Dışlanmışların izini sürerken Zizek, insanlık tarihinin en eski ideolojik metinlerinden biri olan Manu Yasalarında,[1] ideolojilerin dolaysız maddiliğini ifade eden gündelik pratiklere odaklanılmasını önerir. Antik Hint Vedalarında, öldürme ve yemeye dayanan ilkel bir kozmoloji bulunmaktadır: Üst konumdakiler alt konumdakileri yer, güçlüler kendilerinden zayıfları yok eder: Yaşam, birinin galibiyetinin ötekinin mağlubiyetine denk düştüğü “elde var sıfır” oyunudur. Tanrılar ölümlü insanları, insanlar memelileri, memeliler bitkileri ve diğer alt canlıları yer; varlığın ebedî döngüsü, bir büyük “besin zinciri” içinde tarif edilmiştir.
En üst toplumsal katmanda savaşçı-kralların yerine rahipler kastının bulunması, kanun niteliği taşıyan bu ilk kutsal metinlerin ideolojik maharetini açıklar: Rahiplerin işlevi, kurban ayinleri düzenleyerek Tanrıların ölümlü insanları yemesini önlemektir. Göksel olarak yetkilendirilmiş sınıfın hüneri, Tanrılara ikame bir kurban sunmalarıdır. Kurban edimine ihtiyaç duyulmasının nedeni, Tanrılara isteklerini sunmak değil, “yaşam çarkının” dönmesini güvenceye almaktır. Gerçekte güçlülerin zayıfları yemesinden ibaret olan büyük varlık zinciri, başından beri bir aldatmacaya dayanmaktadır: Doğal olmayan bir istisnaya, yenmek istemeyen insana göre ayarlanmış bir sistemdir. Kurbanlar, dengeyi koruma için yaşam döngüsüne ilave edilen eklentilerdir. Manu Yasaları, ideologlar (rahipler) ve savaşçı-krallar arasındaki ilk sözleşme metinleridir. Reel iktidarı “insanların hayatta kalmasını sağlama ya da onları öldürme gücünü” elinde bulunduran krallar, en üst kast olarak rahiplerin biçimsel üstünlüklerini tanıyacak ve görünüşteki üstünlüklerine karşılık rahipler de savaşçı-kralları kozmik düzenin bir parçası olarak kutsayıp iktidarlarına meşruiyet kazandıracaklardır.
Milattan Önce altı ve beşinci yüzyıllara gelindiğinde, kozmik besin zincirine karşı radikal bir “değerlerin yeniden değerlenmesi” süreci yaşanmıştır: Kurban ve birbirini yeme şeklinde süren döngü; hayatı çileci bir reddedişe dönüşür. Besin zinciri çevrimi artık, ebediyen acı çekme evreni olarak algılanıyor ve içsel huzura ulaşmanın tek yolunun bu döngüden çıkmak olduğu düşünülüyordur. Hayatı olumlama tavrından, Hristiyanlıktaki pagan evrenin yadsınmasına benzeyen dünyadan elini eteğini çekme tavrıyla birlikte, en yüksek değerler güçlülük ve doğurganlık değil, merhamet, alçak gönüllülük ve aşk olacaktır. Kurbanın anlamı da değişir: Cehennemvari hayat döngüsü devam etsin diye değil, döngüye dahil olma suçluluğundan azat olmak için kurban etmeye başlanır. İfade ettiğimiz paradigma değişimi ile tüm toplumsal hiyerarşinin askıya alınması gerekirken Manu Yasalarının ideolojik dehası; saflığı bireyin kast hiyerarşisindeki yerinin ölçütü haline getirerek rijit hiyerarşi ve çileciliği birleştirmektir. Vejetaryenlik, kişinin karmasını olumsuz etkileyen doğal şiddet bağlamından kurtulma olarak öne sürülür; toplumsal sınıfların dereceleri değişmemiş, derecelendirme mantığı değişmiştir: Vejetaryen rahip kastı yine en üst sıradadır. En alt kastta tüm zamanların değişmez sabiti; görevleri çöpleri temizlemek, hayvanları kesip biçmek ve cesetleri ortadan kaldırmaya kadar, her türlü dışkı ve hayatın kokuşmuş artıkları ile uğraşmak olan dışlanmışlar yer alır. Uzun tarihsel arka planın ardından Manu Yasalarının evrensel dersi; yasanın düzenleme gücünün gerçekte, ihlalinin düzenlenişinde yattığıdır.
