un sürekli kararlar alıp uygulayamaması, gelirleri düşen Oblomovka’yı eski günlerine döndürme konusundaki pasifliği, kendisini dolandıranlara karşı umursamaz tavrını tembellikten daha doğru açıklar. Yani değişime, bildiği alıştığı değerlerin farklılaşmasına hareketsiz kalarak karşı durmaktadır. Oblomov’un “hareket etmemeyi tercih etmesi”, Katip Bartleby’nin “yapmamayı tercih etmesi”ne bu açıdan benzemektedir.
Roman yukarıda belirtilen izleklere uygun bir sonla biter; Batı, Doğu’yu kurtaracaktır. Yani gönüllü bir erillik yitimine uğrayan Rus toplumunu ancak Batılılar ya da metinde özellikle belirlenen Almanlar kurtarırlar. Bizdeki örneklerinin sürekli “yanlış Batılılaşma” olarak okunduğu benzerlerinden farklı bir yapıya sahiptir bu anlamda.
Edebiyatın en önemli meselelerinden biri olan “biz ve öteki”yle başlayıp çoğaltılabilecek dikotomilerin pek çoğunda yazarın söz hakkını “biz”den yana kullandığını görmemiz mümkündür. Fakat Oblomov romanında Gonçarov, Rus toplumunun modernleşmesini, Gogol’ün romanındaki gibi “ölü canlar” peşinde koşmayarak Batılılaşmasını ve etimolojik manada kültürün (yani kırsalın, tarımın) yerini medeniyetin (yani şehrin, sanayinin) alması gerektiğini düşündüğü için “öteki”nin saflarına katılmıştır.
Son kertede Oblomov, değişen zamana direnen, kendi zamanının ve değerlerinin yitimine karşı koyan bir karakterdir. Dünya edebiyatında bu açıdan Oblomov’a benzeyen pek çok karakter vardır şüphesiz. Kimisi Don Kişot gibi çelimsiz atı ve yarım akıllı silahtarıyla yalın kılıç değişen zamanın üzerine yürür, kimisi Mümtaz gibi değişen insan çehre ve karakterini umutsuzca arar kimisi de Oblomov gibi hareket etmeyerek değişime karşı durur.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.