10:28 am Ekonomi, Psikoloji, Yonca Gökalp • Bir Yorum

Aklın Kurnazlığı: Liberal Ütopya

Liberal ütopyanın özü, insanlara evrensel olduğu varsayılan etik bir ideali dayatmanın tüm suçları içeren bir suç olduğu, toplumsal kargaşanın buradan çıkacağı, barış ve hoşgörü tesis edilmek isteniyorsa ilk yapılması gerekenin bu “ahlaki ayartı”dan kurtulmak olduğudur. Siyasetin alanı ahlaktan arındırılmalı, gerçekçi bir hale bürünmelidir. İnsan doğası bencildir, onu değiştirmenin herhangi bir yolu yoktur. Gerekli olan; şahsi kötülüklerin herkes için iyi olana hizmet etmesini sağlayacak bir düzeni tesis etmektir.[1] Bu düşünce hattını mantıksal sonuçlarına kadar ilerlettiğimizde, aklı başında bir liberal, başkalarının iyiliği uğruna kendi çıkarlarından vazgeçmeye yönelik hümanist hevesini sınırlamalı ve herkesin iyiliği için hareket etme yolunun şahsi bencilliğini takip etmekten geçtiğinin farkında olmalıdır. Zizek’e göre, “Tek tek bireyler için kötü olan, herkesin iyiliğinedir.” düsturunu rehber edinen “Aklın Kurnazlığının” zorunlu ters yüzü, “Bireylerin iyiliği için olan, herkesin felaketidir.” şiarıdır.[2]

Liberalizmde başından beri, bireysel özgürlükler ile kitlelerin davranışlarını düzenleyen nesnel mekanizmalar arasında gerilim vardır. Benjamin Constant’ın da fark ettiği üzere, bireylerde her şey ahlaki, kalabalıklarda ise fizikseldir:[3] Herkes bir birey olarak özgür olmakla birlikte, kalabalıklar içinde çarkın dişlisinden ibarettir. Dinlerin en açık mirası, takdir-i ilahinin piyasa başarısında cisimleşen inayet mekanizması paradoksunda belirir.[4] Toplumsal barışı sağlayacak mekanizmalar, bireylerin iradelerinden de meziyetlerinden de bağımsızdır. Bu tasarının içkin gerilimi liberalizmin iki veçhesinde, siyasi liberalizm ile piyasa liberalizmi arasında görülür. Söz konusu gerilim, indirgenemez bir mahiyet taşımakla birlikte, aynı madalyonun eş yüzleri gibi birbirine bağlıdır. Bugün liberalizmin anlamı iki zıt kutup arasında; iktisadi liberalizm (serbest piyasa bireyciliği, devlet müdahalesine karşıtlık) ile siyasi liberalizm (eşitlik, toplumsal dayanışma, hoşgörü) arasında salınıp durmaktadır.[5] İki anlam dolayımındaki gerilim, liberalizmin bünyevi özelliğidir; kavramın kendisine mündemiçtir. Söz konusu müphemlik, bilgimizin sınırlılığının değil, liberalizm kavramının özüne dair hakikatinin göstergesidir.

Liberalizmin mevcut iki biçimi, geleneksel olarak bir diğerinin karşıtı olarak varlık bulmaktadır. Liberal çok kültürcü hoşgörü savunucuları iktisadi liberalizme karşı çıkar ve daha az şanslı olanları vahşi piyasa mekanizmalarından korumaya çalışırlar. Serbest piyasa taraftarları ise genel olarak muhafazakâr aile değerleri ve benzerlerini savunur. Karşımızda ikili bir paradoks durmaktadır: Bir yanda hem piyasa ekonomisi savunan hem de bu ekonominin doğurduğu kültür ve yapıyı reddeden geleneksel sağ duruş, diğer yanda ise hem piyasaya karşı duran hem de bu piyasanın sonucu olan ideolojiyi kabul ettirmeye çalışan çok kültürcü sol duruş vardır.

