10:07 am Biyografya, Murat Beyazyüz

Şeyhülislam Nasıl İmansız Olur?

İman Allah ile kul arasındaki bir konu mudur? Öyle olduğu söylenir hep ama birilerine “imansız” demekten de geri durulmaz hiç. Kimlere imansız denmemiş ki mazide? Bunlardan biri de bir Osmanlı şeyhülislamı… Bahaî Mehmed Efendi… Ölümüne tarih düşülmüş “Yaş döküp sine döğüp tarihini / Gitdi mülhid müftî eyvâ didiler” diye. Yani “Yaş döküp sine dövdüler ve imansız müftü öldü diye tarih düştüler.” Şeyhülislamlara müftü de denirmiş o devirlerde, ondan böyle söylemişler. Pek ağır, pek insafız, pek gaddar bir ölüm beyti değil mi bu! Hem de öleni hayır ile yâd etmenin salık verildiği bir dinin coğrafyasında yazılmış bu beyit.

Osmanlıda imansız bir şeyhülislam mı varmış? Velev ki varmış da imansızlığına kim karar vermiş? Allah ile kul arasında değil miydi o mevzu? Mümine imansız demenin günahından da mı çekinmemişler? Yoksa imanın bilmediğimiz bir manası mı var? Yahut da iman denilen mefhumun Allah ile kul arasından dışarıya taşan bir kısmı da mı var? Olup olmadığını anlamak için şeyhülislam Bahaî’nin dünya macerası belki birkaç ipucu verir elimize.

On yedinci yüzyılın başında, 1601 yılında dünyaya gelen kahramanımızın soyu hem ana tarafından hem de baba tarafından ilmiye mensuplarıyla doludur. Şeyhülislamlık makamında bulunmuş en az dört akrabası olduğunu söylemek mümkündür. Babası Rumeli kazaskerliği de yapmış olan bir âlimdir. Yani kahramanımıza nesebinden delil getirip de imansız demeye cüret etmek imkân dâhilinde bile değildir.

Bahaî Mehmed Efendi çok erken yaşlarda ilim tahsiline başlar. Henüz on altı yaşındayken hacca bile gider. On sekiz gibi erken bir yaşta medrese hocasıdır. Çeşitli medreselerde hocalık yaptıktan sonra 1630 yılında akademi diyebileceğimiz medreseden alınır ve o devrin hem adli hem idari bir makamı olan kadılığa tayin edilir. Hoca bu tayinle sevinmiş midir bilinmez ama hayatının bundan sonrası medrese hocalığındaki gibi sakin geçmeyecektir.

Bu arada hocanın başına dert olacak bir iptilası olduğunu da kaydedelim. Tütüne düşkündür, hem de tütün yasağı ile şöhreti pekişen Dördüncü Murad devrinde. Galiba tek tütün de değildir hocanın müptela olduğu, devrinde kullanılan başka keyif verici maddeleri de eline aldığı olur.

Bu düşkünlükleri yüzünden mi imansız ilan edildi hoca, diye düşünmek mümkünse de o devri az da olsa okumuş olanlar tütün ile afyonun bir adamı imansız ilan etmeye kâfi gelmeyeceğini de bilirler. Zira bunların haram olup olmadığına dair kesin fetvalar yoktur ortada. Haram olduğu şüphe götürmeyen alkolün ise yeri yoktur hocanın sofrasında.

Bahaî 1630 yılında tayin edildiği Selanik kadılığından bir yıl sonra alınır. Bunun sebebini bilmiyoruz ama hayatının sonraki dönemlerini gördükçe bu azlin sebebini de tahmin edebiliriz. Sonra, 1633’te Halep kadılığı görevine atanır hoca. Halep’te vali ile yıldızı barışmaz Bahaî’nin. Vali Ahmet Paşa Bahaî’den kurtulmak için bir şikâyet mektubu yazar padişaha.

Bahaî’nin tütün düşkünlüğünden dem vurur mektubunda ve bu adamın tütün sebebiyle işlerini yerine getirmeye muktedir olamayacağını söyler. Görevden alınır Bahaî ve Kıbrıs’a sürülür. Sene 1634’tür ve iki senesi sürgünde geçecektir hocanın. Aynı zamanda iyi de bir divan şairi olan hoca biraz da şiir marifetiyle padişahın gözüne girer tekrar. 1638’den sonra tekrar göreve, hem de Şam, Edirne, İstanbul kadılığı gibi yüksek dereceli kadılıklara atanır.

