Bir İslam entelektüeli olan Mehmet Akif’in doğumunun ve vefatının sene-i devriyelerine ithafen…
Mehmet Akif’in, “Şark’ın yetiştirdiği en büyük fıtratlardan birisi” olarak nitelendirdiğini Cemaleddin Afgani’ye ve öğrencisi Muhammed Abduh’a gösterdiği hürmetin ve bahşettiği kıymetin, onun fikir dünyasının teşekkülüne ne raddede tesir ettiği ekseriyetle bilinen bir meseledir. Fakat Afgani, Abduh ve Akif hakkında, aralarındaki fikrî irtibata binaen pek çok şey söylense de mevzunun zihinsel temelleri üzerinde maalesef pek durulmamasından ötürü mevzunun esas mahiyeti göz ardı edilmekte ve bu ihmal, söz konusu üç zat hakkında asılsız ithamların kolayca dile getirilmesine zemin hazırlamaktadır. Dolayısıyla bu yazıda, devrin büyük münevverleri olan Afgani ve Abduh üzerinden Akif’in, idealize ettiği etik tavır ve düşünce metodundan hareketle öne sürdüğü İslam algısı ve toplum muhayyilesi üzerinde durulacaktır.
Kadim İslam düşünce geleneğinin önderleri olan büyük Türk münevverleri Farabi ve İmam Maturidi’den başlamak üzere Sühreverdi, İbn Rüşd, İbn Haldun, Molla Sadra, Katip Çelebi, Ahmet Cevdet Paşa, Muhammed İkbal ve ilâ âhir nice İslam aydını, eserlerinde nitelikli insan topluluğunun nasıl olması gerektiğini tartışmışlar ve ideal bir medeni hayatın inşa sürecinde birlikte yaşama erdeminin toplum içinde nasıl tesis edileceğine dair kafa yormuşlardır. Bu minvalde öne sürülen fikirler ise doğrudan Kur’an-ı Kerim’deki ideal toplum yapısının nasıl olması gerektiğine dair bazen ima ile genelde ise nasihat mahiyetinde doğrudan belirtilen ayetlerin fikrî ilhamı ile temellendirilmiştir. İnsanın, sosyal bir mahluk olduğu gerçeğinden hareketle, mensubu olduğu içtimaiyatın ontolojik ve zihin yapısına dair epistemolojik hüviyeti üzerine fikir üreten Émile Durkheim, Max Weber ve Max Scheler gibi nice Batılı münevverler de insanın sosyal aidiyeti ve mensubu olduğu toplumun yapısı üzerine bağlayıcı sözler söylemişler, bu misyonları ile de bugün sosyoloji dediğimiz bilim dalının kurulmasına vesile olmuşlardır.
İşte bahsi geçen bu münevverlerin fikirleri doğrultusunda sosyolojik bir terim olarak karşımıza çıkan cemaat ile toplum tabirleri arasında hem düşünce sistemi hem de varoluşsal mahiyet bağlamında epistemolojik ve ontolojik farklar olduğu anlaşılmıştır. İslam entelektüelleri ise bu bağlamda içtimai fikirlerinde Kur’an’daki mesajın, kevser ile tekâsür diyalektiğinden mülhem nitelikli insan topluluğu olma yönünde yoğunlaştığını hem Batılı hem de İslam düşünce geleneği dairesindeki münevverleri referans alarak oldukça sistematik, ferdî, içtimai, siyasi, iktisadi ve ilahi mahiyetleri de ihata eden çok yönlü bir düşünce tarzı ile ifade etmişlerdir. Söz konusu bu fikrî silsilenin geçtiğimiz asırda Türkiye sınırları içerisindeki temsilcilerinden ve mütefekkirlerinden birisi de Mehmet Akif’tir.
Akif, ileride teferruatlıca değinilecek olan düşünce sistemini kurma aşamasında evvela iki abidevi isimden beslenmiştir. Bunlar; tüm dünya Müslümanları adına tarihin en ağır şartlarını ihtiva eden 19. asır içerisinde Doğu’nun yetiştirdiği en kuvvetli ilim ve fikir adamlarından olan Cemaleddin Afgani ve öğrencisi Muhammed Abduh’tur. Mehmet Akif’in, 13 Mayıs 1326 [26 Mayıs 1910] tarihli Sırât-ı Müstakîm’deki bir yazısında “Merhum Afgani’nin âlem-i İslam’a en kıymetli yadigarı odur.” diye tarif ettiği Mısır müftüsü Şeyh Muhammed Abduh, velinimeti olarak gördüğü ve kendi ifadesiyle gözlerine inen donukluğun ve taklitçiliğin temsilcisi olan Ezher ekolünün perdesini reel dünyaya açan kişinin, üstadı Cemaleddin Afgani olduğunu çok kez dile getirmiştir.
