“bir güzel öğretmene…”
İnsan asla bahanesiz kalmaz.
Evliliğin ya da ilişkinin bitmesi, işten ayrılma, iflas etme vb. yaşamının kırılma noktalarından sonra ayakta kalabilmek ve devam edebilmek için kendini bir şekilde masumlaştırabileceği bir teoriye, bir kurguya sığınır.
Cesare Pavese’nin dediği gibi, aynı şey kendini öldürme isteğiyle de alakalıdır: İntihar etme söz konusu olduğunda bile hemen herkesin “haklı gerekçeleri” vardır. Onu intihar etmekten alıkoyan da bizatihi bu “haklı gerekçeleri” bulabilmesidir üstelik.
Nihayetinde bu hayatın akışı içinde maruz kaldığı, zorbalığını ve haksızlığını her daim muhafaza eden süreçler karşısında “kendini ayrı bir yere koyma” çabasıdır.
Alain Badiou’nun söyleyebileceği gibi bu çaba, “inatçı bir kararlılık” olarak insanı “ölümlü bir varlıktan” yani diğer canlılarla ortaklığından çıkaran, “insan” kılan asli bir unsur…
İnsanı “ölümsüz” kılan bir unsur…
Bu sebeple en yüzeysel bahanelerden tutun da celladı karşısında direnen kurbana kadar her düzeyde bu çabayı alkışlarım. Biri beni itham ederek ya da kötüleyerek hayata tutunuyorsa bile onu anlarım. Hayata devam etmek için elinde pek bir şey kalmadığına inanmıştır çünkü…
Aslında bu kötü bir “ölümsüzlük” çeşididir, kötü bir bahanedir. Ama yine de onun, hayata kırgın ve kırılgan devam etmesinden, utanca gömülmesinden iyidir. Nietzsche’nin soru-cevap şeklindeki şu alıntısına dikkat edilirse ne demek istediğim daha da anlaşılacaktır:
“Kime kötü diyorsun? Daima utandırmak isteyene…”
“En insani olduğunu düşündüğün şey nedir? Birini utanç duymaktan kurtarmak…”
“Ele geçirilen özgürlüğün mührü nedir? Artık kendinden utanmamaktır.”
Dolayısıyla başkasını utandırarak, “bana bunları sen yaptın!” tarzı ithamlarla hayata tutunmak kötü de olsa bu, karşımızdaki insanı yaşamsal bir kırılmaya yol açabilecek utanca gömmekten evladır.
Son kertede insanın fantastik bir “kurban melankolisine” gömülmesinden iyidir.
İnsan, her ne kadar onu kurbanlaştıran (aşkının kurbanı, sadakatinin kurbanı, inançlarının kurbanı vb.) popüler kültür öğeleriyle sarılsa, kurban olmayı kutsal bir noktaya çeken arabesk çürümüşlüğe batsa da her daim bir kurbandan fazlasıdır.
Bugün en önemli meselemiz bu aslında, bir kurbandan fazlası olduğumuzu hatırlamak…
Kurban Fantezisi
Kurban fantezisinin temel mantığı, taşlaşmış ya da otomatik şekilde işleyen, bu nedenle de müdahale edilmesi imkansız süreçlere maruz kaldığımız hikayesidir.
Bu hikayenin alıcısı, affedersiniz, tüketicisi de, en az satıcısı kadar çoktur.
Bu fantezi ile mücadele etmek gerekir çünkü özündeki melankoli, ister patolojik bir olgu olarak görülsün ister bir “hayal kırıklığı hıçkırığı”, Freud’un dediği gibi insanın “sevme kapasitesini” tahrip eder, köreltir.
Vatanını sevmesini, karşısındaki insanı sevmesini, işini sevmesini, kedisini sevmesini… Adına ne derseniz deyin…
Dolayısıyla kurban fantezisi insanı melankolik bir otomata indirger. Onun yaşama yanıt verme kapasitesini köreltir.
Christian Schwochow’un yönettiği Münih: Savaş Yaklaşıyor (2021) adlı filmde geçer: Hangi zamanda yaşadığımızı seçemeyiz ama yanıtlarımızı seçebiliriz.
Melankolik otomat, bu kapasitenin yokluğa terk edildiği ve her yanıtın kurban fantezisi etrafında şekillendiği bir figür…
Bir süre sonra kendi sadakatsizliklerine, tutarsızlıklarına bu fanteziyi bahane eder. Yeni bahaneler, yanıtlar üretme kapasitesini yitirmiştir.
