Özne (fâ’il) ile nesne (mef’ûl) arasındaki ilişki, öznenin nesneye yüklediği anlamla başlar. Bir anlam kapsamında olmasa bile nesnenin varlığı yadsınamaz. Özne, ihtiyaçları dahilinde nesneyle kurduğu ilişki ile kendisini var ederken nesneye de kendi hayatında var olma imkanı sağlar.
Karl Marx, 1851 ile 1852 yılları arasında yazdığı ve ilk defa New York’ta Almanca basılan Die Revolution dergisinde yayımladığı Der 18te Brumaire des Louis Bonaparte (Louis Bonaparte’in 18 Brumer’i) adlı eserinde Müslüman Doğu’nun halkları için şöyle bir yargıda bulunmuştur: “Sie können sich nicht vetreten, sie müssen vetreten werden.” (“Onlar kendilerini yönetemezler; ancak yönetilmeleri gerekir.”) Oldukça sübjektif bir zeminde dile getirilmiş olan bu söylemin ifade ediliş tarihi tam da Oryantalizmin sistematik bir felsefe olarak 18. yüzyıldaki teşekkülünden sonra, Avrupamerkeziyetçiliğinin zirve yaptığı döneme tekabül etmektedir.
Oryantalist felsefenin temel argümanlarından biri haline gelmiş olan bu iddia Edward W. Said’in 1978 yılında yayımladığı ve söz konusu meseleye geniş bir tartışma alanı kazandırdığı Orientalism (Şarkiyatçılık) kitabında Batı’nın, zihninde yüzyıllardır kademeli olarak inşa ettiği ötekileştirilmiş Şark tasavvurunun kavramsal zirvesini oluşturmakta hatta Said’in de bir felsefi bağlam içerisinde ifade ettiği ekonomik ve politik boyutlardaki esas gayeye dair üstü kapalı fakat bir o kadar da muayyen bir itirafı teşkil etmektedir.
Zira Batı’nın zihin yelpazesindeki birbirinin kah mirasçısı kah karşıtı durumundaki düşünce akımlarının, incelenen “meta” Şark olduğunda meseleye yaklaşırken gayriihtiyari bir bütünlüğe ve birlikteliğe büründükleri görülmektedir. Birbirlerini üst perdeden kıyasıya eleştiren ve adeta yıkıla yıkıla yükselen farklı fikir cereyanları karşılarına Müslüman Şark’ı aldıklarında sakinlikle bezenmiş bir muvahhit üslup takınmaktadır. Batı teamülü başlangıçta -ki bu başlangıç 12 ve 13. yüzyıllara dek uzanmaktadır- her ne kadar zihinlerinde geliştirdikleri Şark kavramını bir keşif olarak algılayıp dışarıya da bu şekilde yansıtsa da meselenin gelip dayandığı son kertede mevzu bahis olan bu “safiyane” keşfin, art niyetli bir icada evrildiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Çünkü Batı’nın az evvel bahsi geçen Şark karşısında son seviyedeki sakin ve ötekileştirici tavrı, keşfetmenin getirdiği karşı konulamaz heyecanın değil, icat etmenin verdiği bilinçli bir sükunetin göstergesidir.
Keşif ile icat arasındaki edilgen alana sıkıştırılan Doğu, her iki şartta da nesne hüviyetini almaya zorlanmıştır. Dolayısıyla yakın zamana kadar Batı’nın düşünce kanalında Şark tasavvuru, keşfedilen nesneden icat edilen nesneye evrilme odağında teşekkül etmiştir. Enver Abdülmelik, bu noktada ortaya çıkan krizin, Oryantalizm’in tam da kalbinden vurduğunu dile getirmiştir. 1963’te kaleme aldığı Orientalism in Crisis (Krizdeki Oryantalizm) adlı makalesinde çok yakın bir zaman dilimine kadar kendisinden kaçılan Doğu’nun, düne kadar çalışmaların nesnesi olduğunu fakat bundan böyle gelişen konjonktür ile doğrudan çalışmaların öznesi durumunda olacağını ifade etmiştir.
Oryantalizm’in sırtını yaslandığı iki temel saik evvela ontolojik, ikinci olarak epistemolojiktir. Bunun sebebi Avrupamerkezciliğini yegane ülkü edinen Batı’nın, kendi kimliğini inşa edebilmesi için özellikle 15. yüzyılın sonundan itibaren Doğu’ya karşı kendini konumlandırması, bunu yaparken de Doğu’nun, bir öteki olarak yerini belli etmesi anlamına gelir. Zaten düalist bir zemin üzerinde yükselmiş olan bu düşünce yapısı Aydınlanma filozoflarının öncülerinden Friedrich Hegel’in Phanomenologie des Geistes (Tinin Görüngübilimi) adlı eserindeki meşhur Herrschaft und Knechschaft (Efendi-Köle) diyalektiğine ekseriyetle uymaktadır.