Dolayısıyla Afgani ve Abduh’un, İslam âleminin en büyük ihtiyacının, hem geleneksel teolojik fikirlerin geliştirilmesi hem de çağdaş problemlerin çözümüne dayalı yeni bir teolojik fikir yapısının inşası olduğuna inanmış iki abidevi isim olduğunu söylemek mümkündür. Abduh, geleneksel İslam anlayışındaki köhneliklerin cemiyetin nitelik kazanmasındaki en büyük engel olduğunu ileri sürerek toplumsal kalkınma odaklı güncel bir teolojik yorum teklifinde bulunmuştur. Çünkü İslam, bu haliyle Kur’an’dan ziyade beşerî müdahalelerle bezenmiş dinî otoritelere boyun eğdirilerek Hristiyanlığın daha evvel gark olduğu çıkmaza düşmüş, böylece reel hayattan ve dünyadan soyutlanmıştır.
Abduh’a göre İslam, tüm dinî otoritelerden azat edilmeli ve kendi asıllarına döndürülerek ilmî zihniyeti ve nitelikli insan topluluğunu baş tacı eden yeni bir medeniyetin kapıları aralanmalıdır. Bu yeni teolojik okuma tüm esasları itibariyle Kur’an’dan beslenecek fakat cemiyet merkezindeki çağın ihtiyaçları odağında rasyonel yorum geliştirecek mahiyettedir. Bu sebeple Abduh, kaleme aldığı tefsirlerde de Kur’an ayetlerini doğrudan bu minvalde ele almış ve rasyonel çerçevede yorumlamıştır. Onun ve’l-Asr Sûresi’nin Tefsîri çalışması da bunun en belirgin örneklerindendir.
Abduh, Asr Suresi’nin ilk ayeti olan “Asr’a yemin olsun ki…” ibaresinden hareketle öne sürdüğü bu yorum ile belirli otoriteler tarafından tespit ve tayin edilmiş değerlerin fertler tarafından ön kabul ile benimsenmesinin durağan ve sabit bir cemiyet hayatına sebebiyet vereceğini, bunun da bizzat Kur’an tarafından eleştirildiğini dile getirmektedir. İşte tam bu noktada o, cemiyetin nitelikli insan topluluğu hüviyete erişmesi için söz konusu yeni medeniyetin felsefi ve etik temelini el-İslâm ve’n-Nasraniyye adlı eserinde maddeler halinde özetleyecektir.
Abduh’un hocası Cemaleddin Afgani’nin ise entelektüel kamuoyunda şöhret bulmasındaki en önemli vesile, Fransız oryantalist Ernest Renan ile girdiği bir polemiktir. Renan, oryantalist düşünce iklimi içerisinde önemli bir isimdir. Zira bizde şarkiyatçılık olarak tabir edilen oryantalist zihin yapısı, felsefi bir mahiyet kazandığı 18. asırdan itibaren en saldırgan dönemini 19. asırda ve 20. asrın başında yaşamıştır. Bu zaman dilimi içerisinde Ernest Renan ile birlikte, Edward Said’in meşhur Orientalism adlı eserinde “şarkiyatçıların ağababası” olarak nitelediği Gustav von Grunebaum, zikredilen bu en meşhur oryantalistleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ernest Renan’ın 29 Mart 1883’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği L’islamisme et la science (İslamizm ve Bilim) adlı konferansında dile getirdiği ve bütün bir oryantalist söylemin temel argümanı olarak İslam toplumlarında teorik anlamda bilimsel düşüncenin gerçekleşmediği iddiasını adeta sloganlaştıran meşhur “İslam terakkiye mânidir” söylemi pek çok tartışmaya sebep olmuş ve İslam dünyasında pek çok tepkiyi üzerine çekmiştir. 18. asır aydınlanma söyleminin 19. asırda Fransa’daki alımlanış biçimi olarak değerlendireceğimiz bu demecin 1883’ün Nisan’ında Journal des débats gazetesinde yayımlanması ile tartışma daha da alevlenmiş, söz konusu demece ilk büyük tepki ise Cemaleddin Afgani’den gelmiştir.