Slavoj Zizek’in yerinde tespitiyle, liberal vizyonun merkezinde anti-ideolojik ve anti-ütopik bir tavır bulunur.[6] Kendisini “kötünün iyisi” olarak gören liberalizmin amacı, “mümkün en az kötü toplumu” oluşturmak ve böylelikle daha büyük bir kötülüğün önüne geçmektir. Olumlu iyiyi doğrudan dayatmaya yönelik olası tüm girişimler, bütün kötülüklerin kaynağıdır. Kuşkusuz böyle bir algının özünde, insan doğasına ilişkin derin bir kötümserlik yatar: İnsan bencil bir hayvandır, onun iyiliğine ve diğerkâmlığına seslenen bir sistemi inşa etmeye kalkışmak doğrudan teröre davetiye çıkarmaktır.[7] Postmodern terör göstermiştir ki iyinin tiranlığına yöneltilen liberal eleştirinin bir bedeli bulunur. Yalnızca kötünün iyisini isteme iddiası küresel düzenin majör ilkesi olarak ortaya sürülür sürülmez, düşmanın savaştığını iddia ettiği özelliklerini tedricen kopyalamaya başlar. Küresel liberal düzen, ütopyaları reddederek kendisini mümkün olan dünyaların en iyisi olarak sunar ve insanlık serbest pazar mekanizmalarına bütünüyle teslim olmuşken piyasacı ütopyasını dayatır. Tüm bunların arkasında bildik totalitarizm kâbusu ve bütün eski ideolojik yükünü boşaltmış yeni insan vizyonu saklıdır.[8]

Siyaseten doğruculuğun neden olduğu açmazları gözlemleyen herkesin bildiği gibi, hukuksal adaletin görelileştirilip tarihselleştirilmesi sonucu iyilikten koparılması daha baskıcı bir ahlakçılığa yol açmaktadır. Ortak terbiye ölçütlerini koyutlayan herhangi bir “organik toplumsal töz” olmadığında, tek amacı insanları birbirlerinin alanına girmekten alıkoymak olan program, yasal olan ve yasal olmayan kuralların patlamasına yol açar ki bu da her türlü ayrımcılığa karşı mücadele diye bilinen, sonu gelmez bir hukukileştirme ve ahlakileştirme sürecidir. Halihazırda yasayı etkileyecek ortak bir âdet yoksa ve söz konusu olan tek şey birbirlerini taciz eden öznelerse bu türden âdetlerin yokluğunda tacizin ne olduğu kim tarafından ve nasıl belirlenir? Buradaki sorun, daima yeni kuralların keyfiliği olacaktır.[9] Mutlak yapısal nedenlerden dolayı, ayrımcılığa karşı mücadele, nihai durağını erteleyen bitimsiz bir süreçtir. Özcesi, tüm ahlaki ön yargılardan azade bir toplum, tam da bu bakımdan her yerde suç görmeye yazgılı bir toplumdur.

İdeolojinin işleyişi bugün bireyleri özneliğe çağırma ihtiyacı duymamaktadır. Liberalizmin dayattığı değerlerden arınmış bir hak mekanizmasıdır. Bu, bireyleri özneliğe çağırmadan serbest pazar oyunuyla arzu edilen siyasi düzeni otomatik olarak yaratabilen bir mekanizmadır.[10] Böylece liberal çok kültürcülüğün ideolojik koordinatları postmodern zeitgeist‘ımızın iki özelliği tarafından belirlenir. İlki, evrenselleşmiş çok kültürcü tarihselcilik yani tüm değerlerin ve hakların tarihsel anlamda özgül olduğu, dolayısıyla onları dokunulmaz kavramlar seviyesine yükseltmenin kültürel emperyalizmin bizzat kendisi olduğudur. İkincisi ise evrenselleşmiş “şüphe yorumbilim” yani tüm etik motifleri doğuran şeyin hınç, haset gibi bayağı saikler olduğu, yüksek bir davaya adanma çağrısının, iktidarlar ya da servetlerini korumak için savaşa ihtiyacı olanların tezahürleri olduğu şeklindeki anlayıştır.

Zizek açısından liberal vizyonun temel sorunu, onun bir taraftan toplumsallaşma diye anılan önceki yaşam biçiminin altını oymakta iken diğer taraftan bu biçimin üzerinde, ondan beslenerek yaşamak zorunda olmasıdır. Piyasaya dayalı toplumsal mübadele alanında insanlar, özgür rasyonel özneler olarak karşı karşıya gelir ancak söz konusu özneler, simgesel borcun, mübadeleleri düzenleyen Büyük Öteki’ye duyulan güveniyle şekillenen karmaşık süreçlerin sonucudur. Mübadele alanı simetrik değildir: Gerçekleşebilmesi için piyasada, temel simgesel anlaşmaya katılan ve söze asgari güven sergileyen öznelerin olması gerekir. Piyasa, elbette bireylerin kendi çıkarları için birbirlerine yalanlar söyleyebildiği bir alandır. Lakin Lacan’ın söylediği gibi, bir yalanın işe yaraması için kendisini hakikat olarak göstermesi, öyle kabul edilmesi yani hakikat boyutunun çoktan kurulmuş olması gerekir.

