10:27 am Psikoloji, Yonca Gökalp

İnancın Dışsal Statüsü

Meta fetişizmine ilişkin klasik okumayı Slavoj Zizek yeni bir yoruma tabi tutmaktadır: İnsan emeği ürünlerinin metalar biçimini aldığı bir toplumda, bireyler arasındaki ilişkiler, “metalar arasındaki ilişkiler” biçimine bürünür; İnsanlar arasındaki dolaysız ilişkiler yerine şeyler arasındaki ilişkilerle karşılaşılır.[1]

Feodalizmde insanlar arasındaki bağlam, inanç-gelenek-hurafe ve dogmaların oluşturduğu bir ağ yoluyla mistifiye edilmiş; efendi köle üzerindeki karizmatik otoritesini bu yolla uygulamaya koymuştur. Kapitalizmde ise özneler özgürleşip Orta Çağ’a özgü tüm yüklerinden kurtulmuş oldukları durumda, birbiriyle ilişkilerini “rasyonel faydacılar” olarak kurarlar. Marx’ın önemle vurguladığı husus; öznelerin değil, metaların onların yerine inandıklarıdır. Burjuva birey tarafından aşılmış olduğu varsayılan tüm metafizik mistifikasyonlar, şeyler arasındaki toplumsal ilişkilerde cisimleşmiştir. Onlar artık inanmazlar, şeylerin kendileri onların yerine inanmaktadır.[2]

Lacan; inancın içsel-dışsal bir işlem yoluyla doğrulanabilmesi anlamında bilginin dışsal olduğu tezinin hilafına, inancın, insanların pratik yaşayışları içinde, radikal biçimde dışsal bir şey olduğunu söyler. Psikanalizin Etiği adlı seminerinde Lacan, koronun antik tragedyalardaki rolünden (duyguların dışsallaştırılması) bahsetmektedir.[3] İlkel topluluklarda birilerinin yerine ağlamaları için tutulan ağıtçılar da aynı işlevi görür. En içten duygularımızı bu yolla aktarmanın/dışsallaştırmanın salt ilkel topluluklara özgü olmadığını belirtmek için Zizek, popüler televizyon şovlarındaki gülme efektlerini hatırlatır.[4]

Bu nokta, klasik trajedilerdeki koronun güncel muadiliyle karşılaştığımız noktadır.* Her iki durumda da “öteki” bizim adımıza iş başındadır. Buradan çıkarılacak ders, inancın mahrem, zihinsel/duygusal bir durum olmak şöyle dursun, her zaman reel toplumsal pratikler içinde maddileştiğidir.

Zizek’e göre, Kafka’nın bireyin bürokratik çark içindeki yazgısına, fantastik, abartılı ve öznel olarak çarpık bir dışavurum kattığı eleştirileri eksik ve hatalıdır. Kafka’nın evreni denilen şey, toplumsal gerçekliğin bir fantezi imgesi değil, bizzat toplumsal gerçekliğin ortasında iş başında olan fantezinin mizansenidir.[5]

Bürokratik aygıtın sıradan bir devlet mekanizması olduğunu bilmekle birlikte, sistem karşısındaki fiilî davranışımız, onun her şeye kadir olduğuna duyulan bir inanç dolayımıyla yönlendirilir. Belli bir toplumun ideolojik yapısını, mevcut toplumsal ilişkilerin birleşiminden ayrı düşünen klasik ideoloji eleştirisinin aksine; analitik yaklaşım öncelikle, toplumsal gerçekliğin bizzat kendisinde işler halde olan “ideolojik fanteziyi” çözümlemektedir.

Toplumsal gerçeklik dediğimiz şey, son tahlilde etik bir inşadır; belli bir “sanki” den destek alır.[6] İnanç (psikolojik değil, toplumsalın fiilî işleyişi içinde maddileşmiş olan) kaybolduğu vakit, toplumsal havzanın yapısı da dağılacaktır. Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları kavramını geliştirmeye çalışırken sık sık başvurduğu kaynaklardan biri olan Pascal bunu pek önceleri dile getirmiştir.[7] Ona göre akıl yürütmemizin içselliği, dışsal bir makine tarafından; öznelerin yakalanmış oldukları simgesel ağın otomatizmi tarafından belirlenir.