Zira Avrupa’nın, bir kimlik olarak kendini inşa edebilmesi için muhakkak ötekine ihtiyacı vardır. Bu öteki, haliyle Avrupa’nın zihnine Doğu olarak kodlanacaktır. Batı’nın, Doğu’yu bir nesne olarak öteki ilan etmesi, aynı zamanda kendini de özne hüviyetinde merkeze aldığı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bilen özne konumundaki Batı’nın, Avrupamerkezcilik olarak tanınan zihinsel motivasyonu gündemine alması ile Doğu’nun tanımlanması ve bilinmesi gereken nesne boyutunda öteki olarak kodlanması aynı tarihsel döneme tekabül etmektedir. Bu durum açıkça şunu gösterir ki bilinen nesne olarak Doğu, bilen özne konumundaki Batı’ya daima muhtaçtır. Böylelikle Doğu, olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi tanımlanmalı yani yeniden inşa edilmelidir.
Hilmi Yavuz, Alafrangalığın Tarihi adlı eserinde bu durumu büyük oranda Said’den de etkilenerek Batı’nın, kendi gücünü, kimliğini ve benliğini, yine kendisinin ürettiği Şark’ın karşısında kendini konumlandırarak kazandığı şeklinde ifade etmektedir. Edward Said Şarkiyatçılık’ta, Şark’ın neredeyse tümden Avrupa’ya özgü bir buluş olduğunu ve bu hüviyetteki Şark’ın da onun karşıt imgesi, düşüncesi, kimliği, deneyimi olarak Batı’nın tanımlanmasına yardımcı olduğunu dile getirdikten sonra Batı’nın bu ötekileştirici tavrını Şark’ın Şarklaştırılması olarak tanımlamıştır.
Said’e göre Garp ile Şark arasındaki ilişki, bir iktidar, egemenlik ilişkisi olup Şark, klasik 19. yüzyıl Avrupalısının varsaydığı basmakalıp biçimleriyle “Şarklılığı” keşfedildiği için değil, Şark’ın Şarklı kılınabilmesi -yani Şarklı kılınmışlığa boyun eğmesi- için de Şarklaştırılmıştır. Batı’nın, kendi yerini belli edebilmesi için Doğu’yu Şarklaştırma teşebbüsü, Doğu ile Batı’nın ayrılmasındaki az evvel bahsi geçen ontolojik güdünün odağını oluşturmaktadır. Bu ayrım da Said’in ifade ettiği gibi Şarkiyat denilen düşünce biçemini meydana getirmektedir. Doğu ile Batı ayrımının doğal bir ayrım olmadığını burada belirtmek gerekir.
Medeniyet tarihine ayrım odağında bakılırsa ve bu ayrımın uygarlık nazarından temelleri aranmaya çalışılırsa tatmin edici hiçbir objektif cevap bulunamayacaktır. Çünkü bu ayrımın da temelinde Batı’nın, Avrupamerkezci anlayışa dayalı olarak Doğu’ya karşı yürüttüğü aynı ötekileştirici tavır bulunmaktadır. Burada dikkate alınması gereken nokta Batı’nın, Doğu’yu “olması gerektiği” gibi icat ederken aynı zamanda kendini de kültürel referans bağlamında yeni baştan inşa etme sürecine girmiş olmasıdır. Bu yeni baştan kimlik inşası süreci Aydınlanma çağında düzenli bir gelişim göstermiş ve halihazırda var olan bir gizli ırkçılık, Avrupa’nın karakterine sirayet etmeye başlamıştır.
Avrupa’nın üstlendiği bu bakış sadece İslam coğrafyasına yani Müslüman Doğu’ya değil, kendisine de yeni bir kimlik ve misyon yüklemiştir. Bu yeni kimlik ve taze misyon elbette beraberinde sadece Avrupa’ya özgü olan referansların gündeme alınmasını ve bazı kaynakların da revize edilmesini getirecektir. John Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri kitabında Samir Amin’in Eurocentrism (Avrupamerkezcilik) çalışmasından alıntı yaparak Avrupa’da gelişen bu yeni imaj oluşturma sürecinin, kendi yaratılmış kökenlerinin ortaya çıkış anından itibaren eşsiz olan ve sonsuz bir şekilde ilerleyen bir Batı yaratma odaklı olduğunu ifade etmiştir.
Hobson aynı eserinde söz konusu bu söylemin, kökleri Antik Yunan’a kadar uzanan hayalî bir sınırla Doğu’yu Batı’dan ayıran, düşünsel bağlamda bir tür ırkçı rejim ortaya koyduğunu belirtmiş, böylelikle de Avrupalıların Müslüman Doğu’nun yükselişe dair Batı’ya kazandırdığı pozitif katkıları reddetme imkanı bulduklarını dile getirmiştir. Bu durum, yenidünya teorisinde Avrupa yükselişinin özgün bir doğum olduğu ve Batı’nın bunu tek başına başardığı yolundaki yapay iddialara yol açmakla birlikte, Batı’nın kendilerini geçmişte ve günümüzde dünya tarihinin ilerlemeci bir öznesi olarak betimlemesine, Doğu’yu ise pasif bir nesne konumunda değerlendirmesine sebep olmuştur.
Müslüman Doğu imgesi odağında Doğu’nun bir nesne olarak algılanışının ilk izlerini Haçlı Seferleri esnasında Anadolu’dan Avrupa’ya gönderilen mektuplarda bile görmek mümkündür. Söz konusu metinlerde somutlaştırılan bu Müslüman Doğu’yu nesneleştirme yaklaşımının, yabancı ile özün kanonik ayrımına dayandığı görülmektedir. Mektuplarda karşımıza çıkan yabancı ile öz ayrımı daha önce bahsi geçtiği gibi Batı’nın Doğu’yu, Şark adı altında bir öteki ve bilinen nesne olarak değerlendirmesi, buna karşılık kendisini bilen özne konumunda merkeze çekmesi mantığı ile eş değerdir.
Batı için öz, tüm değerlerin, erdemin, olumluluğun timsali olarak kendisiyken yabancı ise Türk ve İslam mefhumları temelinde her türlü erdemsizliğin, barbarlığın, kötülüğün taşıyıcısı olarak Doğu’yu işaret etmektedir. Tıpkı öznenin Avrupa, nesnenin ise kasten Şarklaştırılan Şark olması gibi… Müslüman-Doğu imajına dair oluşturulan bu fonksiyonel niteliklerin ortaya çıkışında ve oryantalizmin sistematik bir düşünce yapısı olarak gelişiminde Doğu/Batı ikiliğini net olarak somutlaşmasının ve bu ayrımın Avrupa zihninde sabitleşmesinin altında motivasyonel kaynak mahiyetli iki temel kuram yatmaktadır.
Oryantal Despotizm Teorisi 17 ve 18. yüzyıllarda gelişmeye başlamış, genel Oryantalizm düşüncesinin kurumsallaşmasına katkı sağlamış ve 19. yüzyılda ise topluma sirayet etmiştir. Bu teorinin kuramsal zemini Asya’nın despotizm ve barbarlığın vatanı olduğu fikrine dayanmaktadır.
Asya coğrafyası Anadolu ve Ortadoğu topraklarını da kapsayacak şekilde “despotizm ve barbarlığın” kaynağı olduğu kanısıyla korkutucu totaliter bir portre ile sunulmuş, buna karşılık Avrupa’nın demokratik ve sosyolojik gelişimin taşıyıcısı konumuna getirilmesi amaçlanmıştır. Hobson bu teoriyi despotik ve “barbar Doğu”ya mukabil “saf/ari” ve sosyolojik açıdan gelişmiş bir Avrupa için demokratik ve sosyal bilince ulaşmış olarak ilerlemeci bir kimlik yaratma adına ortaya konan düşünce cambazlıklarından biri olarak değerlendirmektedir.
Dolayısıyla buradan çıkarılacak sonuç Avrupa’nın, Doğu’yu despotizm ve barbarlığa gark olmuş durağan bir kısır döngüde tasavvur ederken kendi tarihini ilerlemeci ve “düzeltici” bağlamda konumlandırmayı amaçlamış olmasıdır. Buradan hareketle Oryantal Despotizm Teorisi sadece Anadolu ve Ortadoğu topraklarını da kapsayan Asya’nın barbarlık ve despotluğa dayalı “geri kalmışlığını” değil, aynı zamanda Avrupa’nın gelişmeci ve demokratik hüviyette medeniyetin beşiği olduğu fikrini uyandırması açısından önemlidir. Bu vesile ile Doğu, ilerleme odaklı fonksiyonel Avrupa’nın nazarında pasif bir nesne konumuna inmektedir.
