Eşitlik, demokrasi gibi savlarla ile yola çıkan 1990’lar küreselleşmesi, yaşanan siyasi ve iktisadi krizlerle önemli darbeler alsa da varlığını korumayı başardı. Ancak bunun bedeli daha az demokrasi ve daha adaletsiz bir dünya oldu.
Küresel ekonomi 2008 finansal krizin ardından pandemi krizine girdi. Krizden çıktık derken Rusya, Ukrayna’yı işgal etti, bu sorun ateşini korurken Hamas-İsrail savaşı başladı. İsrail Hamas’ın sivillere yönelik eylemine karşı kadınları, çocukları katlederek yanıt verdi. Tüm bu olanlara liberal demokrasi ile idare edilen(?) ülkeler seyirci kaldı/kalmakta.
ABD ve AB’nin popülist partileri ve liderleri bu vahşet karşısında tek kaygıları yaşananların yeni bir göç dalgasına neden olabilecek olması. Sorun sadece göç dalgası olsa Türkiye gibi göçmen, sığınmacı deposu bir ülkeye 2-3 milyar dolar-euro verip kurtulabilirler. Ancak bu yaşananları basite almak olur. Çünkü 1970’leden sonra kapitalist ülkelerin dünyaya dayattıkları küreselleşme, sadece çevre ülkeleri (gelişmekte olan) ülkeleri değil, kendi ülkelerini de için için kemirmekte.
Artan eşitsizlik, siyasi ve ekonomik sistemleri dönüştürerek dünya çapında sosyopolitik huzursuzluğu körüklemekte. Biz bugün atalarımızın kölelik gibi uygulamaları nasıl kabul ettikleri konusunda şaşkınlığa düşüyorsak torunlarımız da bu kadar aşırı düzeydeki sosyal adaletsizliğe karşı umarsız kalmamıza anlamayacaklar. Max Horkheimer’ın ifadesi ile “akıl tutulması” içine düştüğümüzü sanacaklar.
Elbette kriz anlarında içgüdümüz en yakınımızdaki yangını söndürmeye odaklanmakta. Bu yangını söndürmek için öncelikle sorunun kaynağını ve taraflarını belirlemek zorundayız. Bu bir türlü yapılamıyor. Çünkü popülist politikacılar ve kapitalistler iletişim ve teknoloji kanallarını kullanarak halkın sığ konular üzerinde yoğunlaşmasına neden oluyorlar. Örneğin göç sorununu kullanarak halkın ırkçılık damarına dokunuyorlar. Hatta daha ileri gidip ücretlerin düşük olmasını, işsizliğin artmasını göçmen sorunu ile ilişkilendirmekteler. İngiltere’de Muhafazakar Parti bunu çok iyi kullandı ve İngiltere’nin AB’den ayrılmasını sağladı.
Popülist güçler seçmenleri kutuplaştırıp dünya çapında toplumsal bölünmeleri derinleştirirken küresel siyasi iklim ve iktisat politikaları giderek daha acımasız hale geldi. Nitekim pandemi, ücretlerin reel olarak düşmesi için bahane olarak kullanıldı. Ücretler düşerken karlar tavan yaptı. ABD’de milyarderler servetlerine servet kattılar.
Sermaye sınıfı birçok krizi kendi lehine çevirdi. Bunu yaparken de en büyük yardımcıları iktidardaki sağcı politikacılar oldu. Nitekim dünyanın en zengin yüzde 1’i, 1995 ile 2021 arasında küresel servet artışının yüzde 38’ini kazanırken, en alttaki yüzde 50 ancak yüzde 2’sini alabildi.1995 ile 2021 arasında küresel zenginlik yıllık yüzde 3,2 arttı. Aynı dönemde en zengin yüzde 0,000001’in serveti yılda yüzde 9,3 arttı.
Küreselleşme arttıkça, servet ve gelir eşitsizliği de arttı. Bu ise bıçak sırtında ayakta kalmaya çalışan liberal demokrasilerin çözülmesini hızlandırdı. Liberal demokrasinin önde giden ülkelerinde sağcı partiler iktidara geldi ve becerebildikleri kadar milliyetçiliği kullandılar.
Türkiye’de siyasal iktidar ve sermeye sınıfı bu olguları kullanmakta oldukça maharetli davranış biçimleri sergiledi. Ülkede dinciliği ve milliyetçiliği kullanarak kitleleri oyunun içinde gözleri bağlı tuttu. Bunu yaparken de bir taraftan da Batılı ülkelerdeki İslamofobi’yi kıyasıya eleştirdi. Halbuki benzer davranışı yurtiçinde aydınlara, sosyalistlere, farklı etnik ve dinsel kimliklere karşı kendisi gösterdi/göstermekte.
Bu oyundan tarafların egemen güçleri memnun. Çünkü bu çatışma ortamı onları beslemekte. İsrail-Hamas çatışmasına bu bakış açısı ile bakarsanız Hamas yöneticileri ile İsrail hükümetinin aynı cenahta yer aldığını göreceksiniz.
Sonuç olarak yaşanan iktisadi ve siyasal sorunlara bölüşüm kavramı çerçevesinde ele alınırsa küreselleşmenin de bu çatışmalardan beslendiğini göreceksiniz.
*
Okuma önerisi: David Runciman, Özgüven Tuzağı.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.