On yedinci yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin hem bürokratik hem diplomatik, daha genel bir ifadeyle siyasi bakımdan sükûnetten uzak olduğu, sürekli sorunların yaşandığı, çeşitli entrikaların da marifetiyle kadroların çok çabuk değiştiği, devlet görevinde bulunan hemen hiç kimsenin koltuğunda rahat edemediği bir devirdir. Bu kargaşadan Bahaî de nasibini alacaktır. Her makam ve mevki için ciddi rekabetin olduğu bir devirde, 1646 yılında Anadolu kazaskeri olan Bahaî aynı yıl Rumeli kazaskerliğine terfi eder ama aynı yıl bu görevden azledilir. 1647’de tekrar Rumeli kazaskerliğine tayin olur, iki yıl sonra da şeyhülislam koltuğunda görürüz hocayı.

Bu tayinden de anlaşılacağı üzere hocanın imanından henüz şüphe eden yoktur. Yani tütüne ve başka şeylere düşkünlüğü şeyhülislam olmasına engel olmamıştır. Hem şeyhülislam oluşuna da tarih düşmüşlerdir “Gelmedi dehre Bahaî gibi âlim müfti” diyerek. O halde hocanın imansız diye anılmasının sebeplerini bundan da sonrasında aramak lazım gelir.

Bahaî’nin şeyhülislam olduğu yıllarda tahtta çocuk yaştaki Dördüncü Mehmed vardır. Devletin idaresi başta valide Kösem Sultan olmak üzere harem ağalarının ve yeniçeri ağalarının elindedir. Ağalar meclisi Bahaî’yi söz geçirilir biri olarak tahmin ettiklerinden şeyhülislam olmasına müsaade etmişlerdir. Ama umdukları gibi çıkmaz Bahaî; şeyhülislamlık makamının diyetini ağaların gönlünü hoş ederek ödemeye yanaşmaz. İşinde “emrolunduğu gibi dosdoğru” olmak derdine düşer.

Devletin en üst makamlarından, harem ağalarından, yeniçeri ağalarından talep üstüne talep yağar hocaya. Birilerinin bir yerlere tayin edilmesini, birilerinin kayırılmasını isterler ama Bahaî bütün bu istekleri geri çevirir. Haliyle tez zamanda da devletin idaresini sinsice gasbetmiş olanlarla arasında karşılıklı bir nefret zuhur eder. Bazı yabancı elçilerin baskısı ve rüşveti ile ağalar Bahaî’den zamanın kaptanpaşasını görevden azletmesini isterler. Bahaî nâhak yere böyle bir azle yanaşmaz, talebi sert bir dille geri çevirir. Hoca bu kadarla da kalmaz, bulunduğu her mecliste rüşvete verip veriştirir.

Bahaî şeyhülislam iken tütünün caiz olduğuna dair bir fetva da verir. Bağnaz din adamları bu fetvayı Bahaî aleyhine kullanılacak bir koz olarak görürler. Ama bu fetva ile de imansız ilan edilmesi mümkün değildir hocanın zira benzer fetvayı daha sonra da verenler olmuştur. Devam edelim…

Bahaî’nin meşhur başka bir macerası da İngiliz elçisi sebebiyle yaşanan bir gerilimdir. Olay şöyle cereyan eder. İzmir’de bir İngiliz tüccar İzmir kadısına başvurur ve ticari bir mesele sebebiyle İzmir’deki İngiliz konsolosunu dava etmek ister. Kadı konsolosu yargılamak isteyince konsolos hakarete varan bir üslupla kadıya kendisini yargılamaya hakkı olmadığını söyler.

Konsolosun devletin savaş halinde olduğu Venedik’in gemilerine zahire yardımında bulunmak gibi devlet aleyhine bazı faaliyetlerinden de haberdar olan kadı hem bu faaliyetleri hem de hakareti Bahaî’ye iletir. Bahaî durumu sadrazama bildirir ama sadrazam biraz da Bahaî’nin bu işle başının derde düşmesini istediğinden çok işi olduğu mazeretiyle durumla kendisinin ilgilenmesini ister.