Batı’nın böylelikle zihninde tasavvur ettiği despotik Doğu imajı, Doğu’nun Peter Pan Teorisi ile yeni bir boyut kazanmış ve Despotizm teorisi ile adeta bütünlük sağlamıştır. John Hobson bu teorinin yaslandığı ana zemini çaresiz bir romantik imaj dahilinde Batı’nın, Doğu’yu büyümek istemeyen masum bir çocuk olarak tasavvur etmesine dayandırmaktadır. Hobson’a göre bu iki teori arasındaki temel benzerlik rasyonel Batı ile irrasyonel Doğu’nun kurmaca tasavvurundan kaynaklanmaktadır.
Oryantal Despotizm Teorisi gibi yine Aydınlanma ile gelişim gösteren Doğu’nun Peter Pan Teorisi’nin Şark kurgusu, Batı’ya nazaran ikinci sınıf bir karşılık olarak “acizlik-zayıflık” odağında “taklitçi, pasif, batıl, tembel, gaddar, duygusal, egzotik, beden odaklı, bağımlı ve hepsinden öte çocuksu” nitelikler üzerine inşa edilmiştir. Adeta ataerkil bir söylem içerisinde kurgulanmış olan bu Doğu/Batı tasavvurunda Batı rasyonel, bağımsız, korumacı ve kollayıcı bir baba görünümündeyken irrasyonel, bağımlı, kollanmaya ve yol gösterilmeye muhtaç çaresiz bir çocuk ya da kadın profilinde olan Doğu bu misyonla, Batı’nın büyük bir fetih, nüfuz etme, kontrol ve mükafat elde etme yolunda ilerlemesini meşru kılmaktadır.
Doğu’nun olgunlaşmamış, zihinsel ve fiziksel açıdan gelişmemiş olduğu kanaati üzerine inşa edilen Doğu’nun Peter Pan Teorisi, Şark’ın despotik bir tehdit, aynı zamanda da çaresiz bir çocuk niteliği taşıdığını iddia etmektedir. John Hobson’ın deyimiyle despotik bağlamında “şeytani bir görüntü”, acizliğiyle de “romantik bir masumiyet” tavır arasında sıkıştırılan Doğu, “Batılı prens tarafından uyandırılmayı bekleyen güzel” hüviyetindedir.
Oryantal Despotizm Teorisi ile Doğu’nun Peter Pan Teorisi her ne kadar Şark mefhumuna farklı açılardan yaklaşmış olsa da daha önce de söz edildiği gibi Doğu’nun sergilediği “barbar-despot” ve “zayıf-âciz” karakteri tasavvurunda birleşmekte hatta birbirlerini bütünlemektedirler. John Hobson bu iki teorinin hareket noktalarını temel alarak söylemlerinde çelişkili bir durumun varlığından bahsetmiştir.
Zira “barbar-despot” bir mizacın elbette aynı anda “zayıf-âciz” bir karaktere bürünmesi mümkün değildir. Fakat Avrupamerkezci görüşe sahip aydınlar tarafından “ahlaki bir görev” olarak birbiriyle çelişkili bu iki söylem tek bir emperyal algı içine başarılı bir şekilde yerleştirilmiştir. Söz konusu bu iki teorinin de Batı zihni dahilinde dillendirilmesi aşağı yukarı 18. yüzyıl Aydınlanma’sına tekabül etmektedir. Fakat yukarıda örneklerle değinilen 16 ve 17. yüzyıl seyahatnamelerindeki Doğu tasavvurunun da “barbarlık-despotluk” ile “zayıflık-acizlik” odağında şekillenmiş olması, bu seyahatnamelerin, ileriki dönemlerde zihinsel sistematiğe evrilecek Şark algısına ciddi oranda gözleme dayalı pratik zemin sunduğunu göstermektedir.
Kısacası 16. yüzyıldan itibaren kendini merkeze almaya başlayan Avrupa’nın bu merkezileşme politikasını özne olarak Doğu ya da özel bir tabirle Şark nesnesi üzerinden yürütmesinin ontolojik, epistemik ve edebî kaynaklarının varlığı kesindir. Zira Batı’nın bu ötekileştirme teşebbüsünün düşünsel neticesi olarak 18. yüzyıldan itibaren Doğu’nun, Avrupa’yı var etmek gibi bir misyonla yine Avrupa tarafından görevlendirildiğini ve öteki olarak konumlandırıldığını söylemek mümkündür. Zira özne (fâil) yargıda ve hükümde bulunabilmesi için nesne (mef’ûl)ye kati surette muhtaçtır.
Son Not: Müslüman Doğu’nun bir parçası olan Filistin’e reva görülen mezalimin fikrî temellerine bir de bu nazardan bakalım…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.