Philip Roth’un Öfke’sinin hemen başlarında mantıksızlık ve mankafalılık karşısında zırıl zırıl ağlamaya, çaresizliğin ilanına tanık oluruz.
Kontrolden çıkmanın kıyısında bir öfkedir bu. Sinir sisteminin, gözyaşının sel sularına bulanacağı bir anın tasviridir.
Nietzsche’nin deyimiyle böyle bir durumda “haklı öfke anarşizmi” tarafından darmadağın edilirsiniz.
Kabul edilmelidir ki böylesi taşkın sel suları misali bir öfkenin kimseye bir faydası yoktur. Zaten mankafalılığa ya da aptallığa böyle bir paye de verilmemeli…
Ya da ona bir paye kazandırıp onu zararsızlaştırmalı mı?
Tahmin edeceğiniz üzere bir hakaret olarak aptallıktan söz etmiyorum. Felsefi, toplumsal ve siyasal bir olgu, bir üretim olarak aptallık bizim derdimiz…
Dost musun Düşman mı?
Jean-Baptiste Eugène Nus, 1883 tarihli Aptallıklarımız adlı eserinde şöyle bir “işleve” yer verir:
“İnsanın saçmalıklarının izini sürüyorum, benim kadar meşgul birini de henüz tanımadım.”
Saçmalıklar o denli yaygındır ki onların izini sürmek çift mesai yapmayı bile gerektirir.
Benzer bir yoruma Jean Reno ve Gerard Depardieu’nün başrollerini paylaştığı, Türkiye’de “Dost musun, Düşman mı?” adıyla ekranlara gelen filmde de rastlarız.
Depardieu’nün canlandırdığı suçlumuz, “sönük zekâlı ve geveze” Quentin, fazlasıyla aceleci bir karakterdir. Aşırı tepkiler ve tepkisizlik arasında gider gelir. Bu yüzden de çok basit bir merhabalaşmayı bile gürültülü bir olaya çevirebilir.
Henüz filmin başında hapishane yerine akıl hastanesine gönderilmek istenir çünkü karakterimiz sürekli olarak olay çıkarmakta, huzuru kaçırmaktadır.
Bu talebi değerlendiren psikiyatrist ise onu akıl hastanesine alamayacağına vurgu yapıyor ve ekliyor:
“İnceledim, o bir deli değil. Akıl durumuna gelince şimdiki zamanı fazla basit algılıyor.”
Açık konuşması beklenince ise şu yanıtı veriyor:
“Tamam, o sadece süper derecede bir aptal.”
Akıl hastanesinin Quentin için daha uygun olacağı şeklindeki ısrar ise Nus’u andıran yanıta vesile oluyor:
“Orası deliler için, aptallar için değil. Aptallar için de bir yer yapılmalı ama binanın boyutunu bir düşünsenize…”
Dolayısıyla Quentin, sarsılması, kendine getirilmesi neredeyse imkânsız bir karakterdir.
Neticede aptallığın o dayanılmaz yaygınlığı ve şimdiki zamanı fazla basit algılamanın aptallık ile eş değer tutulması dikkat çekici oluyor.
Aptallık, Gilles Deleuze’ün deyimiyle felsefenin, “utanılacak bir şey” hâline getirmesi gereken bir olgu…
Deleuze’ün yaklaşımı aptallığı, direnilmesi gereken bir olgu olarak işaretlemesi hatta bu açıdan yüceltmesi şeklinde…
Dolayısıyla burada, aptallığı sadece bir zekâ düzeyi sorunu olarak görmekten fazlası yatıyor. Aptallığa bir paye veriliyor, adeta.
Girişte sözünü ettiğim, karşısında zırıl zırıl öfkeden ağlamak yerine direnilmesi gereken bir olgu oluyor, aptallık.
Aptallık Nedir?
Deleuze’ün aptallığa yaklaşımına geçmeden önce onun aptalca bulduğu bazı yargılara dikkat çekmekte fayda var.
Örneğin, felsefe yapma sürecinde kavramları “şık olsun” diye kullandığımız şeklinde bir itham Deleuze’e göre hem kötü niyetli hem aptalcadır.
Foucault’da “özneye dönüş” görmek de aptalcadır. Ayrıca, “büyük bir düşünür öldüğünde, aptallar, her defasında kendilerini hafiflemiş hissedip bayram ederler.” Foucault’nun yorumlarını yanlış anlamakta ısrar eden bir aptallıktır buradaki.
Düşünmeyi, tartışma imgesi üzerinden düşünmek de öyle… Ya da onu belli bir imgeye hapsetmek de aptalcadır.
Dikkatli okur aptalca yargılarda asıl şikâyet edilenin önemli olanın gözden kaçırılması, bir ayrım yapma problemi olduğunu görecektir elbet.
Aptalca olan ya da aptallık, önemli ile önemsizi birbirine karıştırmak hatta burada bir ayrıma gerek duymamaktadır.
Bu gereksizlikte, klişelere sığınmak aptallığın ta kendisidir.
Deleuze’ün Fark ve Tekrar’da belirttiği gibi:
“Belirlenimsizlik sebebiyle yanlış olan problemler olduğu gibi, aşırı belirlenim sebebiyle yanlış olan problemler de vardır ve nihayetinde aptallık da yanlış problemler yetisi olup bir problemi problem olarak kurma, kavrama ve belirleme acizliğine tanıklık eder.”
Tıpkı koğuş arkadaşının Antilles’den olmasında aşırı sevinen ve her zamanki gibi huzursuzluk çıkaran Quentin gibi… Şimdiki zamanı o kadar basit yaşar ki bir problemi “problem” olarak kavraması imkânsızdır.
Quentin bu açıdan ortalama bir Dostoyevski kahramanı olabilir Deleuze için:
“Dostoyevski kahramanları çoğu zaman, ufak ayrıntılardan kaynaklanan oldukça şaşkınlık verici durumlar yaşarlar. Genel olarak, çok tedirgin, hareketli, acelecidirler. Dostoyevski kahramanları hep bir aciliyet haline yakalanmış durumdadırlar, hep ölüm kalım sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar. Ama bilirler ki daha da acil olan bir sorun vardır. Ama bu sorun nedir? İşte onu bilmezler.”
Devam eder Deleuze:
“Her şey, sanki bir yangın çıkmış, her şey yanmaktayken kaçıp dışarı çıkmak yerine kendime şunları demem gibidir: ‘Hayır! Hayır! Burada daha da acil bir şey var. Onu öğrenene kadar yerimden kımıldatmayın beni.’”
Bu noktada Quentin’in “sarsılamayan” aptallığını hatırlayalım. Asıl sorunu görmesi mümkün olmayan bir figürdür o. Ama görmediği hâlde bile “daha acil bir şey var ve onu bulmalıyım” der.
O yüzden de onun dost mu, düşman mı olduğunu anlamak zordur. Kendi ayırt edemediği gibi, sizi de ayırt edemez hâle getirir.
Karşınızda böyle bir figürü hayal edin: Adorno’nun deyimiyle, bütün uyanıklığınıza rağmen onun aptallığına kapılırsınız.
“Ölüm Kalım” Siyaseti
Aptallık, düşüncenin intiharı değildir, geldiğimiz noktada. Düşüncenin sıkışması, fazla basitleşmesi ve ayırt etme gücünü yitirmesidir.
Bir zekâ düzeyi sorunundan ziyade bizzat zekânın küçük düşürülmesidir. Dolayısıyla ele aldığımız şekliyle aptallığı küçük görmememiz elzemdir.
Peki, zekâ nasıl küçük düşürülür?
Her ânı ya da aşamayı “ölüm kalım sorunu” olarak görüp sunmakla…
Kimi fikirlerin ölümünün geldiğini entelektüel bir sosla savunmakla…
Psikolojik rahatsızlıkları “bireyleşme”nin görünümü şeklinde estetize etmekle…
Sadakatsizlikleri, ihanetleri laf kalabalığı ile haklı göstermekle…
Olgular arasında ayrım yapmak ve problem kurmak yerine dayatılan problemlerin bayraktarlığını yapmakla… İşin Türkçesi, “sevimli görünme” çabasıyla… Quentin, çok sempatik bir karakterdir aslında.
Aynı daldan düşen, dolayısıyla aynı kökten beslenen iki elmadan birini meyve olarak tanımlayıp diğerinin meyve olmadığını söylemekle…
Bütün bunlar aptallığın, doğal bir olgudan ziyade toplumsal ve siyasal bir üretim olduğunu haykıran Adorno’yu hatırlatıyor bize…
Aptallık sadece üretilmez, pekiştirilir de…
Neyin asıl sorun olduğunu ayırt edemediğimiz bir siyasal ortam mümkündür. Problem kurma becerisinden yoksun bir siyasallık da…
Ufak ayrıntılarda boğularak hatta ayrıntıları takıntı hâline getirerek siyaset yapan bir muhalefet her daim olasıdır çünkü asıl problemi kurup anlatmak konfor bozar.
Böylesi bir üretim, önemli olanı ayırt etmenin, önemli olanı kurmanın mutlak anlamda göz ardı edilişine yol açar.
Oysa önemli olanı ayırt etmek ve sunmak, bizzat siyasetin kendisi değil midir?
Aynı şekilde, takıntılarına bir dönüp bakmayan ve her daim “ölüm kalım” anlarıyla karşı karşıya kalan, tedirginliğini dayatan anlayış da bir siyaset olabilir.
Quentinvari siyasettir bu.
Her birimizin eşlik etmesinin fazlaca kolay olduğu bir siyaset…
Endişelerimizi, enerjimizi dünyanın geri kalanının çoktan terk ettiği terimlerle açıklamak ve harcamak hoş bir şey gibi görünür.
Quentin Olmak ya da Olmamak
Peki, ne yapacağız? İki hatırlatma ile bu sorunun yanıtını sunmak istiyorum:
İlki Adorno’dan:
“Şudur nerdeyse imkânsız olan görev: Başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi aptallaştırmasına izin vermemek.”
İlkiyle bağlantılı ikincisi ise Schopenhauer’in annesi Johanna’nın öğüdünde saklı:
Aptallıkları aptallık olarak kabul etme oturaklılığına ihtiyacımız var.
Üstünlük ukalalığına kapılmak yerine bir oturup düşünmenin, ayırt etmeyi hatırlamanın vaktidir.
Asıl sorunu kurup anlatmak yerine ölüm kalım tedirginliğini dayatan söylemi “kabul etme”nin de…
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.