Bahaî de İngiliz elçisini çağırır ve ondan konsolosun azledilmesini ister. Elçi Bahaî’ye sert çıkar ve isteğini reddeder. Bahaî İngiltere’nin aradaki anlaşmalara rağmen Osmanlı devleti aleyhine bazı faaliyetlerde bulunmasının da hesabını sorarak elçiyi azarlar. Elçi sorulara pervasız cevaplar verir ve Bahaî ile saygısız bir üslup içinde konuşur. Bahaî elçinin bu tavrını devlete hakaret addedip elçiyi tutuklatır, bu esnada elçi biraz da tartaklanır. Elçi araya ağaları koyup kurtulmak isteyince Bahaî ağalara da “siz kim oluyorsunuz” manasına gelecek sözlerle kapıyı kapatır.

Bahaî için söz konusu olan devletin itibarıdır ve elçinin devlete karşı sergilediği küstah tavır cezasız kalamaz. Kendi menfaatlerini devletin itibarından önde tutan ağalar bunun üzerine hocanın görevden azledilmesi için baskı yaparlar ve arzu ettiklerini de elde ederler. Hoca şeyhülislamlık görevinden alınır. Aradan bir yıl geçmeden Bahaî tekrar aynı göreve atanır. Demek ki tütün fetvası ile imansızlığı ispat olmamıştır. Hoca ikinci şeyhülislamlık döneminde yine tayin ve terfi meseleleriyle, dedikodularla uğraşmaktan kurtulamaz. Zaten çok geçmeden de ömrünü tamamlayıp dünyasını değiştirir.

Bahaî’nin dünya sergüzeştindeki hangi hadise onun imanından şüpheye düşülmesine sebep olmuştur acaba? İster istemez insanın aklına sorular düşüyor. İmanın kul ile Allah arasından dışarıya taşan bir kısmı olsa gerek ve bu kısmın şartları da imanın bildiğimiz şartlarından farklı olsa gerek.

Devrin usullerine riayet, hâkim sınıfın taleplerine boyun eğme, kimsenin menfaatine mâni olmama, devletin itibarı gibi sebeplerle birilerinin işleyen çarkına çomak sokmama, vatan sevgisini kalbinde gizli tutup dışarıya aksettirmeme gibi şartlar Allah ile kul arasından dışarıya taşan imanın amentüsü olabilir mi ki?

Bahaî’nin hayatı iman gibi bir mefhumun da siyasi ve toplumsal veçhelerinin olduğunu ortaya koymaktadır. Bahaî, aynı devirde aynı prensiplerle yaşayan aynı mizaca sahip bir savaşçı olsaydı muhtemelen “korkak” diye, bir elçi olsaydı “vatan haini” diye anılacaktı. Ama şeyhülislamdı ve onun için söylenebilecek en ağır söz şüphesiz ki “imansız” idi.

Bahaî’nin imansız diye yâd edilmesinin düşündürdüğü bir şey daha var. O devirlerde inandığı doğruya göre davranmanın, hâkim güçlere boyun eğmeyerek hakkaniyeti, adaleti ve devletin menfaatini gözetmenin ne kadar ağır bedelleri olabiliyormuş. Bu ağır bedeller yalnızca o devirlerin ticareti için mi geçerliydi? Bu devirde durum nedir? Bahaî gibi olmak bu devirde daha mı ucuzdur? Cevapları tek solukta verilmeyecek sorular bunlar.

Son olarak Bahaî’ye kim “imansız” demiş, onu da irdelemek lazım. Ölümüne tarih düşmek için “Yaş döküp sine döğüp tarihini / Gitdi mülhid müftî eyvâ didiler” beytini kimin yazdığı bilinmiyor ama bu beytin yer aldığı tek bir yer var: Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin yazdığı Ravzatü’l Ebrâr isimli eser. Bahaî şeyhülislamlıktan azledildiğinde Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin şeyhülislamlığa tayin edilmiş olmasının konumuzla ne ilgisi var, değil mi?


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 115 times, 1 visit(s) today

Close