Batı zihninde Müslüman-Türk imgesinin mekandan ve coğrafyadan arındırılıp kültürel, bilişsel ve varoluşsal bir zemine oturtulmaya başlanması ilk olarak mektuplar, günlükler, şiirler, gezi yazıları/seyahatnameler, hatıralar ve vaazlar bazında gelişen Haçlı Edebiyatı bünyesinde karşımıza çıkmaktadır. Hristiyan Batı’nın Müslüman Doğu’yu keşfettiği dönemlerin estetik tanımlaması olarak dillendirilen Keşif Edebiyatı devri içerisinde değerlendirebileceğimiz bu Haçlı metinleri 1100-1450 yılları arasında cereyan eden Haçlı Seferleri sırasında Avrupalı Haçlıların, sefer güzergahları boyunca görme imkanı buldukları Müslüman topraklardaki izlenim ve algılarını yazmaları ile meydana gelmiştir. Bu metinlerin en önemli tarafı, bir düşünce sistematiği haline bürünmesi 18 ve 19. asırlara tekabül eden oryantalizmin, en efektif referanslarından olan Doğu seyahatnamelerinin geleneksel kaynaklarını oluşturmasıdır. Dolayısıyla Crusade Literature olarak tabir edilen bu devrin yazınsal metinleri, sonraki yüzyıllarda kaleme alınacak seyahatnamelerin pratikteki öncülü durumundadır.
Türk-İslam tarihinin, Avrupa’nın en çok merak ettiği ve meseleye hem teoride hem de pratikte keşif niyetiyle yaklaştığı dönemi Osmanlı devri olmuştur. Bunun, uzun bir tarihsel süreçte varlık göstermesi, pek çok Avrupa ülkesi ile ilişkiler geliştirmiş olması ve üç kıtayı kapsayan geniş bir sahaya hakim olmasından hareketle önemli stratejik bölgelere hükmetmesi gibi tarihî, siyasi ve coğrafi sebepleri vardır. Batı dünyasında Osmanlı merkezinde gelişen bu merak, özellikle devletin imparatorluk vasfı kazanması ve Avrupa içlerine doğru adım adım ilerlemesi ile pek çok gezgini gözlem yapmaya teşvik etmiş; bu da seyahatnamelerin yazılmasında önemli bir etken olmuştur. Osmanlı toplumu, Osmanlı şehirleri, Ortadoğu ve ekonomik yapı merkezinde önem arz eden bu kaynaklar salt Osmanlı temelinde bilgi vermenin yanı sıra, Batı’nın, Doğu’yu hangi bağlamlarla nasıl algıladığına, ya da daha doğru bir tabirle kendisini, Şark’tan ne şekilde ayırdığına dair teorik dinamikleri ve belirleyicileri de ihtiva etmektedir. Bu sebeple seyahatnameler, oryantalizmin sistematik felsefe kimliğine bürünme sürecinde beslendiği teorik referanslardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
16. yüzyılın ortalarından 17. yüzyıl sonlarına kadar pek çok Avrupalı seyyah Osmanlı diyarlarına gelmiş, bir süre bu topraklarda kalıp izlenimlerini kaleme almışlardır. Avrupalılarca yazılan bu seyahatnamelerin her ne kadar 19. yüzyıla kadar devam ettiği bilinse de özellikle 16 ve 17. yüzyıl aralığındaki metinler hem nicel hem de nitel bağlamda karakteristik bazı özellikler sergilemeleri açısından ayrıca önemlidir. Çünkü bu yüzyıllarda yazılan seyahatnameler, ileriki dönemlerde Avrupa’da sistemleşecek oryantalist fikir akımlarının Osmanlı/Türk ayağını pekiştiren algıları ve izlenimleri gün yüzüne çıkarmakta, meselenin teorik zeminin oluşumuna dair net ibareler içermektedir.
Öncelikle neden 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupalıların seyahatname yazma geleneğinde artış olduğu meselesine değinmek gerekirse; 16. yüzyıl, Avrupa’nın kültürel, zihinsel ve kimliksel dengelerinin değiştiği, siyasi bağlamda merkezî otoritelerin güçlendiği, yeniden doğuş (Fr. Renaissance) olarak adlandırdıkları zihinsel kırılma ile topyekün güncellenme hareketlerinin artık eser/ürün temelinde iyice somutlaştığı ve bunun bir neticesi olarak Avrupa’ya protestan ahlak ile bireysel özgürlük fikrini hatta Max Webber’in tabiriyle kapitalist ruhu kazandıran Lutheranizmin Almanya’dan başlayarak tüm Avrupa coğrafyasını kasıp kavurduğu reformasyon hareketlerinin kitleleri etkileyecek oranda fikirsel güce ulaştığı dönemdir. 15. yüzyılda Lorenzo Valla’nın geliştirdiği humanisme critique (eleştirel hümanizm) ile bir sonraki yüzyılda gerçekleşecek olan dinde devrimin yolu açılmış, Kur’an’ı aslından okuyabilmek için Arapça öğrenen Marcillio Ficino ve Giovanni Pico della Mirandola’nın perspektifini devam ettiren Luther, Kur’an’ı Latince çevirisinden okuyup incelemiştir.