Bir evrenselliğin kendisini bir dizi istisnada gerçekleştirebiliyor olması, ilgili evrenselliğin kendisiyle savaş halinde olmasından kaynaklanır. Bünyevi çıkmaz ya da imkânsızlık bu durumun gösterenidir.[2] İstisnalara dair çok örnekte icat edilmiş geleneklere rastlanırken dokunulmazlar gibi bir pratiğin devam edişi, geleneğin kalıntısı olarak yorumlanamaz. On dokuzuncu yüzyılda şehirlerin genişlemesiyle birlikte toplumlar, fonksiyonel bir kanalizasyon sisteminden yoksun olduklarından dışkıları ortadan kaldıracak fazla sayıda dışlanmışa ihtiyaç duyulmuş, dokunulmazların sayısı artmıştır. Bu bağlamda, küreselleşmenin yerel gelenekleri tehdit ettiği, farklılıkları düzleştirdiği fikri sorgulanmalıdır: Küreselleşme bazen gelenekleri tehdit etmekle birlikte, çoğu zaman onları canlı tutmakta, canlı değilse canlandırmakta ve zamanın başka koşullarında ortaya çıkmış olanları yeni güne uyarlamaktadır.[3]
Dokunulmazlara karşı ayrımcılığın yasaklanmasıyla birlikte, dışlama ediminde biçimsel bir değişim yaşanmış, kamusal düzenin “müstehcen” bir ilavesi haline gelmişlerdir. Resmî olarak yalanlanan, görmezden gelinen dışlama, yeraltında varlığını sürdürmektedir. Ne var ki gizlenmiş varlığı bile biçimsel olup kişinin simgesel unvan veya statüsüyle ilgilidir. Burada, kapitalist evrendeki biçimsel eşitlik ile fiilî eşitsizlik arasındaki karşıtlığa dikkat çeken Marksist mantık tersinir: Biçimsel olan “hiyerarşik kast sisteminin varlığını sürdürmesi” dolayısıyla eşitsizliktir; bireyler hayatın yalnız iktisadi ve hukuki veçhelerinde eşittir.
Gandi, dokunulmazların toplumla bütünleşmesi gerektiğine inanan ilk siyasetçi olsa da dışlamanın sadece geleneksel Hint sisteminin yozlaşmasından kaynaklandığını düşünmüştür. Kendisinin tahayyül ettiği, her bireye belirli bir yerin tahsis edildiği biçimsel açıdan hiyerarşik olmayan bir kast düzenidir. Dokunulmazların ideolojik ayartıya kapıldığı nokta, tam da yaptıkları işin kutsanarak yüceltilmesidir. Gandi bugünün kimlik politikalarını öncelercesine, dokunulmazların aşağılayıcı kimliklerinde kendilerini yüceltmelerini, onur kırıcı işleri asil ve elzem bir toplumsal görev olarak kabul etmelerini öğütler. Kimsenin yapmaya gönüllü olmadığı işleri toplum için yapmaya talip olmaları, fedakârlığın göstergesi olarak sunulmuştur.