Alain Badiou’nun aktardığı gibi tek yaptığı “ölüme direnen işlevler kümesi” olarak “pragmatik” davranmaktır.
(Aşağılamak anlamında değil, düzey anlamında kullanıyorum) Hayvan derecesine düşürdüğü kapasitesiyle sadece, ölüm yerine koyabileceğiniz herhangi başka bir şeye, insanlara, değerlere karşı düşmanlaşmakla ilgilidir.
Melankolik otomatın “düşmanlaşmaktan” başka bir şey bilmeyen narsisizmi bu bakımdan çekilmezdir.
Hemen her düzeyde melankolik otomatların yarattığı narsisizmlerle boğuşuruz.
Yine hemen her düzeyde iktidar dediğimiz çoklu ve karmaşık ruhsallık da sizi kurbanlaştırmak üzere işler. Keza Roland Barthes’ın açıkça söze döktüğü gibi, “sıkıntı yaratan yerde” bile aslında bir iktidarla muhatapsınızdır. Aşk ve Uygarlık’ın önsözünde Herbert Marcuse ise çağımızda “psikolojik kategorilerin siyasal kategoriler haline geldiğine” vurgu yaparken aynı noktaya gönderme yapar.
Kurban fantezisi bu bakımdan toplumsal ve siyasal boyutları da içeren karmaşık bir olgudur.
Fakat hatırlamak gerekir ki bu kategoriler ne taşlaşmıştır ne de tümüyle maruz kalacağımız otomatik süreçlerden ibarettir.
“Aşk”ın Hıçkırığı
Aşkın muhatabı yalnızca insan değildir, başka bir ifadeyle aşkın asıl öğesi “nesne”si değildir.
Keza nesnesine odaklanmış saplantıya (ki bu durumda nesne, ister insan olsun ister bir uğraş her zaman ikame edilebilir bir şeydir) melankolik otomatın duygu durumlarında tanık oluruz.
Amatörlüğü açıklarken aşka değinen Roland Barthes’a bu noktada kulak vermekte fayda var:
“Amatör, zevkini yeniler, sürdürür ([Latince] amatör: seven ve yine seven); kesinlikle bir kahraman (yaratmanın, performansın kahramanı) değildir o; karşılık beklemeden zarifçe yerleşir gösterenin içine”.
Burada aşkı, etkin bir çaba olarak görüyoruz, taşlaşmış yargı ve işleyişlerin ötesinde kendi etkin oluşunu deneyimleyen bir fail var karşımızda.
Bir kahraman olmaya özenmeden kendini aşka, bir kadına, yazıya ya da uğraştığı her neyse, bırakan ve bundan zevk alan biri… Öyle ki bu esnada kendisini “sıfır derecede” yoğurur ve aslında sürecin kendisi, bizzat aşkın kendisi olur.
Kurban fantezisinin ötesinde kendi tekil ölümsüzlüğünü deneyimler ve bu deneyimden keyif alır.
Kurbanın “risk almayan” mağduriyeti ve bu mağduriyetten alınan narsisist keyif ile karıştırılmamalıdır bu.
“Âşık-felsefeci” Badiou’nun dediği gibi, başka bir şey var burada, özellikle de muhatabı karşınızdaki kişi olduğunda:
“Ben aşkın ortaklaşa bir zevk olduğuna, neredeyse herkes için yaşama yoğunluk ve anlam kazandıran bir şey olduğuna inanıyorum, bence aşk bütünüyle risksiz bir düzende yaşamın zenginliği olmaktan çıkar”.
Rastlantıya yer bırakmayan, özgünlüğü katleden ve her adımda kendisini popüler, yaygın örneklerle kıyaslayan, dolayısıyla da daha baştan bir kurban fantezisine gömülmüş, hıçkırıklarından konuşamayan bir “aşk” ilişkisi değil bu.
Sadakati önceler ve bu sadakatten, olabilecek tüm sorumluluğuyla keyif alır; keyif ve sorumluluk ise burada, aslında aynı şeyin yaşama tutunma kudretinin iki yüzüdür.
Ölümsüzlüğün iki yüzü…
Aşkı böyle düşünemiyorsak önce maruz kaldığımız siyasal ve toplumsal kültüre, onun popülerleşmiş, yapışkan tezahürlerine ve sonra da aynaya bakmakta bir fayda var.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.