Dolayısıyla 16. yüzyıl, sadece diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yoğunluk kazandığı değil, Avrupa’nın, daha önce bahsi geçen ontolojik ve epistemolojik kimliğini yeni baştan inşa edip buna göre kendisini konumlandırmaya başladığı oldukça kritik bir dönemdir. Bu sebeple Avrupa’da paradigmaların değiştiği 16. ve ardılı 17. yüzyıla ait seyahatnameler, meselenin Müslüman-Türk yani Osmanlı boyutunda sadece kültürel müktesebatın elde edilmesinde değil, Batı’ya, kendini konumlandıracak ve kelimenin tam anlamıyla “ne olmadığını” gösterecek malzemelerin keşfine dair de oldukça önemli rol üstlenmektedir. Nitekim John Hobson, Eastern Origins of Western Civilisation adlı eserinde oryantalist düşünce eğilimlerinin ortaya çıkmasında Avrupalı seyyahların bizzat Asya topraklarında Doğu’ya dair yazdıklarının da oldukça etkili olduğunu dile getirmektedir. Tam bu noktada seyahatnamelerin Batı zihnindeki Şark algısının gelişimine ne şekilde katkı sağladığını daha rahat görebilmek için birinci ağızdan söylenmiş ve kanıt değeri taşıyan örneklere bakmak gerekmektedir.
Söz konusu mahiyette kaleme alınmış, farklı dillere çevrilerek Batı zihin coğrafyasında yankı uyandırmış seyahatnamelerin başında 1585’te, III. Murat döneminde, Akdeniz’de bir gemi yolculuğu esnasında Osmanlı korsanlarına esir düşmüş ve 1588’e kadar Türk kadırgalarında köle olarak kürek mahkumu vasfıyla çalışmış Brettenli Michael Heberer’in Aegyptiaca Servitus isimli seyahatnamesidir. Heberer’in 1588’de özgürlüğüne kavuşup Almanya’ya, vatanına dönünce Osmanlı topraklarında geçirdiği bu üç yılını hatırat şeklinde yayınladığı ve Aegyptiaca Servitus (Mısır’da Kölelik) adını verdiği kitabı Almanca olarak ilk kez 1610 yılında, kendisinin de okullarında eğitim-öğretim gördüğü Heidelberg kentinde basılmıştır. Esere Latince “Mısır’da Kölelik” başlığını vermesinin sebebi, Heberer’in, Osmanlı coğrafyasında bulunduğu üç yılını büyük çoğunlukla Mısır topraklarında geçirmiş olmasıdır. Eser, Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe eseri Avrupa’da yoğun ilgi görünce 1747, 1748 ve 1751 yıllarında Pfalz Robinson ismiyle tekrar tekrar basılmıştır. Türkçeye ise 2003 yılında Osmanlıda Bir Köle ismiyle Türkis Noyan tarafından, München Ludwig-Maximilians Üniversitesi’nde Osmanlı tarihçisi olan Suraiya Faroqhi’nin de önemli katkılarıyla çevrilmiştir.
Hatıralarına bakıldığında, esir olduğu yıllarda yaşça oldukça genç olduğu bilinen Heberer’in, Kalvinist/Protestan bir Alman olarak zihninde çok net ve kesin bir Müslüman-Türk algısı olduğu görülmektedir. Kitapta baştan sonra bir takım istisnai teferruat dışında “barbar, zalim, despot, kan dökücü, rüşvetçi, cimri, hırsız, çirkin, medeniyetten yoksun, zavallı, âciz ve merhametsiz” olarak bahsedilen Türklerin Michael Heberer’e esaret yılları boyunca nasıl muamele ettiği anlatılmaktadır.
Türkler, Heberer’in gözünde evvela barbar, zalim, kana susamış bir kavimdir. Kitabının çoğu yerinde buna dair pek çok ibare, aksi düşünülemez bir kesinlikte sunulmuştur:
“o kana susamışların niyeti Lübnan dağlarında yaşayan Maronit ya da Trusci (Dürzi) adı verilen zavallı Hıristiyanlara saldırıp, ellerinde me varsa hepsini gasp ederek onları mahvetmekti. Türkler daha önce de dağlara birçok insan gizlemişlerdi. Onların yardımıyla dağlardaki evlere silah zoruyla girip o zavallı insanların mallarını mülklerini terk etmeye zorluyorlardı. Garibanlar o acımasız saldırganlardan canlarını kurtarmak için korku içinde kaçışıp dağlardaki mağaralara saklanıyorlardı.”
Bunun gibi Türklerin barbarlığına ve zalimliğine dair daha pek çok ibareyi hatıralarının arasına bol miktarda serpiştirmiş olan Heberer’in, elbette böyle bir algıya sahip olmasında içerisinde bulunduğu durum da etkilidir. Sonuç itibarıyla bir köle vasfıyla bulunduğu topraklara ve o toprakların insanlarına dair olumlu düşünceler beslememesi doğaldır. Fakat burada önemli olan nokta, Heberer’in bu yargıları halihazırda var olan belli kodlamaların ve tavsiflerin üzerine inşa etmiş olmasıdır. Zaten ülkesinde kendisine olumsuz bir Türk imajının öğretildiğini dile getiren Heberer, düşman olarak kodladığı bir toplumun insanlarının elinde kürek mahkumu olarak gördüğü muameleyle zihnindeki bu olumsuz algıyı perçinleşmiş olmaktadır. Türklerin “zalimliğine, barbarlığına ve despotluğuna” dair Heberer’in hatıratında geçen ibarelerden bir başka örnek ise Kıbrıs adasının Osmanlı Türkleri tarafından alınması ile ilgilidir. Heberer, Kıbrıs adasının alınması ile ilgili duyduğu hikayelerden birisini şu şekilde anlatmıştır:
“Sonunda Türk kumandanı Lala Mustafa Paşa canlarına ve dinlerine dokunmayacağını vaat etmesi üzerine halk da teslim olmuş. Ama gözünü kan bürümüş olan kumandan, sözünde durmayıp halkın birçoğunu feci şekilde öldürtmüş ve şehri kahramanca savunan Marcus Antonius Bagadenus’un burnunu, kulaklarını kestikten sonra işkence ederek yaşamına son vermiş. Diğer Hıristiyanlardan birçoğunu da küreğe mahkûm etmiş. Ben bunlardan bazılarına Konstantinopolis ve Rodos’ta rastladım.”
Michael Heberer’in Müslüman-Türk algısını oluşturan belirleyici ve ayırıcı yargıları sadece “barbarlık, zalimlik ve despotluk” ile sınırlı değildir. Ona göre dünya üzerinde Türklerden daha “rüşvetçi, paragöz hatta hırsız” bir kavim daha yoktur. Hatıratının muhtelif yerlerinde sıklıkla rüşvet karşılığı geçiş izni veren yeniçerilerden, yolculardan armağan kopartmaya hevesli askerlerden, iyilik yapsa bile bunu da menfaatleri uğruna yapan yüksek rütbeli komutan ve beylerden bahsetmektedir. Neredeyse tüm işlerini rüşvet sayesinde yapan Heberer, azat edilmesine yakın, kış aylarına tekabül eden bir zamanda İstanbul’un yüksek tepelerinde kar toplama işinde çalışmış ve yaz sıcakları başladığında İstanbul’un çeşitli yerlerinde buz satışının yapıldığına şahit olmuştur. Heberer, kazancı oldukça bol olan bu işin Türklerin arasında yaygın olduğu kanısına varmış ve buradan hareketle Türklerin, özellikle büyük efendilerin inanılması güç derecede paraya düşkün oldukları fikrini edinmiştir. Ona göre Türklerin bu özelliği bir acizlik ve zayıflık göstergesidir. Buna ek olarak Türkler için dile getirdiği özelliklerden birisi de “hırsızlık”tır. Anlattığı bir olaya göre Venedikli soylu birkaç kişi Heberer’in görev yaptığı kadırgaya binmiş. Burada kendilerine ait meşin bir av çantası kesilip açılarak içindeki bin duka ve çeşitli değerli taşlar çalınmış. Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra bu kişiler geminin Türk kaptanına gelmiş ve durumlarını anlatmış. Yapılan uzun soruşturmalar neticesinde hırsızın, kaptanın uşaklığını yapan bir Türk olduğu ortaya çıkmış. Heberer’in anlattığı bu olay da tıpkı öncekiler gibi Müslüman-Türk imgesi ile zayıflık ve acizlik üzerine olan tavsifleri özdeş kılmak için kullanılmıştır. Bu yaşananların tarihsel olarak realitesinin varlığı ya da yokluğu ayrı bir tartışmadır. Fakat tüm bu yaşanmışlıkların realitesi kabul edilse dahi söz konusu olan ve dikkat edilmesi gereken şey, bu yaşantıların bir algı oluşturma, imge yaratma ve yargılama odağında hususi bir zümrenin geneli ile özdeş kılınmış olmasıdır.