Afgani yazısında İslam felsefesinin Ortaçağ felsefesinin gelişmesindeki katkılarının yanı sıra muteber filozofların eserlerinden örnekler ile Renan’a karşı çıkmış ve teorik temellendirmeler ile hazırladığı cevabı 18 Mayıs 1883 tarihinde aynı gazetede yayımlanmıştır. Renan’a bir başka cevap ise yine aynı yıl Midilli zamanlarında kaleme aldığı son eser olan Renan Müdaafanamesi ile Namık Kemal’den gelecektir. Afgani’nin Renan’a karşı savunduğu tez temel olarak Kur’an’dan beslenen ve ilhamını doğrudan ondan alan bir İslam anlayışının kesinlikle felsefeye ve bilimsel düşünceye aykırı olmadığıdır.
Bu bağlamda İslam düşünce tarihinden pek çok örneği de argümanlarının peşi sıra sıralayan Afgani’nin cevabı ana fikir olarak alındığında Renan’ın düşüncesine ve tespitine karşı olup reddiye mahiyetindedir. Çünkü Afgani, Batı’nın bugün anladığı manada bilimin ve öteden beri felsefenin bütün dinlere ters düştüğünü, bu bağlamda da yalnızca İslam’ı suçlamanın doğru olmayacağını, Yunan felsefesini tercüme yoluyla alıp ona önemli katkılar yaptıktan sonra dünyaya sunanların içinde birçok Arap filozofu ve düşünürünün bulunduğunu detaylı bir şekilde ifade etmiştir. Afgani bu mektubunda İslam zihin tarihinde felsefi düşüncenin önemine o kadar ehemmiyet vermiştir ki bazı temellendirmeleri sebebiyle bir kısım ulema tarafından küfre düştüğü bile iddia edilmiştir.
Tam bu noktada Mehmet Akif için Cemaleddin Afgani’yi, Şark’ın yetiştirdiği en kıymetli fıtratlardan birisi olarak değerlendirecek kadar kıymetli ve muteber yapan şey ise Afgani’nin, reel ve rasyonel hayattan kopmayan, çağın koşullarına daima makul ve uygulanabilir cevaplar verecek şekilde kendini “ahkâm” odağında güncelleyen ve Hadımi’nin Şerhu Mecâmî’sinde, sonra da Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle’sinde 39. maddede geçen “ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” düsturunu sosyolojik formül olarak edinen bir İslam algısını öne sürmüş olmasıdır. Zira Afgani, reel hayattan ve yaşamın rasyonel boyutundan uzak, inzivaya çekilmiş, iç huzurun öncelenmesine karşılık dışarıda olup bitenlerle ilgilenmeyen kontenplatif-mistik bir din algısını değil, bizzat hayatın içerisinde ve yaşamın düzenlenmesinde büyük rol sahibi, dünyayı ve reel yaşantıyı inkar etmeyen ve dünyaya karşı kaçarak değil, bizzat mücadele ile tavır alan aktif-riyazetçi bir İslam anlayışının hakiki din algısı olduğunu savunmaktadır. Söz konusu nazariye çerçevesinde Afgani’yi takip eden Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Akif’in “bizim Ferid” dediği Ferid Vecdî gibi zirve isimler de türlü iftiralara rağmen aynı mülahazayı entelektüel kamuoyuna ve ilmî camialara ilan etmekten kaçınmamışlardır.
Akif’in Sırât-ı Mustakîm ve Sebîlü’l-Reşat’taki yazıları ile Hakkın Sesleri, Asım ve Fâtih Kürsüsünde başta olmak üzere Safahat’ındaki şiirleri ortak bir sosyolojik nazariyeyi ve ideayı kapsamaktadır. Sırât-ı Mustakîm’deki yazılarında özellikle İstanbul ulemasının Afgani’ye yönelttiği sert eleştirileri tek başına göğüsleyen Akif, Safahat’ındaki şiirlerinde idealize ettiği sosyolojik temelleri ve İslam algısını yine Afgani ve Abduh’un tasavvurları çizgisinde dile getirmiş ve bir gelecek projesi olarak bir entelektüelin yapması gerekeni yani toplum mimarlığını din sosyolojisi bazında kendisine görev edinmiştir.