Zizek’e göre herkesin kendi pisliğini temizlemesi gerektiği yolundaki öneri de asıl meselenin üzerini örtmektedir.[4] Yapılması gereken, iç benliklerimizi dönüştürmek değil, bizzat dokunulmazlığı yani sistemin sadece bir unsurunu değil, bu unsuru üreten yapının tümünü ilga etmektir. Gandi’nin göremediğini çağdaşı Ambedkar açıkça görmüş, belli bir toplumsal hiyerarşinin ürünü olarak sadece dokunulmazlığın ilga edilmesinin beyhude olduğunu, kastlar olduğu sürece dışlanmışların da olacağını vurgulamıştır.[5] Gandi ile Ambedkar arasındaki fark, sistemin yozlaşmamış haline, ilk saflığına dönmek olarak organik çözüm ile sorunu sistemin semptomu olarak görüp tüm sistemin ortadan kaldırılmasıyla çözmek demek olan gerçek, radikal çözüm arasındaki farktır.
Dokunulmazlar, (Marx’ın Asyatik üretim biçimi gibi) olmayan parçanın parçası, sistemin içinde ama dışladığı yerde bulunan tutarsız unsurlar olarak evrenselliği temsil ederler. Kastlar olduğu sürece, sistem içinde doğru düzgün yeri olmayan atık kabilinden, insan altı varlıklar olarak kalacaklardır. Gandi uyum içinde bir kast yapısı olabilecekmiş gibi bu noktayı gizlemiştir. Dokunulmazların paradoksu, atık mantığına iki açıdan birden maruz kalmalarında yatar: Hem istenmeyen atıklarla uğraşmaktadırlar hem de toplumsal bünyede kendileri feçes statüsündedirler. Gerçek diyalektik paradoks şudur: Kast sisteminden kurtulmak isteniyorsa dokunulmazların pozisyonunu tersine çevirmek, onları “Tanrı’nın çocukları” mertebesine çıkarmak yerine, atık statüsünü insanlığın geneline evrenselleştirmelidir.[6]
[1] İlgili eserin İngilizce basımı için bkz., The Laws of Manu, İng. çev. Wendy Doniger, Yeni Delhi: Penguin Books, 2000.
[2] Zizek’e göre aynı şey Komünizm fikri için de geçerlidir. Komünizm fikrinin soyut bir dogma olarak uygulanmaması gerektiğini, her durumda somut koşulların göz önünde bulundurulması gerektiğini söylemek yeterli değildir. Yirminci yüzyılın komünist ülkelerindeki başarısızlık söz konusu olduğunda bu yanlış uygulamanın komünizm fikrini yetersiz kılmadığını söylemek yeterli değildir. Bu fikrin kusurlu hatta feci bir şekilde hayata geçirilmesi fikrin tam merkezindeki bir “iç çelişkiye” işaret etmektedir. Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s. 43.
[3] Tıpkı Britanya ve İspanya’nın modernliğin başlarında köleliği yeniden icat etmeleri gibi. Bkz., Eric Williamson, Kapitalizm ve Kölelik, çev. Barış Ünlü-Anıl Tarar, Dipnot Yayınları, İstanbul, 2014., Alexis de Tocqueville, Sömürge ve Kölelik, Öteki Üzerine Seçme Yazılar, Derleyen Lütfi Sunar, çev. N. F. Kıcıroğlu-B. M. Gücin-H. Turunçkapı, Ayrıntı Yayınları, 2016.
[4] Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s. 47.
[5] Bkz., Christophe Jaffrelot, Dr Ambedkar and Untouchhability, Yeni Delhi, Permanent Black, 2005, s. 68-69.
[6] Bkz., Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s. 47.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.
** Bu yazıya şu şekilde atıf verebilirsiniz:
Yonca Gökalp, “Atık Paradoksu: Dışlanmışlar Varsa Kast Yaşıyordur” https://www.fikirtepemedya.com/felsefe/atik-paradoksu-dislanmislar-varsa-kast-yasiyordur/ (Yayın Tarihi: 5 Ekim 2024).
***Bu yazıyı PDF olarak indirebilirsiniz: