Aktarılan tarih ile teslim alındığı dönem birbirinden ne kadar uzak olursa vukua gelen olayın ve getiren eşhasın “efsanevi”liği o kadar göze batmaya başlar. Bir noktadan sonra öyle bir olay örgüsü vücuda getirilir ki “Theseus’un gemisi”, aranılan bir velinimet hâlini alır. Günümüzde Eski Çağ’a dair birçok olayı dinlerken bunları bir nebze normal karşılıyoruz lakin benzeri birçok durum, içinde bulunduğumuz yüzyılda da tatbik ediliyor ve yavaş yavaş gerçekliğin esaslarını belirlemeye başlıyor. Bunun temelde bittabi iki sebebi var: Efsanelerin yazılı tarih ile karıştırılarak aktarılması (ki bu durum gerçeklik algısının çarpıklaşmasını beraberinde getirir) ve tarihsel gerçeklerin kendi döneminde kulaktan kulağa yayılarak bozulması. İlk sebep mercek altına alındığında belki de (görece) yakın zamanımızın en iyi örneği olarak Himmler ve onun Ahnenerbe teşkilatı örnek gösterilebilir. Bahsi geçen bu teşkilat, Himmler’in çarpık fikirlerinin peşinde kurgu tarihe o kadar inanmıştır ki kronolojik akışta dahi çarpık yorumlar yapmış, bu yorumların da peşinden gitmiştir. Bu çarpık fikirler bir noktadan sonra öyle bir hâl almıştır ki Himmler, “Thor’un çekici”nin dahi bir çeşit antik silah olduğuna ve bu silahın Nasyonal Sosyalizm’i düşmanlarından koruyacağına inanmış, bunun peşinde büyük meblağlarda paralar harcamıştır.[1] Sonuç, elbette hüsran lakin bu türden inançların getirdiği ağır sonuçların yeri geldiğinde ne kadar büyük ölçekli olabileceğine güzel bir örnek…
İkinci sebebe baktığımızda ise bu sebebin örneğini, belki de yakın bir zamanda yayımlanacak kitabımızdaki güzel bir bölümle taçlandırmak yerinde olacaktır… Vâsıf Çınay, bir merasime katıldığında padişahın “saçak öpme” törenine iştirak etmiştir. Bu iştiraki esnasında, çocukluğundan beri muhtemelen duyduğu ve duyduklarından hareketle de kafasında kurduğu şaşaalı törenden çok daha sade bir merasim yapılınca şaşkınlığını dile getirir ve bu töreni “padişah tahtını insanların yetişemeyeceği derecede yüksek bir kürsü, saçak öpme merasimini de onun yere kadar inen saçaklarının öpülmesi” olarak tahayyül ettiğini bizimle paylaşır. Bahsi geçen olay, muhtemelen kulaktan kulağa bozularak değişen hatta “gelişen” hikâyelerin halktaki tesirine mükemmel bir örnek olarak sunulabilir.
Bütün bu açıklamaların ardından Talat Paşa’yı mercek altına aldığımızda, onun efsanesinin bu cins hiçbir bozulmaya tabi olmadığını, bilakis haklı sebeplerle oluştuğunu ve yaşatıldığını görmekteyiz. O, gençliğinde dahi mücadelesini, sadece deneyimleriyle bile kendisinden çok önde olması gereken zatlara karşı vermiş ve onları bertaraf etmiştir. Onun eşine az rastlanır bu zekâsı, kendilerine türlü efsanevilikler atfeden ve Talat Paşa’nın benliğinde var olanlara benzer davranışları erdem yani “virtue” olarak isimlendiren Avrupalıları bile kıskandıracak cinstendir. Zaman içinde daha da baskın gelen siyasi dehası, tabiri caizse insanlığını dahi gölgede bırakmış ve günümüzün bir efsanesi olarak var olmasını sağlamıştır. Bugün şehadetinin üzerinden 103 yıl geçmiş olsa da muvaffak olduğu (Meşrutiyet gibi) vaka-i hayriyyelerle anılmaya ve bu sayede Türklüğün kutlu geçmişindeki önemli bir şahsiyet olarak var olmaya devam etmektedir. Bugün onun şehadetine hitaben kahramanlıklarından bahsedecek elbette birçok kişi vardır lakin biz, onun insani tarafından, (istemeden) tarihin gölgede bıraktığı “Talat Efendi”den[2] bahsetmek istiyoruz.
Öncelikle Talat Efendi, bilinenin aksine Edirneli değildir. Kendisi, Orta Anadolu’dan gelme bir ailenin mensubudur ve “kadılık” göreviyle uğraşan babasının son görev yeri olan Edirne’de dünyaya gelmiştir.[3] Babasının da kendisi gibi memur olmasından mıdır bilinmez, hayatı boyunca para ve pula hiç değer vermemiş, sadeliğini korumuştur. Önem verdiği tek şey vatanı olmuş, kendisini bayrağın hizmetine adamış, hayatını milletinin istikbali namına feda etmiştir:
“Talat Paşa kadar vatanını seven ve memleketi uğruna her şeyi feda eden bir arkadaşa daha tesadüf etmedim. Servetin, paranın nazarında hiç kıymeti yoktu. Maişetinden artan parasını muhtaç olan arkadaşlarına verir, bazılarına elbiseler sipariş ederdi. Memleketi devr ve teftiş ettiği vakitler kanunen istihkakı olan harcırahı, masrafından fazla olursa o fazlayı iade ederek irad kaydettirirdi.
Talat Paşa cidden mücessem bir fazilet idi. Öldükten sonra borçtan başka bir şey terketmedi.”[4]
Talat Efendi’de eşine az rastlanır, bu türden bir huy vardır. O, bugün kendisini “posta memurluğu” yapmış olmasından hareketle hakir görenlerin suizanlarının aksine, kendisine bağlanan parayı çalışmadan almak istemediği için Vali Hasan Fehmi Paşa’dan bir iş istemiş ve parasını bu meslek aracılığıyla iktisap etmiştir.[5] Mesleğinin ona kattığı özelliklerden biri midir bilinmez, insanları dinlemeyi çok iyi bilmekte, kimseyi kırmak istememektedir. İnsanlara her zaman samimi davranmış, asla “üstten bakma” gibi bir uğraşı olmamıştır. Örneğin Balıkesir’de daha önce de Akça Mescit Mektebi’nde hocalık etmiş Ali Ağa ile karşılaşmış, her ne kadar Ali Ağa onu tanıyacağına ihtimal dahi vermese de kalabalığın içinden onu seçebilmiş ve “hürmetkâr” bir tavırla onun koluna girerek yol boyu onunla sohbet etmiştir.[6]
Bu büyük şahsiyet, kısacık ömründe sadece tanıdıklarına karşı değil, tanımadığı kişilere karşı da aynı anlayışla hareket eder; gözünden kaçmadığı müddetçe yardımcı olmaktan çekinmez bir hali haiz olmuştur. Örneğin gece yürüyüşlerinde denk geldiği bir memurun sakalı gözüne ilişmiş, her gece onu sakalından ayırt ederek soğuk gecelerde nöbetleri sadece onun tuttuğunu fark etmiş ve izin yazdıracağını söyleyerek sıcak bir ıhlamur içirtmiştir.[7] Bunu, sakallı memurun ıhlamur sevmediğini söylediği halde yaptırtmıştır zira o, milletin her bir ferdinin iyiliğini gerekirse o fertlerden bile daha çok düşünmüş, bunu da kendisine ödev edinmiştir.
Bu olgun tavırlarının yanında eğlenceli ve hazırcevap bir mizacı da vardır. Küçüklüğünde dahi yaptığı yaramazlıklar sebebiyle onu azarlayanlara “Şimdi beni beğenmiyorsunuz ama sadrazam olayım da size gösteririm!” gibi cevaplar vermiştir.[8] Bu cevaplar, azmin de fıtraten kendisinde var olduğunun bir göstergesidir. Muzip mizacına gelince, şöyle insanı tebessüm ettiren bir hikayesi vardır ki hem (adeta) Nasreddin Hoca fıkralarından fırlama hazırcevaplığına hem de Yunus Emre’nin tekkesinden eğitim almışçasına insanları kırmaktan çekinen tavrına iyi bir örnek olarak gösterilebilir:
“Talat, kimseyi kırmak istemezdi. Bundan dolayı da kendisine başvuranlara kestirmece menfi cevap vermekten sıkılır, is’afı mümkün olmayan işler için bile: ‘Pekâlâ… Pekâlâ… bir şeyler yaparız!’ derdi.
Nitekim sadrazamlığı sırasında bir gün yanına sokulup yaptığı ricayı hatırlatan birine: ‘Olur… Olur… bayram ertesi gel!’ demiş. Adam: ‘Aman paşam… bayram geçeli on gün oldu.’ deyince hiç bozmayarak: ‘Kurban Bayramı gel!’ diyip yürümüştür.”[9]
O, “halkla iç içe olmak” kavramını hoş karşılamamış, “halk olmak” mantığını münasip görmüştür. Bütün bu sevdiği şeylerin yanında elbette sevmediği şeyler de vardır ki bugün, onu sevmeyenlerin belki de kendisinden nefret etmeleri için gereken sebepler bunların altında aranabilir. İlk olarak kendisi “riyakarlık’’ ve ‘‘dalkavukluk”tan hiç hazzetmez. Örneğin sadrazam olduktan sonra saraydakilerin kendisine karşı giriştiği mücadeleden rahatsız olmuş ve heccavane bir dille Adnan Adıvar’ın konuya dair sualine “Ben nâzır olduktan sonra herkese bu hırs geldi!” cevabını vermiştir.[10] Yine bir başka örnek, Sultan II. Abdülhamid’in haledilmesinden sadece birkaç ay evvel Yıldız Sarayı’nda verilen bir ziyafette bazı mebusların sultanın eteğine kapanmak için verdikleri mücadeleden o kadar rahatsız olmuştur ki “Yahu! Aramızda amma da dalkavuk varmış!” demekten kendisini alıkoyamamıştır.[11] Kendisi mükemmel bir “dinleyici” olsa da sanılmasın ki her fikre itimat edecek veya sözünü esirgeyecek bir kişidir… Özellikle hoşuna gitmeyen şeyleri sebat ve sabırla dinleyip anlatan kişiyi uğurladıktan sonra samimi dostlarına “Bu deyyusu da atlattık!” demesi meşhurdur.[12] Bu, onun kişisel olarak sevmediği eşhasa karşı bile sahip olduğu “sadrazamlık” mevkisi hasebiyle resmî bir tavır sergilediğinin yani yeri geldiğinde “Talat Efendi” ile “Talat Paşa” arasına ket vurabildiğinin bir göstergesidir.
Kendisinin “sevmediği” şeylerin sonuncusu lakin (belki de) en önemlisi, dostlarına zarar getirecek olayların vuku bulmasıdır. Doktor Nâzım’ın bir kaçak olarak aranması hasebiyle sakal bırakıp sarık sararak Selanik’e gittiği bir vakit Toledo isimli bir zat ona rast gelmiş ve seslenmiştir. Bu olay Talat Efendi’nin kulağına gidince Toledo’ya Doktor Nâzım’ı görüp görmediğini sormuş, olumlu cevap alınca da “Bana bak Toledo! Nâzım hakikaten buradadır. Fakat şunu bil ki o yakalanırsa bunu senin ihbar ettiğine kanaat getireceğiz. İşte o zaman kendini ölmüş bil, hiçbir kimse, hiçbir kuvvet seni elimizden kurtaramaz.”[13] cevabını vermiştir. Talat Efendi, özellikle çevresindeki kişiler hakkında çok duygusaldır. Vatana karşı duyduğu aynı duygusal tavrı, vatanın her karışı için mücadele eden arkadaşlarına karşı da duymakta ve bundan dolayı onları müdafaa etmeyi görev edinmektedir. Örneğin Yakup Cemil Bey olayının gergin havasında, Enver Paşa ile küçük bir tartışmasının akabinde, gözyaşlarına mâni olamamış ve ağlamıştır.[14] Bu, hayatında en azından bizim bildiğimiz ve gözyaşlarına hakim olamadığı iki seferden biridir.[15]
Velhasıl şu bilinmelidir ki Talat Paşa, hiçbir Türk gencinden farklı veyahut efsanevi özellikleri haiz değildir. Aksine bu büyük ve ulvi şahsiyeti “efsanevi”leştiren ana husus, Türk milletine, vatana ve bayrağa yaptığı hizmet, bunlara karşı girişilen her hasmane tavra karşı verdiği amansız mücadeledir. O, bir âdem olarak gelmiş, bir âdem olarak gömülmüştür lakin Türk milleti var oldukça var olmaya, yaşamaya, aramızda dolaşmaya devam edecektir. Ey Türk, bil ki sen bugün sadece bir evladını kaybetmedin, onun bedeninde vücut bulmuş, mukaddes vatanının en asil parçalarından birini şehit verdin! Onun şehadeti, yaşayışı ve fikirleri hepimize örnek olsun. Bu büyük Türk’ün yadigarını merhum Doç. Dr. Münip Hayri Ürgüplü’nün sözleri ile bitirmek isterim:
“Türk tarihinin en büyük şahsiyetleri Fatih Sultan Mehmed’le Talat Paşa’dır. Biri Türklüğü Rum, diğeri Ermeni belasından kurtarmıştır!”[16]
[1] Kater M.H., 2008, Das “Ahnenerbe” der SS 1935-1945: Ein Beitrag zur Kulturpolitik des Dritten Reiches, De Gruyter Oldenbourg: Berlin, s. 51-52.
[2] “Efendi” diyoruz zira okuma-yazması olana “efendi”, paşazâde olana “bey”, ikisi de olana “beyefendi” denirdi. Metnin bu kısmından itibaren paşalık öncesi kariyerinde zât-ı muhtereme bu şekilde hitap edilecektir.
[3] Bleda M.Ş., 1953 Nisan, ‘‘Bir Canlı Tarih Konuşuyor’’, Resimli Tarih Mecmuası, sayı 40, s. 2172.
[4] Bleda M.Ş., 1 Nisan 1951, ‘‘Talat Paşa’nın Hayatı’’, Tarih Dünyası, sayı 22, s. 921.
[5] Bleda: 1953, s. 2172.
[6] Es H.F., 25 Eylül 1945, ‘‘Tanımadığımız Meşhurlar: Sakallı Mustafa Efendi ve Talat Paşa’’, Akşam Gazetesi, no 6979, s. 5.
[7] A.g.m.
[8] Bleda: 1953, s. 2173.
[9] A.g.m.
[10] Öztuna Y., Ocak 1975, ‘‘Üç İttihatçı Liderin En Zekisi: Tal’at Paşa’’, Hayat Tarih Mecmuası, sayı 1, s. 7.
[11] Bleda: 1953, s. 2174.
[12] Öztuna: 1975, s. 8.
[13] Bleda: 1951, s. 920.
[14] M.R., 10 Ağustos 1934, ‘‘İttihat ve Terakki Tarihinin Esrar Perdesi: Yakup Cemil Niçin ve Nasıl Öldürüldü’’, Akşam Gazetesi, No: 5688, s. 4.
[15] Diğerini yakın bir zamanda, farklı bir yazıda paylaşacağız.
[16] Öztuna: 1975, s. 10.
*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.