Safahat’taki şiirlerinde düz yazılarının aksine Afgani ve Abduh’un adını zikretmeyen Akif, sadece Asım şiirinde bu iki münevverin ismini bir defa anmış ve aslında kendi iradesiyle söylediği “İnkılap istiyorum, başka değil, hem çabucak” şeklindeki bir söylemi metin içerisinde, Afgani’ye söyletmiştir. Her ne kadar Safahat’ta söz konusu iki ismi bir yer dışında zahiren dile getirmese de Akif’in öne sürdüğü fikirlerin ve idealize ettiği toplumsal mahiyetin satır aralarında Afgani ve Abduh kendisini fazlasıyla hissettirmektedir.
Weber, “Ne oldu da geleneksel cemaat yapısından (sosyolojik bir tür olarak) modern toplum yapısına geçildi?” sorusunun yanıtı olarak kaleme aldığı Protestan Ahlak ve Kapitalizmin Ruhu kitabında kontenplatif-mistik ve aktif-riyâzetçi olarak iki tür din algısı üzerinde durmaktadır. İkili karşıtlık şeklinde sistematize ettiği ve tanımladığı bu din algılarının ilki, reel dünyanın maddi haz ve zevklerinden uzak durmak suretiyle dünyanın reel hüviyetinden kaçılarak iç huzurun öncelendiği bir mahiyet taşırken, aktif-riyâzetçi olarak tanımladığı ikinci din algısı ise reel dünyanın inkar edilemeyeceği ve rasyonel metotlar ile bu hayatın zorluklarına, çağın ihtiyaçlarına direnmeksizin uyum içerisinde göğüs gerileceği fikrine dayanmaktadır.
Weber, yaptığı bu klasifikasyondan hareketle Lutheryan bir etki ile gelişim gösteren ve dünya karşısında ferdin ve toplumların tutunduğu tavır ve sergilediği aktif duruşu sosyolojik bir zeminde karşılayan Protestan ahlak ve düşünce tarzının doğrudan bu din algısından mülhem olduğunu ifade etmektedir. Zira Afgani ve Abduh’un da öne sürdükleri İslam algısı bu mahiyetteki bir tavrı ve duruşu öncelemekte, bu iki İslam entelektüelinin fikirsel miraslarını sahiplenen Mehmet Akif’in de hem nesir hem de şiirlerinde takındığı tavır ve öne sürdüğü İslam algısı, dolayısıyla aktif-riyâzetçi bir mahiyet taşımaktadır. Bu kanaat ile Mehmet Akif’in bir mezhep olarak Protestanlığa mensup olduğu ya da Hristiyan teolojinin itikadi bir yorumu olan Protestanlığın propagandasını yaptığı gibi absürt, mesnetsiz ve münasebetsiz iddialara sebebiyet vermemek için şu ayrımı evvela yapmak gerekir:
Protestanlık, teolojik bir yorum olarak Hristiyanlık camiasında dolayısıyla da bizim kültür ve inanç dairemiz dışında kendine has bir itikadi gelişim sürecine ve varoluş sistematiğine sahip bambaşka bir meseleyken çağın gereksinimleri ve reel dünyanın zorlukları karşısında din referansını alımlanış biçimi, inancı seküler bir müdahale ile hayatın dışına itmeyi değil, bilakis hayatın güncel şartlarını gözeterek imanı kamusal hayata dahil etmeyi ve itikadi algı bağlamında bir duruş ve zihinsel tavır olarak din ile hayatı özdeş kılmayı önceleyen aktif-riyâzetçi etik başka bir meseledir.
“Müslüman aydın” olarak nitelendirilmesinin daha doğru olduğunu düşündüğüm Mehmet Akif’in eserlerine ve hayatının her anına sirayet etmek suretiyle hakim olan “etymon spirtuel” yani temel güç, mensup olduğu toplum karşısında hissettiği samimiyet duygusudur. Akif, söz konusu sorumluluğu mensubu olduğu cemiyetin, Kur’an’ın, kevser olarak tabir ettiği “nitelikli insan topluluğu” olabilmesi için çabalamış ve “kahramanlık” olarak nitelediği hakiki Müslümanlığın ne olduğunu mâhiyet-i ruhiye’den şaşmayarak izah ederken aktif-riyâzetçi bir tavır, düşün ve algı metodu kullanarak ortaya koymuştur.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.