Burada Pascal, Lacancı bilinç dışının da (aklı bilinçsizce peşinden sürükleyen kör otomat) tanımını yapmıştır. Yasanın kuruluşu itibarıyla anlamsız otomat karakterinden çıkan sonuç; ona adil, iyi hatta yararlı olduğu için değil, yalnızca “yasa” olduğu için itaat etmemiz gerektiğidir. Düşünüre göre bu totoloji yasanın kısır döngüsünü, nihai temelinin sözcelenme sürecinde gizli olduğunu belirtir.[8]

Demek ki özne ikna olduğu için itaat etmek, gerçek itaat değildir; öznelliğimiz tarafından dolayımlanmıştır: Tek gerçek itaat, “dışsal” itaattir.[9] Yasaya ilişkin dışsal itaat; herhangi bir dış baskı ya da kaba güç nosyonuna teslim olmak biçiminde değildir. Tam da travmatik, irrasyonel ve anlaşılmaz olmayı sürdürdüğü sürece buyruğa itaat etmektir. Yasanın söz konusu karakteri, kendi otoritesini gizlemek şöyle dursun, onun varlığının pozitif koşuludur. Buradaki benzeşiklik Freud’un süperego kavramında da karşımıza çıkar: Süperego; travmatik, anlamsız bir şey olarak yaşantılanan yani öznenin simgesel evreniyle bütünleştirilemeyen emirdir.

Bastırılan şey, yasanın “ne olduğu belirsiz” kökeni değildir: Yasanın bir doğruluk değeri olarak değil, sadece bir gereklilik olarak kabul edilmesi olgusudur.[10] İnsanları, yasalarda doğruluk bulunabileceğine inanmaya iten yapısal yanılsama; aktarım mekanizmasını tarif eder. Aktarım; yasa denen tutarsız ve travmatik olgunun arkasında, bir anlam ve doğruluk değeri bulunduğunun varsayılmasıdır. Bir başka ifadeyle aktarım, inancın kısır döngüsüne gönderme yapan addır: İnanmamız gerektiğini sıralayan nedenler inananlar için anlamlıdır. Özetleyecek olursak; bir buyruğun normal icrası için “yasanın sırf kabul gördüğü için adil olduğu” şeklindeki travmatik olgunun -Laclau ve Mouffe’un deyişiyle radikal biçimde olumsal karakterinin-[11] bastırılarak bilinç dışına itilmesi gerekir.[12]

Nitekim Pascal Katoliklikle ilgili bahsinde, rasyonel akıl yürütmeleri bir kenara bırakıp ideolojik ayinlere teslim olmamız gerektiğini vurgular. Anlamsız jestleri tekrarlayarak inanıyormuşuz gibi davranırsak inanç kendiliğinden gelecektir. Zizek’e göre Pascalcı tutumu davranışçı hikmetten (inancının içeriği olgusal davranışınla belirlenir) ayıran şey, paradoksal “inançtan önceki inanç” statüsüdür. Özne bir ritüeli izleyerek bilmeden inanır, öyle ki sonda yaşadığı dönüşüm, inandığımız şeyin farkına varmamızı sağlayan biçimsel bir edimden ibarettir. Bu noktada Pascal’ın âdetlere ilişkin yorumu küçük ama can alıcı bir noktayı gözden kaçırır; dışsal âdet her zaman öznenin bilinç dışının maddi bir desteğidir.

Bilmeden İnanma Olgusu

Bilinç dışının radikal statüsü anlamında, simgesel makinenin dışsallığı salt dışsal değildir, aynı zamanda en içten, içsel ve mahrem inançlarımızın önceden sahnelendiği, kararlaştırıldığı platformdur. İnançlarımız dışsal törende maddileşmeden önce bilinç dışı olarak çoktan inanıyoruzdur.

Pascalcı makinenin çağdaş versiyonu, Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları teorisinde yer bulur.[13] Lakin ideolojik aygıtın (Pascalcı otomat) kendini nasıl içselleştirip, özneleşmeye ve öznenin kendi ideolojik konumunu tanımasına neden olduğu tam açıklanamamıştır. Cevap; dışsal devlet aygıtının gücünü, öznenin bilinç dışı ekonomisi dahilinde “travmatik-anlamsız bir emir” olarak algılandığı sürece uyguladığıdır. Althusser yalnızca simgesel ideoloji makinesinin anlam ve hakikate dönüşmesini sağlayan bir çağırma sürecinden bahseder. Pascal ise bu içselleştirme sürecinin hiçbir zaman tam olarak başarılı olmadığını, daima ona yapışıp kalan travmatik bir irrasyonalite/anlamsızlık artığı bulunduğunu söyler. Bu artık, öznenin ideolojik buyruğa tam olarak teslim olması şöyle dursun, tam da bunun zorunlu ön koşuludur. Zizek açısından yasaya kayıtsız şartsız otoritesini veren, ideolojiye özgü jouissance-keyif adını verebileceğimiz şeyi taşıyan, bu anlamsız travmatizmin bütünleşmemiş artığıdır.[14]