Brettenli Michael Heberer’in kaleme aldığı hatırat türündeki seyahatnamenin önemli bir özelliği, kitabın içerisinde gravür şeklinde bazı görsellerin de bulunmasıdır. Arkadaşı Friedrich vom Hammel tarafından yapılan bu çizimler eserin çeşitli yerlerinde anlatılan bazı hususların zihinde somutlaşması açısından önemlidir. Bu çizimlerden birisi de Heberer’in özgürlüğe kavuştuktan sonra Pera semtinde denk geldiği eski bir eserin içindeki gravürdür. Heberer, Avrupa’nın Doğu’ya dair algı geçmişi bağlamında oldukça büyük öneme haiz olan bu gravürün örneğini çıkarmış ve muhtemelen ülkesine döndüğünde de arkadaşı vom Hammel’e yeniden çizdirmiş olmalıdır.
Pera semtinin eski yerlileri olan Rumlar, bu gravürün anlamını Heberer’e şu şekilde izah etmişlerdir: Resimdeki kurt Türk hükümdarını sembolize etmektedir. Ona karşı koyan aslan ise Venedik devletini simgelemektedir. Gövdesinin etrafına kalın bir kayış geçirilmiş olan fil de Asya ve Afrika’da Türklerin işgal ettikleri toprakları temsil etmektedir. Birbirinin sırtına binmiş iki çıplak insan figürü, Türklere direnç gösteremeden teslim olan Rum halkının utancını betimlemektedir. Görünümü değişmiş olan kartal ise Roma İmparatorluğunu simgelemektedir. Kartalın gagası ve keskin gözlerinin yerine, başında hamam başlığı, saçları dağınık, elinde keman tutan zarif bir genç kız tasviri bulunmaktadır.
Bu da Roma İmparatorluğu’nun idarecilerinin, Türk nüfuzu altında ezilen insanların vahim durumlarını görmezden geldiklerini, güzel kadınlarla vakit geçirip, hamam sefalarına daldıklarını, müzik dinleyerek günlerini gün ettiklerini anlatmaktadır. Yerel halkın Heberer’e söylediğine göre resimde bir kartalın gövdesi olduğu anlaşılabilen resmin geri kalan kısmı da Roma halkı bünyesindeki muhtelif sınıfları temsil etmektedir. Kartalın kuyruğu iki yılan şekline dönüşmüş; bu yılanlar da imparatorluk danışmanlarını simgelemektedir.
Heberer, eserinin son bölümlerinde ise Türklerin, inançlarında dahi irade ve bilinç sahibi olmadıklarından ötürü “zavallı, basiretsiz ve acınacak durumda olduklarını” ifade etmiştir. Bunun sebebini şu şekilde açıklamıştır:
“Eğer bir Türk’e Tanrı hakkında ne bildiğini ve neye inandığını sorsanız, buna cevap olarak: “Tanrı her şeye kâdirdir, tektir, gerçektir” der. Ben Tanrı’ya inanıyorum demez. Bunun sebebi de Tanrı’nın ne olduğunu bilmemesidir. Onlar Tanrı’yı yakından tanımazlar, çünkü onlar Tanrı’nın sözünü almamış ve duymamışlardır. Halbuki inanç duymakla oluşur. Ama onlar Tanrı’nın sözlerini almadıklarında ve almak da istemediklerinden, o sözleri duymazlar. Bu nedenle de inançları olamaz”
Heberer’in 1588’de Türklerin inanç, irade ve zihin yapılarına dair bu yüzeysel yargıları oldukça önemlidir. Çünkü onun bu söylemi 18. yüzyıl Aydınlanma filozoflarının başında gelen Friedrich Hegel’in, Felsefe Tarihi Üzerine Dersler adlı eserinde Türklerin buluntu bir akla sahip olduğuna, kaba saba Türklerin buluntu insan usu ve doğal duygusu ölçüt alındığında iğrenç ilkeler doğacağına dair ifadeleri ile paralel bir bağlam taşımaktadır. Dolayısıyla Heberer’in iddiası, sadece kültürel tepki olarak basite alınacak bir ifade değildir. Aksine, oryantalist düşünce yapısının yazınsal kaynaklarına dair önemli bir kanıttır. Buraya kadar değinilen hususlardan hareketle Heberer’in zihnindeki Türk