Zizek’e göre, Kant, her hukuki yapı ya da toplumsal kurallar dizgesi için, yazılı olmayan fakat onlar olmadan da yapılamayan kuralların, zorunluluğunu gözden kaçırmıştır. Yasaların gelişmesini ve doğru düzgün işlemesini sağlayabilecek tözü ancak bu tür informel kurallar temin eder. Yazılı olmayan kuralların ne kadar etkili olduğunu örneklemek için düşünür, potlaç ve para sistemini karşılaştırmalı olarak incelemiştir.[11] Potlaç ile dolaysız piyasa mübadelesi arasında tezat yaratan özellik, zaman boyutudur. Piyasa mübadelesinde iki tamamlayıcı eylem; ödeme ve ödenen şeyin karşılığını alma, aynı zamanda gerçekleşir. Bu haliyle mübadele eylemi, kalıcı bir toplumsal bağ değil, kendi yalnızlıklarına dönen atomize bireyler arasında gerçekleşen anlık bir işleme dönüşür. Potlaçta ise armağanı vermek ile karşı tarafın armağanını sunması arasında geçen zaman, devam eden bir toplumsal bağ yaratır. Herkes birbirine borçluluk bağıyla bağlıdır. Dolayısıyla para, başkalarıyla temas kurmamızı sağlayan ama bunu yaparken de bizi onlarla gerçek ilişkiler kurmaktan alıkoyan, tözden yoksun, sanal bir araçtır.

Liberalizmin tüm varsayımı, başkalarıyla gerçek ilişkiler kurmadan temas içinde olduğumuz bir toplumdur. Kant’ın “Bir devlet kurma sorununu çözmek, şeytan soyundan bir ulus için bile mümkündür.”[12] düşüncesi, liberal ütopyanın kendisidir. Kant’a göre, toplumsal barışı sağlayacak mekanizmalar, bireylerin iradelerinden de meziyetlerinden de bağımsızdır. Onun bakış açısından daimî barışın teminatı, doğanın kendisinden başkası değildir. Oysa doğanın mekanik işleyişinde, insanların iradesine karşı hatta aralarındaki ihtilaflar yoluyla bir ahenk yaratmayı amaçladığı görülür. Bu en saf haliyle ideolojidir; toplumu tıpkı bir doğa bilimci gibi inceleyen, değerden azade bilimcinin bildik modern konumudur.[13] İdeoloji dar anlamda daima düşünümseldir, kendi üzerine katlanır; kendisini sistemik ideolojinin karşısına koyan tarafsız bilginin adıdır. Nitekim ideoloji kavramına kazınmış önemli bir düalite bulunur. Birincisi, bütün ön yargılarıyla bireylerin kendilerini, kendiliğinden bir şekilde algılamaları sağlayan saf ideoloji, ikincisi ise gelişimi körüklemek adına topluma uygulanacak tarafsız, değerden azade bilgidir. Bir diğer ifadeyle, ideoloji daima kendi türü olarak vardır, daha doğrusu öyle görünür.


[1] Kant, Daimî Barış adlı metninde, Aklın Kurnazlığı nosyonuna dair uzun bir açıklamada bulunur. “…Pek çok kimse bir cumhuriyetin ancak melekler ulusunda kurulabileceğini, çünkü bencil eğilimleriyle insanların böyle yüce bir yönetim biçimini kurmaya muktedir olmadığını söylüyor.Nitekim mesele, devletin iyi bir örgütlenmeye sahip olmasından ibarettir; böylelikle her bencil eğilim birbirine karşıt bir şekilde dizilir ve bu şekilde birbirlerinin zarar verici sonuçlarını ya önler ya ortadan kaldırırlar. Akıl için sonuç, bütün bunlar olsa da olmasa da aynıdır; herkes ahlaki bakımdan iyi bir insan değilse bile, iyi bir yurttaş olmaya zorlanır. Ne kadar zor görünürse görünsün, devlet örgütlenmesi sorununu çözmek, deyim yerindeyse şeytan soyundan bir ulus için bile mümkündür; yeter ki zekâya sahip olsunlar. Hepsi de kendi varlıklarını korumak için evrensel yasalar isteyen ama her biri kendisini bu yasalardan muaf tutma yönünde gizli bir istek besleyen rasyonel varlıklara öyle bir anayasa vermeli ki, kişisel niyetleri ne denli çatışırsa çatışsın, birbirlerini denetlesinler ve kamusal ilişkilerde böyle niyetleri yokmuş gibi davransınlar” Bkz., A.g.e., s. 62.

[2] Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s. 63.

[3] Detaylı bilgi için bkz., K.Steven Vincent, Benjamin Constant and the Birth of French Liberalism, Palgrave Macmillan US, 2011.

[4] Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s. 63.

[5] ABD’de Cumhuriyetçiler iktisadi liberalizmi savunurken, Demokratlar siyasi liberalizm tarafındadır. Asıl mesele şudur ki; daha incelikli bir çözümlemeyle hangisinin hakiki liberalizm olduğuna karar veremeyeceğimiz gibi bu açmazı daha yüksek bir diyalektik sentez önererek yahut terimin iki anlamı arasında açık bir ayrım yaparak da çözemeyiz.

[6] Bkz.,Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s.64.

[7] Komünizme yöneltilen genelgeçer liberal muhafazakâr argüman; imkânsız bir ütopik hayali gerçekliğe dayatmaya çalıştığı için, kaçınılmaz olarak amansız bir teröre yol açacağıdır.  Bu noktada Zizek’in sorduğu soru şudur: Peki ya her şeyi göze alıp gerçekliğe İmkânsızı dayatırsak ne olur? Böyle yaparak istemiş ve ummuş olduğumuzu elde edemesek bile, “mümkün” gibi görünen mevcudun koordinatlarını değiştirmiş ve sahiden yeni bir şeyin doğumuna tanıklık etmiş oluruz.

[8] Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011,s. 65.

* Political Correctness; farklı dil, din, kültür ve cinsiyetten kişileri incitmemek amacıyla, özenle kullanılan ifade, düşünce ve uygulamaları tanımlamak amacıyla kullanılan bir terimdir. Daha çok sıfat haliyle “siyaseten doğru” şeklinde kullanılır. Bu terim günümüzde daha çok “farklı olanları” incitmemek için yapılan bazı uygulamaların pratik olmadığı veya özünde yanlış olduğu fikrinde olan karşıt taraflar tarafından eleştirel anlamda kullanılır hale gelmiştir. Ruth Perry tarafından bu terimin ilk kez Çin halkına dağıtılan “Mao’nun küçük kırmızı kitabı”nda geçtiği ileri sürülür.

[9] Fransa’da bazı obez dernekleri, obezliğe son verip sağlıklı beslenme alışkanlıklarını yaymak için girişilen bütün kamusal mücadelelerin durdurulmasını talep etmektedir. Onlar bu mücadelenin kendilerine olan saygılarını zedelediğini düşünmektedirler. Veggie Pride militanları et yiyenlerin türcülüğünü kınamaktadır. Onlara göre, et yiyenler insanı diğer hayvanlardan üstün tutup ayrımcılık yapmaktadır ki bu da faşizmin epey uç bir biçimidir. Söz konusu örneklere, insanın kendi rızasıyla kendini öldürmesi, yamyamlık hakkı için mücadele edenler vb eklenebilir. Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s.66.

[10] Jean Claude Michea’dan alıntılayan S. Zizek, Bkz., A.g.e., s. 67.

[11] Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s 68.

[12] Kant’a göre batan bir gemiden kendisiyle birlikte yalnızca bir kişi kurtulmuşsa, ikisi de denizin tam ortasında kalmışsa ve ancak bir kişiyi denizin üstünde tutmaya yetecek bir tahta bulunuyorsa, ahlaki kaygılar artık hiçbir geçerlilik taşımaz. Onu söz konusu tahtayı kapmak için diğer kişiyle ölümüne bir mücadeleye girişmekten alıkoyacak hiçbir ahlak yasası yoktur. Kantçı etiğin sınırları burada net olarak ortaya çıkar. Bir insan bir başkasının hayatta kalması için, hiç de patolojik olmayan sebeplerle, kendi hayatından kendi isteğiyle vazgeçemez mi? Böyle yapılmasını buyuran bir ahlak yasası yoksa söz konusu eylemin etik statüsü olmadığı mı anlamına gelir? Bu tuhaf istisna, acımasız bencilliğin, insanın hayatta kalmaya ve kişisel kazanımlarına ilişkin kaygısının Kantçı etiğin pek telaffuz edilmeyen patolojik ön varsayımı olduğunu, Kant’ın devasa etik külliyatının insanı ancak acımasız bir faydacı olarak gören bakışı sessizce onayladığında ayakta kaldığını gösterir. Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s.69.

[13] İdeoloji terimini Marx’a kökten karşıt bit biçimde, olumlu bir anlamda kullanan Stalinist Marksizm’de bile ideoloji bilimin karşısına konur. Marksistler öncelikle toplumu tarafsız ve bilimsel bir şekilde tahlil etmeli, ardından kitleleri seferber edebilmek için, bu tahlilden süzdüklerini, ideolojiye akıtmalıdır. Burada belirtmemiz gereken bu ideolojiye karşıt Marksist bilimin en saf haliyle ideoloji olduğudur.


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 40 times, 1 visit(s) today

Close