Özne özdeşleşmeye yani “simgesel yanlış tanıma”ya yakalanmadan önce, ortasında yer eden paradoksal arzu nesnesi, ötekinde saklandığına inanılan bu giz yoluyla simgeselin ağına düşer. Bu aynı zamanda, “Lacancı fantezi” formülünün de tanımıdır. Lacan’ın deyişiyle gerçeklik dediğimiz şeye tutarlılık veren fantezidir; ideolojik fantezi gerçekliğin kendisini yapılaştırır. Ona göre rüya gerçekliği taşıyamayanlar için değil, gerçeklik rüyayı taşıyamayanlar içindir. Gerçeklik; arzumuzun gerçeğini maskelememizi sağlayan bir fantezi kurgusudur.[15]

İdeolojik evrende de benzeri bir işlem yürürlüktedir. İdeoloji, taşınamayan gerçeklikten kaçmak için kurguladığımız rüya şeklinde bir yanılsama değildir. En temel boyutunda gerçekliğin kendisi için destek işlevi gören bir fantezi kurgudur. İdeolojinin yaptığı görev, gerçeklikten kaçılacak bir bağlam sunmak değil, toplumsal gerçekliğin kendisinin travmatik çekirdeğine dayanak olmaktır. İdeoloji, fiilî toplumsal ilişkilerimizi yapılaştıran ve böylelikle taşınamayan imkansız gerçeği (çekirdeği) maskeleyen bir yanılsamadır. Söz konusu simgeselleştirilemeyen imkansız çekirdek ya da travmatik toplumsal bölünme “antagonizma” olarak da kavramsallaştırılır.


[1] 1960-70’lerde bütün bu sorun Althusserci anti hümanizm yüzünden itibarını kaybetmişti. Onların başlıca suçlamaları, Marksçı meta fetişizmi teorisinin kişiler (insan özneleri) ile şeyler arasındaki ideolojik ve epistemolojik açıdan temelsiz bir karşıtlığa dayandığı şeklindeydi. Zizek-Lacancı okuma söz konusu formülasyonu beklenmedik bir mecraya sokar. Marx’ın yaklaşımının altüst edici gücü tam da kişiler ve şeyler karşıtlığını kullanma biçiminde yatmaktadır. Bkz., Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, Metis Yayınları, Ağustos 2011, İstanbul, s.49-50.

[2] Bkz., A.g.e., s. 49.

[3] Türkçe yazımda okumak için bkz., Nami Başer, Lacan, Psikanalizin Etiği, Transfer, Arzu ve Yorumu, Daha, Semptom, Say Yayınları, 2010.

[4] Bkz., Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, Metis Yayınları, Ağustos 2011, İstanbul, s.50.

* Sosyo-psikolojik/antropo-kültürel olguların memetik devamlığı. Kolektif hafıza dönüştürse, değiştirse ve/veya güncellese bile öz’e dair davranışsal dışa vurumlar kesintisiz çağ aşıyor.

[5] Bkz., Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, Metis Yayınları, Ağustos 2011, İstanbul, s. 51.

[6] Sanki bürokrasinin kadir-i mutlaklığına inanıyormuşuz gibi, sanki başkan halk iradesinin tecessümüymüş gibi, sanki parti gerçekten sınıf çıkarlarını temsil ediyormuş gibi… vb.

[7] “Çünkü kendimiz hakkında yanlış şeyler düşünmememiz gerekir: Akıl sahibi yaratıklar olduğumuz kadar otomatızdır. Kanıtlar yalnızca aklı ikna eder; alışkanlık ise en sağlam ve en çok inanılan kanıtları sunar. Otomat alışkanlığın peşine düşer ve aklı da bilinçsizce kendisiyle birlikte götürür.” Pascal 1966: 274.

[8] “Âdet sırf kabul gördüğü için bütünüyle adildir. Otoritesinin mistik temeli budur. Onu ilk ilkesine geri döndürmeye çalışan biri onu yok eder.” Pascal 1966: 46.

[9] “Kierkegaard, İsa’ya akıllı ve iyi olduğunu düşündüğümüz için inanmanın korkunç bir küfür olduğunu yazmıştı. Aksine bu iyiliği ve aklı ancak inanma ediminin kendisi sayesinde kavrayabiliriz. İnancımızı, dinsel buyruğa itaatimizi temellendirecek rasyonel nedenler elbette arayabiliriz ama asıl dinsel deneyim, bu nedenlerin kendilerini ancak zaten inanmış olanlara göstermeleridir. Zaten inandığımız için inancımızı ispat eden nedenler buluruz; inanmak için yeterince iyi nedenler bulduğumuz için inanmayız.” Bkz., Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, Metis Yayınları, Ağustos 2011, İstanbul, s.52.

[10] “Bu yüzden yasalara ve âdetlere yasa oldukları için itaat etmemiz bizim için iyi olacaktır ama insanlar bu öğretiyi bir türlü kabul edemezler ve yasalarla âdetlere, onlarda doğruluk bulunabileceğine inandıkları için inanır ve eskiliklerini doğruluklarının kanıtı olarak alırlar.” Pascal 1966: 216.

[11] Geniş bilgi için bkz., Ernesto Laclau – Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy, Londra, 1985 (Türkçe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev. A. Kardam- D. Şahiner, Birikim, 1992).

[12] Zizek Kafka’nın Dava adlı ünlü romanından K. ile Papaz arasındaki konuşmadan alıntıyla konuyu örneklendirir.” Bu görüşe katılmıyorum dedi K., başını iki yana sallayarak, çünkü eğer bu kabul edilirse, kapıcının söylediği her şeyi doğru kabul etmek gerekir. Ama bunu yapmanın ne kadar imkânsız olduğunu siz kendiniz yeterince kanıtladınız. Hayır dedi papaz, her şeyin doğru olduğunu kabul etmek gerekmez, sadece gerekli olduğunu kabul etmek gerekir. Hüzünlendirici bir çıkarım bu dedi K. Yalanı evrensel bir ilke haline getiriyor.” Bkz., Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, Metis Yayınları, Ağustos 2011, İstanbul, s.53.

[13] Türkçe basım için bkz., Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev., Y. Alp- M. Özışık, Birikim, 1978.

[14] Bkz.,Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, Metis Yayınları, Ağustos 2011, İstanbul, s.59.

[15] Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı Semineri’nde bu savını Freud’un ünlü yanan çocuk adlı rüyasını yeniden yorumlayarak geliştirir: “Bir baba çocuğunun hasta yatağının başında günler geceler boyu beklemişti. Çocuk öldükten sonra biraz uzanmak için yan odaya geçti, ama çocuğun etrafı uzun mumlarla çevrili cesedinin konduğu odayı yattığı yerden görebilmek için kapıyı açık bıraktı. Çocuğun başında nöbet tutması için tutulan yaşlı bir adam dualar mırıldanarak cesedin yanında oturuyordu. Baba uykusunda şöyle bir rüya gördü: Çocuk onun yatağının yanına gelmiş, onu kolundan yakalayıp suçlarcasına, ‘baba görmüyor musun yanıyorum’ diye fısıldıyordu. Uyandı yan odada parlak bir ışık görünce hemen oraya koştu ve gördü ki yaşlı adam uykuya dalmış ve sevgili evladının cesedinin sargıları ve kollarından biri, üzerine düşen bir mum yüzünden yanmaktaydı. Bu rüyanın klasik yorumu, kişi uykusunu uzatmak amacıyla gerçeklikten gelen bir dış uyarandan (saatin çalması, duman kokusu…) kaçmak için bir rüya inşa eder lakin dış uyaran zamanla şiddetlenir ve kişi uyanır. Lacan’ın okuması tamamıyla farklıdır. Çocuğun babasını rüya içinde suçlaması dış gerçekliğin kendisinden daha korkutucu ve ağırdır, uyanmanın nedeni budur. Uyumayı sürdürebilmek, körlüğünü korumak, arzusunun gerçeğine uyanmamak için ‘baba’ gerçeklik denen şeye kaçar. (Lacan 1979: 5. ve 6. bölümler)


*Yazılar, yazarlarının sorumluluğundadır, Fikirtepe‘nin kurumsal politikasını yansıtmayabilir.

Visited 47 times, 1 visit(s) today

Close