algısının, “barbarlık ve zalimlik” ile “acizlik ve zayıflık” olmak iki temel şablon üzerinde inşa edildiği söylenebilir. Bu sübjektif manzara Heberer’in Aegyptiaca Servitus’unun yanı sıra Stephan Gerlach’ın 1674’te basılan Tage-Buch von Zween Glorwürdigsten Römischen Kaysern Maximiliano und Rudolpho – An Die Ottomanische Pforte zu Konstantinopel Abgefertigten, Gesandtschaft’ı, Salomon Schweiger’in 1608’de yayımlanan Eine Newe Reybeschreibung auss Teustchland Nach Constantinopel und Jerusalem’ı, Phileppe du Fresne Canaye’nin 1625’te yazdığı Le Voyage du Levant de Philippe du Fresne Canaye’si, Nicolas de Nikolay’ın 1568’de okurla buluşan Quartre Premiers Livres des Navigations et Pérégrinations’ı, Reinhold Lubenau’un 1587’de kaleme aldığı Beschreibung der Reisen des Reinhold Lubenau’su gibi dönemin Avrupa’sında ses getiren başka seyahatnamelerde de karşımıza çıkmaktadır.
“Doğu’nun icadı”nı daha iyi kavrayabilmenin sırrı “Doğu’nun keşfi”ni anlamada saklıdır. Bunun anlaşılabilmesi için de kullanılabilecek birincil kaynaklar yazınsal anlatılar yani edebi metinlerdir. Bu devirlerde mektup ve gezi yazısı temelinde ürün veren Haçlı Edebiyatı metinleri oryantalist söylemin inşasında önemli bir girizgahı ihtiva etmektedir. Müslüman-Türk imajını “barbar, despot, taklitçi, medeniyetten uzak, âciz, pasif ve zafiyet sahibi” algısı üzerine inşa eden bu metinler kendi devrinden sonraki yüzyıllarda ortaya konan eserlere de fikirsel öncülükte bulunmuştur. 14 ve 15. yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan zihinsel devrimlerin de etkisiyle Batı, bu radikal değişimlerle kendi kimliğini oluşturma sürecine başlamış ve bu değişimi de yine Doğu üzerinden somutlaştırma çabasına girmiştir. 16. asra gelindiğinde ise reformasyon hareketlerinin doğurduğu teolojik devrimin de büyük etkisiyle rasyonelleşmenin adımlarını atmaya başlayan Batı zihni, Doğu’ya dair elinde bulundurduğu kadim müktesebatı kullanmaktan geri durmamış ve bu algı birikimini kendini merkeze alma gayesinde araç olarak kullanmıştır. Seyahatnamelerin bu noktada üstlendiği en önemli rol, pragmatik çerçevede Batı’ya “ne olmadığını” göstermiş olmasıdır. Zira 16 ve 17. yüzyıllara ait seyahatnameler de Haçlı Edebiyatı’nın algısal mirasını devam ettirmiş ve Osmanlı odağındaki Müslüman-Türk imajını daha önce de bahsi geçtiği şekilde “barbar-despot” ve “zayıf-âciz” karakterleri üzerine temellendirmiştir. Bahsi geçen bu karakteristik özelliklerin aslında oryantalizmin teşekkülünde etkin rol sahibi olan kuramlarla da yakından ilişkili olduğu ortaya konmuştur. John Hobson’ın Oryantal Despotizm Teorisi ve Doğu’nun Peter Pan Teorisi olarak ayrı ayrı ele aldığı bu kuramların teorik motivasyonları ile incelenen seyahatnamelerde tasavvur edilen Osmanlı tipolojisinin karakteristik hususiyetleri “barbarlık-despotluk” ve “zayıflık-acizlik” bağlamında aynı zeminde buluşmaktadır. Seyahatnameler tam da bu noktada; Avrupa’nın kendi kimliğini inşa etme sürecinde ve bilhassa Protestan ahlakın beraberinde getirdiği rasyonelleşme aşamasında Batı’ya, Doğu’dan ayrıldığı ya da ayrılması gereken hususiyetleri göstermesi ve ona pragmatik verilerle kim olduğunu (kim olmadığını) öğretmesi noktasında oryantalizmin fonksiyonel kaynaklarından birisini teşkil etmektedir.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.